Güneş’e Dair

Soru: Pek çok hakikati anlatmakta temsil unsuru olarak kullanılan güneşin ahiretteki fonksiyon ve vazifeleri neler olacaktır?

Güneş, Cenâb-ı Hakk’ın “Nuru’n-Nur”, “Münevviru’n-Nur”, “Musavviru’n-Nur”, “Hâliku’n-Nur”, “Mukaddiru’n-Nur”, “Müdebbiru’n-Nur”… gibi isimlerinin madde âlemindeki bir cilvesidir. Aslında, bütün varlığın özü esası da yine nurdur. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde “Allah’ın ilk yarattığı şey (yani yokluğun bağrına atılan ilk varlık tohumu), benim nurumdur.”1 buyurarak bir müteşabih hakikati dikkatlerimize takdim buyurur. Nur mahlûktur. Bu açıdan nurdan yaratılmış bir varlık olan güneş de bir mahluktur ve onun yaratılışı Efendimiz’in plan ve programından çok sonra olmuştur. Evet, Nur isminin bir tecellisi olarak, Cenâb-ı Hakk’ın bütün mahlukat içinde yarattığı ilk varlık, hakikat-ı Ahmediye’dir. Bu, Efendimiz’in cismî değil berzahî ve ilm-i İlâhîdeki vücududur ki, bu kabil vücutlara “âyân-ı sâbite” denilmektedir. Dolayısıyla ilk zuhur ve ilk tecelli, hakikat-i Ahmediye’dir.

İnsanlar ahirette, güneşin nuru ile değil Cenâb-ı Hakk’ın nurunun gölgesinin gölgesi bir ziya ile aydınlanacaklardır. Nitekim bir hadis-i şerifte, ahirette Cenâb-ı Hakk’ın gölgesinden başka gölgenin olmadığı ifade edilmektedir.2 Evet, orada ziya da gölge de O’na aittir. “Cenâb-ı Hakk’ın gölgesi” sözcüğüyle anlatılan gerçeği, yakıcı şeylere karşı nurunun ayrı bir televvünü ve ayrı bir buudu şeklinde izah etmek mümkündür.

Değer itibarıyla ne güneşin, ne de başka bir yıldızın insanın sahip olduğu değere ulaşması mümkün değildir. Zira hilkat-i âlemden maksat insandır. Avâlim onda pinhandır, cihanlar onda matvîdir. Üstad Bediüzzaman, bir şairin “Güneş mahbûbumun hüsnünü görüp utanıyor, görmemek için, bulut perdesini başına çekiyor.” sözüne karşı ciddî bir tepki gösterir ve: “Ey âşık efendi! Ne haddin var, sekiz ism-i âzamın bir sahife-i nuranisi olan güneşi böyle utandırıyorsun?”3 diyerek şaire serzenişini ifade eder. Evet güneş de diğer mahlukat gibi kendi değerleri içinde kabul edilmelidir. Bütün varlık insana nispeten çok küçük kalmaktadır. Bu açıdan güneşin ahiretteki fonksiyon ve vazifeleri o kadar da önemli değil. Vakıa bazı hadislerde güneşin mahşerde insanlara yaklaşacağı ifade edilmektedir.4 Kanaat-i âcizânemce orası Cennet’in berisinde olduğu için oradaki güneş de berzahî bir keyfiyette olacaktır.

Evet, ahiretin kendine mahsus kıstasları vardır. Dolayısıyla güneş de dünyanın değil ahiretin kıstasları içerisinde ele alınıp mütalaa edilmelidir.

Hz. Ömer’in (radıyallâhu anh) Bid’atlere Karşı Tavrı

Hz. Ömer (radıyallâhu anh), Hudeybiye anlaşması esnasında altında Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) biat edilen Rıdvan ağacını, daha sonraları bazı kimseler tarafından saygı ve hürmet gösterildiği için kestirmiştir.5 Vâkıa Allah Resûlü’nün her hatırasına sahip çıkmak ve onlara saygı duymak güzel bir duygudur. Hatta O’nun gül kokulu mübarek ayaklarının bastığı tozu-toprağı, bir Kuddûsî edasıyla: “Ol Medine izi-tozu bu Kuddûsî yüzüne tûtiyâdır.” deyip koklamak isteriz. Başlangıçta hâlis duygu ve düşüncelerden kaynaklandığı hâlde, daha sonraları suistimal edilebilen bu türlü hareketlerin, zamanla ibadete dönüşmesi endişesine karşı önceden tedbir almak lâzımdır ki Hz. Ömer de bunu yapmıştır. Evet Hz. Ömer’in, altında Allah Resûlü’ne biat edilen ağacı bu türlü endişelerden dolayı kestirmiş olması engin bir basiret ve firaset ifadesidir.

Ama, ne acıdır ki bizler, hiçbir zaman bu dengeyi tam koruyamamışızdır. Ya, şöyle böyle büyüklerle alâkalı eserleri, yerleri takdis eder şekilde ifratlara sapmış ya da sözde tevhîd adına veya bidatlere karşı tavır alma mülâhazasıyla tefritlere saparak; tarihi tahrip etmiş, evliyâ, asfiyâ ve enbiyâyı hafife almışızdır.

Bu konuda orta yol, Allah indindeki kıymetli yerler ve büyükler mutlaka tazim edilip büyük kabul edilmeli, ama büyüklüklerine esas teşkil eden nispeti görmezlikten gelerek bizzat bir takdis ve tazime de gidilmemelidir.

“Kirâmen Kâtibîn”

Kur’ân, insanların yaptığı her işi yazan ve kaydedenlerin كِرَامًا كَاتِبِينَ – Kerim ve değerli yazıcılar”6 olduğunu söyler. Ardından “Yapmakta olduklarınızı bilirler.”7 diyerek, o meleklerin başka bir vasfına dikkatlerimizi çeker. İster genel mânâda melekler, isterse, özel anlamda “Kirâmen Kâtibîn” Allah’ın emri istikametinde iş yapan, mahiyetleri her zaman kötülük ve isyana kapalı olan varlıklardır. Kirâmen Kâtibîn مَا يَلْفِظُ مِنْ قَوْلٍ “Onun ağzından bir söz çıkmaz ki…”8 âyetinde ifade edilen lâfızları –ki bu ağızdan çıkan ve atılan lâf demektir– yazmaktadır. Kur’ân’ın bu hakikati beyanda kullandığı kelime çok önemlidir. Buna göre lâfız yani ağızdan çıkan söz yazılmakta ama; dilek, istek, arzu, niyet veya başka bir tabirle düşünce plânında kalan şey yazılmamaktadır. Bizim mefhum-u muhalefet kaidesine tâbi olarak çıkardığımız bu mânâya Allah Resûlü bir istisna getirir ve düşünce plânında kalıp, amel safhasına intikal etmeyen müspet ve iyi şeylere de sevap verileceğini söyler.9 Bu ise, Cenâb-ı Hakk’ın bizlere olan lütûf ve ihsanından başka bir şey değildir.

İnsanın iş ve hareketlerinin kayda geçmesi, kulun ahirette, Allah önünde herhangi bir hüccet veya mazeretinin kalmaması hikmetine binaendir. Yoksa Cenâb-ı Hak, kader plânında tespit buyurduğu şeylerin olacağını/olduğunu elbette bilmektedir. Fakat “Levh-i Mahfuz” ile “Levh-i Mahv u İsbat” mutabakatının sağlanması bu kitabet işine bağlıdır. Kulun mükâfat veya mücazata istihkakı da, ancak bu suretle tescil ve tespit edilmektedir. Bu açıdan Allah, “Allâmu’l-Guyûb” olmasına rağmen, yine de “Kirâmen Kâtibîn”e vazife gördürmektedir. Zira ortada bir şehadet veya işhad meselesi, yani hiç kimsenin itirazına medar olmayacak biçimde bir tespit söz konusudur.

Söz buraya gelmişken bir başka hususa da dikkatinizi çekmek isterim. Kur’ân وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ “Biz ona şah damarından daha yakınız.”10 buyurur. Müfessirler insana şah damarından daha yakın olan varlığın veya varlıkların kim/kimler olduğu hususunda farklı mütalaalarda bulunmuşlardır. Bazıları bunun Zât-ı Ulûhiyet olduğunu söylerken, bazıları “Kirâmen Kâtibîn”dir demişlerdir. Bu ikinci görüşü esas alacak olursak melekler, cismanî ve bedenî bir varlığa sahip bulunmayıp aksine nuranî ve latîf varlıklar olduklarından, bizim maddî, mânevî değişik menfezlerimizden içeri girip, hissiyatımız dahil her şeyimize nigahban olabilirler. Aynı şeyi “Hafaza melekleri” için de söylemek mümkündür. Ne var ki bütün bunlara rağmen onlar sadece bizim söz, fiil ve davranışlarımızı yazmaktadırlar. Bu aynı zamanda Allah ile melekleri arasında var olan bir münasebeti de göstermektedir.

Burada ayrı bir nükteye daha işaret etmek istiyorum; Allah’ın melekleri O’nun tesmiyesi içinde “Kerim”se, Allah “Ekramü’l-ekramîn”dir. Belki ism-i tafdil sigası ile söylenen bu ifade bile azdır; zira burada, başkalarına da zat-ı ulûhiyete yaraşır nispette bir kerem izafesi bahis mevzuudur. Hâlbuki bu bir mânâda doğru değildir. Bu açıdan şöyle denilmesi daha uygun olur; Kerim olan sadece Allah’tır. Başkalarının kerim oluşu bütünüyle izafidir ve Allah’ın kerim sıfatının gölgesinin, gölgesinin, gölgesinin… gölgesinden ibarettir.

Efendimiz Miraca Cismaniyeti ile Çıkmıştır

Miraç, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek cismaniyeti ile yaptığı ve netice itibarıyla mucize olan kutlu bir seyahattir. Bu kutlu seyahat, O’nun için de bizim için de her zaman bir iftihar vesilesidir.

Daha önce, Rahmet Peygamberi’nin yolculuğu ölçüsünde ve seviyesinde, hiç kimseye böyle bir yolculuk müyesser olmamıştır. Evrensel bir nübüvvetle gönderilen Nebiler Serveri, bütün enbiyâ-i izâmın cihetü’l-vahdetini câmi olması itibarıyla bu kutlu seyahatinde farklı farklı sema tabakalarında bulunan enbiyanın hemen hepsinin bulunduğu makamdan geçerek onlarla görüşmesi vb. karakteristik bir çizgi takip etmesi yönüyle, böyle bir seyahat, hem ilktir hem de son. Böyle olduğu içindir ki Hz. Cebrail, ayrı ayrı her sema kapısını çaldığında vazifeli melek, O’ndan evvel kimseye açmamakla emrolunduğunu söylemiş ve “Bu kapılar şimdiye kadar hiç kimseye açılmadı.”11 demiştir.

Burada bahis mevzuu edilen “gök kapısı”, “açılma” ve “yol verme” gibi ifadeler, elbette ki bizim anladığımızdan farklı şeylerdir. Dolayısıyla Cebrail’in (aleyhisselâm) gök kapılarını Efendimiz’e açmasını yukarıya doğru yükselirken karşılarına çıkan bazı kapıların açılması şeklinde anlamak avamca bir yaklaşımdır.

Evet, Hâtemü’l-enbiya olan Efendimiz’den önce, hiç kimseye açılmayan kapılar, ilk defa O’na açılmıştır. Buradan hareketle, o kapıların Nebiler Serveri’nden sonra da bazılarına açılabileceği söylenilebilir. Ne var ki burada akla, “Acaba ümmet-i Muhammed diğer peygamberlerden daha mı faziletli ki, kapılar kimseye açılmadığı hâlde onlara açılıyor?” şeklinde bir soru gelebilir. Hemen şunu belirtmeliyim ki, peygamberin fazilet, üstünlük ve hususiyeti onun peygamberliğine mahsustur ve herkes kendi miracı ile diğerlerinden farklıdır; yani her peygamber; hissi, duyusu, anlayışı ve şuuru ile mazhar olduğu mertebenin eridir. Onun arkasındakiler ise, bu yolculuğu velâyet kanatları ile gerçekleştirirler. Önemli olan, bu kutlu seyahati Hak’la münasebet içinde ve halkla beraber bulunma esprisi içinde gerçekleştirmektir. İşte bu yönüyle, zatında diğer insanlar enbiya-i izama müsavi olmadıkları gibi onların yolculukları da peygamberlerin yolculuklarına müsavi olamaz. Ne var ki İmam Gazzâlî, Muhyiddin İbn Arabî, İmam Rabbânî ve Üstad Bediüzzaman gibi bazı yüce ruh ve selim fıtratların, Efendimiz’in açtığı kapıdan, O’nun arkasında yürüyerek hakikat-ı Ahmediyenin zılline ve cüz’iyetine ulaşmaları mümkün olur.

Takva Anlayışı

Âyât-ı tekvîniyenin prensiplerine riayet etmenin mükâfatı, büyük ölçüde dünyada ve belli ölçüde de ahirette verilecektir. Fakat şeriat-ı fıtriyenin prensiplerini ihmal etmek, netice itibarıyla yeryüzünde Müslümanların muvazenedeki yerlerine tesir ediyorsa, ahirette de bunun cezası söz konusu olabilir. Bu sebeple bu iki küllî hakikati doğru anlamak ve tahlil etmek gerekir. Aslında bu iki küllî hakikatin özü “takva” kavramında gizlidir.

Takva; ıstılahî mânâda Allah’ın emirlerini tutup, yasaklarından kaçınmak suretiyle O’nun azabından korunma ve rahmetine kavuşma cehdi şeklinde tarif edilmiştir. Her kavramın olduğu gibi elbette ki takvanın da mertebeleri var.. farzları harfiyen yerine getirip, haramlardan kaçınma onun ilk basamağı; şüpheli şeylerden tevakki edip, haramın semtine bile sokulmama gayreti içinde yaşama ise ikinci basamağıdır. Bunlardan birincisine takva kapısını tıklatma, ikincisine de takva kapısından içeriye girme diyebiliriz. Ardından bir kısım mübahları “şüphelidir” mülâhazasıyla terk etmek gelir ki, buna da “azami takva” adını verebiliriz.

Şeriat-ı fıtriyeye taalluk eden yönü itibarıyla takva; Müslümanların, Allah’ın kâinata koymuş olduğu kanunlarını Kur’ân gibi okuyup anlamak ve onları hayata taşımaktan ibarettir. Bu çerçevede Müslümana düşen görev fiziğin, kimyanın, tıbbın, astro-fiziğin, matematiğin kanunlarını hayata geçirmektir. Bunu gerçekleştiremeyen insanlar –isterse Müslüman olsun– cezalarını dünyada çekeceklerdir. Bu yönüyle Hz. Sahip Kıran’ın ifadesiyle, şeriat-ı fıtriyenin prensiplerini ihmal edenler de ceza çekeceklerdir. Biz bu cezayı bir ölçüde sekiz asırdan beri, bir ölçüde beş asırdan beri hem de korkunç bir şekilde çekiyoruz. Çünkü Müslümanlar kâinattan habersiz yaşadıklarından dolayı, dünya muvazenesindeki yerlerini kaybetmiş ve haklarında herkese şunu söyletmişlerdir: “Eğer Müslümanlık onu temsil edenlerin şu hâliyle bize kendisini anlatıyorsa, ne o Kur’ân’da, ne Sünnet’te ne de Müslümanlıkta hayır yok demektir.”

Evet, Müslümanların kendi inandıkları inanç esaslarına taban tabana zıt ortaya koydukları hareket ve tavırlar, bu dünyada bir kısım kimselerin Müslümanlığa karşı müstenkif kalmalarına sebebiyet vermektedir. Allah’ın, bir mü’minin, ferdî olsa bile kâfirin sultası altında yaşamasına razı olmadığını Kur’ân beyan etmektedir.12 Ne var ki işte bu hâl ve tavırlar, Müslümanları, topyekün dünyada başkalarının sultası altında yaşamaya mahkûm etmiştir.

Netice itibarıyla âyât-ı tekviniyenin prensiplerini bilmemek ve o prensiplere riayet etmeyip onlara karşı alâkasız kalmak, dinin prensiplerine karşı bakış açısını da bulandırmıştır. Dolayısıyla bunun ahirette de cezası vardır. Zira Allah, bu kâinat kitabını abes olarak yaratmamıştır. Kur’ân-ı Kerim, o kitabın tercümesi, peygamberler de o kitabın en müdakkik tercümanlarıdır. Bu iki kitap arasındaki uygunluk ve mutabakat yakalandığı zaman, gerçek Müslümanlık da yakalanmış olacaktır. Bize düşen vazife de “Kitab-ı kebir-i kâinat”la o kitabın tercüme-i ezeliyesi olan Kur’ân arasında nurdan bir koridor açıp bu iki kitap arasındaki irtibatı bir kere daha ortaya çıkarmaktır.

Alıcı-Verici Münasebeti

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), yeryüzünde gelip geçmiş ve bundan sonra da gelecek insanlar içinde falso görmeyen ve fiyasko yaşamayan yegane insandır. Çünkü Allah (celle celâluhu), insanlığa “insan-ı kâmil” olma yolunu açan İnsanlığın İftihar Tablosu için, “insan-ı ekmel” olmaya mâni olabilecek hâdiseleri daha tasarıda iken bertaraf etmiş, O’nu hep hayra yönlendirmiş ve O da hep “insan-ı ekmel” olma keyfiyetini sergilemiştir. Eğer böyle olmasaydı, O’nun açmış olduğu bu kutlu yolda, kemale giden ümmeti birtakım arızalar yaşardı. Bu sebeple evvelâ, Peygamber Efendimiz’in vazife ve misyonu adına falso ve fiyaskonun rüyasının dahi yaşanmadığını bir kere daha vicdanlarımızda tespit etmemiz lâzım geldiğine inanıyorum.

Sâniyen burada bir alıcı-verici münasebeti söz konusudur. Verici ne kadar kuvvetli olursa olsun, alıcılar açık değilse veya alıcıların frekans ayarlamasında bir bozukluk varsa, diyaloğun gerçekleşmesi mümkün değildir. Alıcı, bütünü ile kibre programlanmışsa, hep burnunu dikip başkalarına yukardan bakıyorsa, getirici Cibril bile olsa, muhatabında herhangi bir değişiklik meydana gelmeyeceği muhakkaktır.

Evet, kibir, zulüm ve inhirafla yanlışlıklara düğümlenen bir insanın, verici kim olursa olsun, o vericinin hayat bahşeden tayflarından istifade etmesi imkânsızdır. Nitekim Ebû Leheb, Ebû Cehil, Utbe gibi kem tâli’liler, alıcılarını tamamen kapattıkları için, yanında bulundukları hâlde Efendimiz’den gelen nurlu mesajları alamamışlar ve körkütük karanlıklara dalıp gitmişlerdir.

Vâkıa, önce Efendimiz’e inanıp, O’nunla diz dize verdiği, vahyi dinlediği, hatta bu vahyin kitabet vazifesini üzerine aldığı hâlde, daha sonraları inhiraf eden; inhiraf edip kendisine peygamber diyecek kadar sapıtan insanlar da olmuştur. O zatın nurefşân “halka-i zikir ve fikr”inden ayrılan insanlarda da böyle bir inhiraf yaşanması bize şunu göstermektedir: O’nunla aynı zaman dilimini yaşadıkları hâlde, Peygamber Efendimiz’e baştan iman edip daha sonra O’ndan ayrılanlar olduğu gibi, Ebû Hanife’nin halkasından ayrılanlar, Gazzâlî’yi, İmam Rabbânî’yi anlamayanlar, Hz. Bediüzzaman’a karşı temerrüt edenler, hatta “tanıdım” dediği hâlde inhiraf ederek başını alıp farklı mecralara kayanlar da olmuştur ve olacaktır. Zira mikro plânda Asr-ı Saadet’te cereyan eden hâdiseler, kıyamete kadar gelecek hâdiseler için de aynı türden şeylerin zuhur edeceklerini tembih etmektedir.

Yine bundan sonra da büyük insanlar çıkacak, “kuvve-i kutsiye” ve “câzibe-i kutsiye”leri ile binleri, milyonları etraflarında toplayacaklardır. Ne var ki buna rağmen, ziyadan dîdeleri rencide olan bir sürü huffaş da eksik olmayacaktır.

İnancın Fıtratla Bütünleşmesi

İslâm’ın biri itikad, diğeri de bu itikadın amelî ciheti olmak üzere iki yönü vardır. İtikad; İslâm’ın temel iman esasları olan, Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe ve kadere inanma demektir. Bundan başka İslâm’ın bir de amelî ciheti vardır ki, ibadet ü taat ve evrâd ü ezkâr bu kategori içine girmektedir. İtikada ait meseleler, İslâm’ın kökü, ibadete müteallik hususlar ise dalları ve semereleri hükmündedir.

İbadet, bütün güç ve kuvveti ile itikada ait meselelerin blokajı ve onları inkişaf ettiren fakülteleridir. Zira dinî hayatın kaymalardan korunması ve kollanması ancak ibadet ü taatle mümkündür. İnsan, ibadet ü taat olmazsa, kendi tabiatıyla bütünleşemez ve bunun neticesinde onun için, her zaman bir kısım değişik inhiraf noktalarından kaymalar söz konusu olabilir.

İbadet ü taat, insanda ikinci bir fıtrat meydana getirir ve işte bu ikinci fıtrat, insanın gerçek kimliğini oluşturur. Günümüzde eksikliği ciddî şekilde hissedilen bu durum, çok yaygın olarak kimlik arayışı veya kimlik bunalımı şeklinde kendini hissettirmektedir. Zannediyorum bizler, gerçek kimliğin ne olduğunu da bilmemekteyiz. Bir mü’min için kimlik, akide ile alâkalı manzumeyi olduğu gibi kabul etmek, ibadet ü taatle bütünleşmek ve muamelatını da tarihten gelen sabit şekliyle yerine getirmektir. İşte ibadet ü taat sayesinde inanılan bu nazarî hakikatler, doğrudan doğruya pratiğe dönmekte ve dolayısıyla da insan tabiatıyla bütünleşmektedir.

İnsan, nazarî olarak inanılması gerekli olan bir kısım hakikatleri kabul edebilir. Ancak, ister ilim adına yapılan araştırmalarda, isterse inanç ve ibadet dünyasıyla alâkalı hususlarda olsun, mârifetullah ufkuna ulaşmak nazarî akılla değil; amelî akılla mümkün olacaktır. Zira insan, inancını ancak ibadet ü taatle tabiatının bir parçası ve derinliği hâline getirebilir. Bu sebeple ibadet ü taat yapmayan bir insanın inancı sığdır ve böyle bir insan her an inhiraf etmeye mahkumdur.

İnsan Ebetlere Namzettir

Nimetle nimet vereni duymak, nimet verenin büyüklüğünü kabul etmek ve nimet verene karşı sorumlulukları hatırlamak arasında çok sıkı bir münasebet vardır. Kur’ân-ı Kerim’de “O, göklerde ve yerdekilerin tamamını, kendi tarafından sizin hizmetinize verdi. Bunda, tefekkür eden bir kavim için deliller ve ibretler vardır.”13; “Görmez misiniz ki, Allah göklerde ve yerde olan şeyleri hep sizin menfaatinize musahhar kıldı. Üzerinize açık ve gizli olarak birçok nimetlerini tamamladı.”14 gibi âyetlerde yine bu hakikatler dile getirilmektedir.

Bu nimetler hiç hatırlatılmamış olsaydı, nimetlerle yüreklerin şahlanması, duygu ve düşüncelerin heyecana gelmesi ve bir konsantrasyon yaşanması söz konusu olmaz ve bunun neticesinde de insan, kulluğunun şuurunda olamazdı. Zira yeryüzünde kendi şuurunun farkında olan ve vicdanında da bunu duyabilecek kapasiteye sahip bulunan insan, Kur’ân-ı Kerim ve enbiya-i izamın hayatbahş olan soluklarını yakalayabilmişse, arş-ı Rubûbiyetle konsantrasyona girmiş ve dolayısıyla nimetlerden o nimetleri veren Mün’im’e ulaşmış demektir. Bediüzzaman Hazretleri de “Nimete bakıldığı zaman Mün’im, sanata bakıldığı zaman Sâni, esbaba nazar edildiği vakit Müessir-i Hakikî zihne ve fikre gelmelidir.”15 mülâhazalarını çok tekrarlar ki bu çok önemlidir. İşte bence, insana ibadetin gerçek derinliğini kazandıran hakikî kulluk münasebeti budur.

İnsan, kendini kendi duyguları ile dinlediğinde, ebede namzet olduğunu, ebetten ve Ebedî Zât’tan başka hiçbir şeyle tatmin olmayacağını anlayacaktır. Eğer insanları duygu, düşünce, istidat ve kabiliyetleriyle değerlendirecek olursak, sadece dünyanın değil, fezanın enginlikleri bile onun derinlikleri yanında sığ kalacaktır.

Evet mahiyet itibarıyla ebetlere namzet olarak yaratılmış olan insan, varlık deryasında öyle bir mahiyete sahiptir ki, onun Hâlık (Yaratıcı)’dan başka bir şeyle tatmin olması mümkün değildir. Bu hakikati Bediüzzaman’ın şu enfes sözleri ne güzel ifade eder:

Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahmân’a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim, fakat bir Yâr-ı Bâkî isterim. Zerreyim, fakat bir Şems-i Sermed isterim. Hiç-ender hiçim, fakat bu mevcudâtı umûmen isterim!16

Hayatın Ahirete Göre Programlanması

Kişinin bu dünyada yaşarken Cennet’in zümrüt tepelerinde tenezzüh etmesi, onun, hayatını ahirete göre plânlaması demektir. Bu duygu ve düşüncede olan bir insan, iman, mârifet, muhasebe ve murakabe kanatlarıyla her lâhza âdeta Cenâb-ı Hakk’ın müşâhedesi altında bulunuyor gibidir. Böylesi lâhutî bir iklime ulaşmak herkes için mukadderdir ve imanın diriltici atmosferinde derinleşen her fert, –Allahın inayet ve keremiyle– bu duyguyu, bütün canlılık ve enginliğiyle vicdanında duyabilir.

Sâniyen, yukarıda ifade edilen enginliklere muttali olmak, büyük ölçüde salih amelde ısrara vâbestedir. Evet, her tecrübe kendi sahasında yapılır. Meselâ, fiziğe ait hususlarla alâkalı deneyler, kimya veya biyoloji laboratuvarlarında yapılamaz; yapılsa da yanlış sonuçlar elde edilir. Aynen bunun gibi kalbî, vicdanî ve insanî letaifle alâkalı meselelerin, ancak Rabb’le irtibat sayesinde, ayrı bir vadide ve değişik tecrübelere tâbi tutularak inkişaf ettirilmesi mümkündür. İşte bunun neticesinde insanın gözünden perdeler kalkar ve insan, hakikatleri ayan-beyan görebilir.

İnsanın Cenâb-ı Hakk’ın kendisine vermiş olduğu istidat ve kabiliyetleri rantabl bir şekilde kullanarak onları geliştirmesi her zaman mümkündür. Ne var ki bu biraz da fırsatları değerlendirmeye bağlıdır. Meselâ bir gül tahayyül edelim. Gül için, ay ve güneşin doğup batması hiçbir şey ifade etmez. O bütün bir yaz boyunca yatar, uyur ve ömrünü öyle hareketsiz geçirir. Ama bir de ayçiçeği vardır ki o, devamlı güneşin doğmasını kollar. Güneş doğunca da yüzünü ona çevirir, hep onu takip eder ve batıncaya kadar da yüzünü ondan bir lâhza olsun ayırmaz. İşte ebet için yaratılmış olan insan da böyle olmalıdır. O, kendine ihsan edilen istidatlarını, fânî ve geçici şeyler için kullanmamalı, onları esmâ, sıfat, zât dairelerine seyahat ile Zât-ı Uluhiyete kadar uzanan yolculuğunda bir azık yapmalı ve her hâl ü kârda onları inkişaf ettirme yollarını araştırmalıdır.

Sâlisen, bu meseleyi Muhyiddin İbn Arabî, İmam Gazzâlî, İmam Rabbanî, Mevlâna Halid ve Üstad Bediüzzaman gibi başyüceler daha farklı görmüş ve daha farklı müşâhede etmişlerdir. Zira onlar, ileride görecekleri hakikatleri henüz vuku bulmadan, uhrevî ve berzahî levhalarda aynıyla müşâhede etmişlerdir. Böyle zirveler zirvesi bir ufka ulaşmak bir yönüyle çalışmaya, diğer yönüyle de istidada vâbestedir ve bu, daha dünyada iken Cennet yamaçlarında gezmenin farklı bir buududur.

Bu mertebelerin yakalanması zamanımızda da mümkündür. Bunun için himmetler âlî tutulmalı, hem fert hem de toplum plânında insanlık, “insan-ı kâmil” olma yoluna yönlendirilmelidir. Aynı zamanda Üstad’ın da ifade buyurduğu gibi azamî takva ve azamî ihlâs gözetilmeli ve hedef de azamî velâyet olmalıdır.

Hayal ve Tasavvurda İstikamet

Hayal, tasavvur ve hakikatin ötesinde bir zihin faaliyeti, ruhun ufuk ötesine uzanmış kolu kanadı ve hakikat ışıklarını kendine göre şekillendiren bir mânâ menşûrudur.

İnsan farkında olsun olmasın, hayal hanesine iyi duygular gibi fena duygu ve düşünceleri de misafir edebilir. Fena şeyleri hayal etmek, insanı fena tasavvurlara, fena tasavvurlar, fena tefekkürlere, fena tefekkürler de fena plânlara itebilir. Bu türlü tasavvur ve hayallere yelken açan insanların –hususiyle de gençlerin– her zaman hiç istenmeyen ve zararı telâfi edilemeyen fenalıkları yapmaları mümkündür. Bu açıdan fıska açılan her hayal, dalâlete doğru atılan bir adım demektir.

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Sizden biriniz islâmını (Allah’a karşı kulluğunu) samimiyetle, iyi yaptığı zamanda işlediği her bir iyilik, kendisi için on katı ile.. ta yedi yüz katına kadar (fazlasıyla) yazılır. İşlediği her bir kötülük ise kendisine misliyle yazılır.”17 buyurur; bir sahabi, Efendimiz’e gelir ve şöyle bir soru sorar: “Herhangi birimiz günah işlediğinde ne olur?” Allah Resûlü: “İşlediği günah, günah defterine yazılır.” buyururlar. Sahabi: “O günahtan istiğfar edip tevbe ederse, ne olur?” der. Allah Resûlü: “Bağışlanır ve tevbesi kabul edilir.” Sahabi: “Sonra tekrar günah işlerse ne olur?” Allah Resûlü: “Tekrar yazılır.” Sahabi: “Peki tekrar tevbeye dönerse?” Allah Resûlü: “Tekrar bağışlanır.” Sahabi: “Tekrar dönerse?” Allah Resûlü sonunda şöyle der: “Allah onu tekrar bağışlar ve tevbesini kabul eder. Siz (istiğfardan) usanmadıkça Allah da (mağfiretten) usanmaz.”18 hadisleri bize bu mevzuda değişik ufuklar açmaktadır.

Burada akla, “Fena şeyleri aklından geçiren bir insan muaheze edilecek midir?” şeklinde bir soru gelebilir. Evet, insanlar seviyelerine göre muaheze olacaklardır. Bütün duygu ve düşünceleri itibarıyla Allah’a göre kurulmuş ve plânlanmış, hafıza ve muhakeme disketleri tamamen Allah tarafından ilâhî rahmet serasında karantinaya alınmış insanlar, hayal dünyalarında fenalık sath-ı mâiline girdiklerinde, Allah (celle celâluhu) onları âdeta “Zinhar hayaline fısk karıştırma!” diyerek hemen mini bir belâ ile sarsar. Allahu Teâlâ’nın değişik ihsanlarına mazhar olmuş ve lütuflar helezonunda yükselmiş; ama buna rağmen hayal ve tasavvurlarıyla dahi olsa fenalıklara açık olan insanları, Cenâb-ı Hak tedip eder. Zira böyle bir durumun kurbiyet mazhariyetiyle telifi mümkün değildir.

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, bu hususta, insanlar seviyelerine göre muaheze olunacaklardır. Meselâ, kendilerinden sadece okuma, tefekkür etme ve Allah’a kurbiyet kazanma beklenen insanlar, Allah’ın bunca himaye, inayet ve kelâetine mazhar oldukları hâlde, çarşı ve pazarda gözlerine dikkat etmiyorlarsa, bunları dikkatsizliklerine hamledip, hayal ve tasavvur fıskından gelmiş şeyler olarak görmeli ve bir lâhza olsun vakit kaybetmeden Allah’a teveccüh edip istiğfarda bulunmalıdırlar.

Bir de vazifesi icabı pek çok yanları itibarıyla eracif yığını hâline gelen hayat-ı içtimaiyenin içinde olan insanlar vardır ki, zaruret icabı onlara biraz müsamahayla bakmak gerekir. Zira toplumun içinde kalıp ondan gelenlere katlanmak, tek başına olmaktan daha hayırlıdır. Bu sebeple toplum içinde vazife yapanlar, günahla her zaman iç içe oldukları için, kendilerine fenalık adına istenmeyen şeylerin bulaşması her zaman mümkündür. Zira çamurlu yolda yürüyen bir insanın paçalarına çamur bulaşmaması çok zordur.

Evet, istikamet insanı, hayal ve tasavvurlarına bile fena duygu ve düşünceleri konuk etmez. Beşeriyet icabı bir yerde sürçüp günah atmosferine kaysa, hiç vakit kaybetmeden tevbe edip hemen günahın boğucu ikliminden sıyrılıp tevbe ve istiğfarın paklayıcı atmosferine sığınır.

“Kendini Bil”

İnsanın en zor keşfedeceği şey, onun kendi iç âleminde meydana gelen inhiraflar ve başkalaşmalardır. İnsana en yakın olan yine insanın kendisi olmasına rağmen o, eline iki ayna almayınca ense kökünü dahi göremeyecek kadar kendine yabancıdır. İnsanın kendini bilmesi ve iç âlemini tanıması ise, onun bedenini bilmesinden çok daha zor ve karmaşıktır. Bu açıdan da insanın, mutlaka bir mürşit ve muallimin rahle-i tedrisinden geçip kendini bulmaya ihtiyacı vardır.

Peygamberler, örnek hayatları, oturmuş kişilikleri ve mümtaz şahsiyetleriyle, insanlara mürşitlik ve muallimlik vazifesini kusursuz eda eden kimselerdir. İrşat ve tebliğde en önemli esas, söylenen hakikatlerin yaşanması ise; Peygamberlerin, tebliğ ettikleri hususları temsilde de eşleri olmadığı görülmektedir. İnsanın kendisini bulması mevzuunda en mukaddes kitapların bile, insana –bir rehberi olmazsa– yetmeyeceği bir hakikattir.. ya başkaları.!

İman-Küfür Arası

İman-küfür arasında dağlar, tepeler vardır ama, farkına varılmadan atılan her adım insanı küfrün gayyâsına yuvarlayabilir. Düşüncede başlayan inhiraflar, zamanla davranışlara akseder ve tıpkı kimyevî maddelerin istihalesinde olduğu gibi, insanın duygu ve düşünce dünyasına akan şeyler hiç farkına varılmadan o duygu ve düşünceleri değiştirebilir.

Evet bakarsınız, dün çok muttaki, çok musalli bir adam bugün uyuşturucuya, alkole müptela olmuş ve artık düşe kalka yürüyor.. sorarsınız, o da size, “Dün böyleydim ama Allah düşürdü.” der. Ne var ki o, düştüğü bu çukura düşünceye kadar değişik merhalelerden geçmiş ve nasıl düştüğünün farkına asla varamamıştır. Üstad, sünnet kaynaklı bu espriyi çok güzel ifadelendirir: “Her bir günah içinde küfre giden bir yol vardır.”19

İnsanın günahtan rahatsızlık duymaması, günah işlemekten daha büyük bir günahtır. Evet, işlediğiniz bir kebîre (büyük günah), sizi arkadan istiğfara sevk ediyorsa o büyük de olsa küçük bir günahtır. Yani sizin duygularınızda, düşüncelerinizde istiğfara yönelme hissi varsa, işlediğiniz büyük günah, büyük değildir. Çünkü nedametinizle, ızdırabınızla onun başını her zaman ezebilirsiniz. Aksine, önemsemediğiniz ve hiç farkına varmadan devamlı işlediğiniz küçük günahlar ise artık küçüklükten çıkmış, büyük bir günah olmuş ve “Her bir günah içinde küfre giden bir yol vardır.” medlulünce sizin için kalbinizi ısıran bir yılan hâline gelmiştir.

İlk Dört Asır

Hicrî ilk dört asır, Kur’ân, Sünnet ve Selef-i salihînin içtihatlarında ciddî bir uyumun olduğu bereketli çağlardır. Bunun kavranıp keşfedilmesi, günümüz İlâhiyatçısının yeniden keşfi kadar önemli olsa gerek…

Helâl Şeylere Aşırı Muhabbet

Helâl şeylere aşırı muhabbet küfre sebebiyet vermez. Hatta helâlin çok fazlası ve suistimali için bile küfre götürür demek doğru değildir. Ancak, insan bazı şeylere alışınca o yolla gelen suistimalâtın açacağı başka kapılar olabilir. Bu hususta Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha’da “Mütrefin” diye bir zümreden bahsedilir.20 Bunlar yemesinde-içmesinde, yatmasında-kalkmasında aşırı aristokrat davranan insanlardır. Allah, bir beldeyi helâk etmek istediğinde o beldenin kaderine, mütrefini hâkim kılar, deniyor. Dolayısıyla yemeyi-içmeyi, yatmayı gaye-i hayal hâline getirmiş insanlar, ilâhî tehdide sebep teşkil ediyor olabilirler.

Aynı zamanda, bu kadar tenperver ve cesetperver olan insanların, hakperest olmaları da çok zordur. Onun için Üstad, ilk eserlerinden olan Mesnevi’de şöyle der: “Hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına yüksel.”21 Zaten beden dünyası içinde çark edip dönen bir insanın da, ruh dünyasının âdâb ve erkânına riayet etmesi mümkün değildir.

Bu meseleye zühd açısından yaklaşılacak olunursa, yeme-içme gibi bedenî fonksiyonlarda yetecek kadar bir şeyle iktifa edip sonra da Allah’ın bize olan ihsanlarını yine O’nun rızasını kazanma istikametinde sarf etmek önemli bir esastır. Bu itibarla da, mübahlardan, helâllerden bile fazla yararlanma peşinde olan bir insan, tehlike sath-ı mâilinde dolaşıyor demektir. Üstad’ın, “Her bir günah içinde küfre giden bir yol vardır.”22 sözü, günahların küfre atılan birer adım olduklarını ifade etmektedir.. evet bir kere yalan söyleme, küfre doğru atılmış bir adım ve aynı zamanda imandan da o miktar soğuma demektir. Keza, bir kere zinaya yaklaşma, küfre doğru bir adım, imana da o ölçüde yabancılaşma demektir.

Ayrıca her bir günah, emsaline bir çağrı ve davetiyedir. Bu da fasit bir dairenin oluşması demektir ki, işlenen her günah, yanında yeni bir günah ister ve derken insanı reyn’e götürür. Efendimizin hadis-i şeriflerde işaret buyurduğu “reyn”, günahlar karşısında kalbin paslanması demektir. Günahlar istiğfarla yıkanıp temizlenmezse kalb paslanır ve işte bu hâlin tekerrür etmesi kalbin ölümünü netice verir.23

Günahın bu dezavantajının yanında, Allah’ın, bizim güzel işlerimiz hakkında, rahmetle, lütufla tecellisi de söz konusudur. Hatta Cenâb-ı Hakk’ın bize karşı muamelesi daha ziyade hep bu istikamettedir.

Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle rahmet, her şeyden daha geniş, daha engin ve her şeyi istiab edecek ölçüdedir. Onun için Allah, çok defa o fasit daire zincirini kırar ve bunun zıddı olan “velud (doğurgan) döngü” de diyebileceğimiz hasenatın hasenatı doğurmasını temin buyurur.

İnsanın mahiyetinde fenalıklara karşı temayül daha şiddetli, daha azgın, daha amansızdır ama, beri tarafta Cenâb-ı Hakk’ın inayetinin, iyilikler istikametinde bizi desteklemesi de, o şer cephesine karşı, bizim için çok önemli bir avantaj teşkil etmektedir. Bunu şöyle ifade edebiliriz; şeytanın idlaline maruz kalan insan, onun gözünün içine baka baka şöyle der: “Evet sen güçlü görünüyorsun ve benim tabiatımı da yanına alıyorsun; şehvet, öfke, hiddet, şiddet dinamitlerini her zaman ateşleyebiliyorsun ama, unuttuğun bir şey oluyor; benim öyle bir yâr-ı vefadarım var ki, Kur’ân-ı Kerim’de kim bilir kaç yerde نِعْمَ الْمَوْلٰى وَنِعْمَ النَّصِيرُ “O ne güzel yar ve yardımcı, O ne güzel destekçi’24 diye bana hep kendisini anlatıyor.”

İşte bu mülâhaza ile çok defa kıtmirane ettiğim dualarımdan biri şudur: اَللّٰهُمَّ أَيِّدْنَا بِرُوحٍ مِنْ عِنْدِكَ “Allah’ım! Kendi nezd-i uluhiyetinden bir ruhla, bir mânâyla, bir güç kaynağıyla bizi teyit buyur, destekle.” Âmin!

Nefis Belâsı

Ben şahsen mânânın Herkül’ü bile olsam, bir salise nefsimle baş başa kalmaktan Allah’a sığınırım. Muhal farz perde-i gayb açılsa, Arş-ı Rahman’ı temâşâ etsem, o bağın gülünden nergisinden gönlüm ilhamlarla dolup taşsa hatta, sözgelimi uzak istikbalim adına beraat vaadi alsam, yine derim ki: “Allah’ım beni benimle baş başa bırakma; beni hep Sen evir çevir!” Ben doğru işlerden bile yanlış şeyler çıkarabilirim. Çünkü tabiatımda beni yanlışlıklara çeken yanlarım pek çok.

Bütün bunlarla ifrat ediyorsunuz derseniz, derim ki: Allah Resûlü sabah-akşam “Allah’ım, beni göz açıp kapayıncaya kadar nefsimle baş başa bırakma!”25 duasını dilinden düşürmüyordu. Eğer âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah Resûlü böyle davranıyorsa, bu bize bir işarettir ki, kimse garantinin zerresine sahip olduğunu iddia etmemelidir. Eğer O böyle diyorsa, Hz. Musa da Hz. İsa da Hz. Davud da öyle der. Kaldı ki bir başka yerde yine O, “Hiç kimse kendi ameliyle Cennet’e giremez.”26 buyurur.

Evet isterse birisi büyüklüğüyle, başarılarıyla, muvaffakiyetleriyle, zaferleriyle dillere destan olsun; emirliğiyle “ni’me’l-emir” dedirtecek seviyeye; ordularıyla “ni’me’l-ceyş” dedirtecek ufka ulaşsın; binler, yüz binler İstanbul’u fethetsin…27 evet bütün bu başarılar, kurtuluşumuz adına eğer ilâhî teyidat yoksa, hiçbir şey ifade etmezler. “Allah, rahmetiyle bizi sarıp sarmalar ve fazlıyla kuşatırsa işte o zaman kurtuluruz.” Yoksa –hafizanallah– Cennet yolu benim için çok rahat, Allah’a ulaşma hazır ayağımın dibinde, az yürüyünce varırım mülâhazaları.. şeytanî mülâhazalardır.

Temsil

Eğer bir din âlemşümul ise, artık o din bir yönüyle dünya çapında büyük istidatlar tarafından arızasız, kusursuz, hatta insanın kendine ve yakınlarına rağmen temsil edilmelidir ki kimsenin içinde herhangi bir ukde kalmasın. Efendimiz âlemşümul bir dinin tebliğcisi olmanın şuurunda ve onun gereklerini gözetme hassasiyetiyle de temsilin zirvesindedir. Bu meyanda O’nun tebliğ yanının bir misyon, temsil yanının da bir vazife ve sorumluluk olduğunu da hatırlatalım.

Amcasının oğlu İbn Abbas, halasının oğlu Zübeyr b. Avvam ve amcazadesi Ubeyd b. Harise gibi birer dev kamet ve liyakat sahibi kimseler, liyakatleri olduğu hâlde, başkalarının aldığını bile almadan O’nun yanında hep birer nefer olarak çalışmışlardır. Hz. Abbas, mantık, düşünce, felsefe, boy pos, güzellik, emniyet telkin edicilik gibi hiçbir eksiği olmayan bir insandı. “Bana da imaret ver.” demesi karşısında Efendimiz, “Bu vazifeyi isteyene vermeyiz.”28 buyurdu. Hz. Ali’ye ve Hz. Fatıma’ya da aynı istikamette sözler söylemişti. Evet, O’nun için söz konusu olmasa bile insanın kendi yakınlarına birer paye vermesi demek başkalarını küstürmesi ve uzaklaştırması demektir.

Şimdi de meselenin hassasiyetini, bizzat Efendimizin karşılaştığı hâdiselerde takip edelim: Peygamberimiz, Huneyn harbini müteakip ganimet dağıtırken, kalblerini telif için Safvan ve emsâli kabile reislerine fazlaca bir şeyler vermişti. Bu bedevi kabilelerinin reisleri oldukça sert, haşin, dediğim dedik, inadım inat insanlardı. Allah Resûlü bunların kalblerini telif etmek suretiyle onlara İslâm’ı sevdiriyordu. Ancak bunu anlayamayan bazı Ensar gençleri; –tabir aynen bu– “Bu adam kendi yakınlarını buldu, onları kayırmaya başladı. Kılıçlarımızdan hasımlarımızın kanları damlıyor, O ise, bizim ganimet olarak elde ettiğimiz şeyi onlara dağıtıyor.” dediler. Allah Resûlü, bu problemi çözmek için yerinde, sür’atli ve çok isabetli bir hamle yapıp hemen Ensar’ı topladı ve meseleyi oracıkta hallediverdi.29 Buhari ve Müslim’de gördüğümüz bir başka hadis-i şerifte ise, Ensar’dan görünen bir zat –kim bilir belki içinde nifakı vardı veya peygamberimizle konuşurken, huzurun adabının gerektirdiği espriyi kavrayamamış biriydi– gelip diyor ki: “Zübeyr tarlasını suluyor, benim tarlam onun tarlasının altında, o istediğim zaman suyu salmıyor ki ben de tarlayı sulayayım.” Efendimiz: “Zübeyr, kendi tarlalarını sula, ondan sonra suyu salıver komşun da sulasın.” diyor. Bunun üzerine adam “Halanın oğlu da ondan!” deyiveriyor. Allah Resûlü de canı çok sıkılıyor; Zübeyr’e “Duvarlarının şurası dolana kadar suyu tut.”30 diyor.

Aynı hassasiyet Hz. Ebû Bekir döneminde de devam ediyor. O devletin başında olduğu dönemde Teymoğulları’ndan kimseyi işin başına getirmiyor. Hz. Ömer de aynı hassasiyeti koruyarak Adiyoğulları’ndan kimseyi kayırmıyor.. ve tabiî bu dönemde hiç kimsenin idareden şikâyeti yoktur ve herkes hâlinden memnundur. Ancak, sadr-ı sânîsînde Hz. Osman’ın, Beni Ümeyye’den bazı zatları iş başına getirmesi, “Yakın akrabasını korumaya başladı.” şeklinde tenkitlere ve şikâyetlere sebebiyet verdi ki, önü alınmaz fitnelerin kapısı da böylece aralanmış oluyordu.

Hz. Ali’nin vefatını müteakip Hz. Hasan’a biat edildiğinde, bir Peygamber torunu gibi kucaklanmamıştı. Hz. Hüseyin’i öldüren insanlar peygamber torunu öldürdüklerinin farkındaydılar. Evet, dünya saltanatı ve çıkarları araya girince, Allah Resûlü yakınlığı görülemeyebiliyordu. Tarihî realiteler içinde meselenin bu yanı da gözardı edilmemelidir.

Gerçi daha sonra Emeviler de, Abbasiler de, Selçuklular da, Osmanlılar da, bu meselede “Babadan evlâda” diyerek bir yanlışlığa girmişlerdi ama, bu onlara aitti ve geldi geçti… Ne var ki biz, meseleyi Raşit Halifeler dönemindeki inceliği ve dava-yı nübüvvetin vârisleri açısından ele alacak olursak çok isabetli olmadığını görürüz.

Tehlikeli olan sadece sülâle ve akraba-i taallukat değil; değişik menfaat duygularıyla, birilerinin bazı fasl-ı müşterekleri kullanarak, birilerini bir araya getirip bir parti kurması, –ki bu parti kurmadan daha ziyade bir şebeke, bir çete kurmaya benziyor– kurup devleti öyle idare etmeye yeltenmesi de aynı yanlışlıklar cümlesindendir.

Bence evrensel bir din bütün insanlar tarafından temsile açık olmalı; dünyanın neresinde olursa olsun liyakatliler gelmeli iş başına… Kur’ân’ın إِنَّ أَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ أَتْقَاكُمْ “Allah indinde en şerifiniz, en muttaki olanınızdır.”31 sözüne kulak verip, takvayı esas almalı; yani hem farzları yerine getirip kebairden içtinap etmeli hem de şüpheli şeylerden sakınmalı; hatta bazı mübahları şüphelidir mülâhazası ile terk etmenin yanında, şeriat-ı fıtriyenin kanunlarını çok iyi bilip onlara da riayette bulunmalı; yani mutlaka korkma, sakınma, vikayeye sığınma, şeriat-ı fıtriye ve âyâtı tekviniyenin kanunlarına riayette bulunma ve onları kavrama, değerlendirme, yorumlamada kusur edilmemelidir.

Şimdi, böyle muttakileri arayıp bulmak var iken, getirip onun yerine başkalarını koymak elbette ki doğru değildir. Bu her zaman için söz konusudur. Evet, siz, önemli bir yere geldiğinizde, daha liyakatliler varken bir yakınınızı, akrabanızı korur ve iyi bir iş yapma imkânı doğduğunda kendi yakınlarınıza salıklarsanız, bir hata yapmış olursunuz. Oysaki Efendimiz, Hz. Fatıma’nın hizmetçi istemesi karşısında ona şöyle buyurmuştu: “Ben falan yerde filan yerde şöyle yapan böyle yapan insanların hakkını sana veremem. Aslında sana ondan daha hayırlı bir şey verebilirim, yatağa girdiğiniz zaman otuz üç defa ‘sübhanallah’, otuz üç defa ‘elhamdülillâh’, otuz dört defa ‘Allahu ekber’ demen o hizmetçiden daha hayırlıdır.”32 buyurur. Zannediyorum Efendimiz vefat edeceği ana kadar da, Fatıma Validemiz hep değirmen taşı çevirdi.. eli nasırlandı.. su taşıya taşıya omuzu da nasır bağladı… Onun bir-iki eski urbası vardı ve sadece bir odacıkta oturuyordu.

Aynı durum Hz. Ömer dönemi için de her zaman söylenebilir. O, kendi yakınlarından biri bir şey istediğinde: “Hayır Allah Resûlü’nün huzurunda, falanı öyle bir savaşırken gördüm ki, evlâdım, onu bırakıp da bunu sana veremem.” derdi. Ve Hz. Ömer’in sokakta torununu tanıyamaması da bu hususta önemli bir ipucudur. Hz. Ebû Bekir de takva hususunda aynı hassasiyet içinde idi… İlk altı-yedi sene Hz. Osman da hep öyle davrandı. Hz. Ali de öyle hareket etmişti ama, onun zamanında iş şirazeden çıkmıştı.. ve ona diğerleri ölçüsünde kendini ifade edebilme imkânı kalmamıştı.33

Bütün bunlarla beraber, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer bizim için çok önemli örneklerdir. Bugün de “din-i mübîn-i İslâm”ı gerçek mânâda temsil etmeyi düşünüyorsak, kendi yakınlarımızı değil; Allah’a yakın olanları tutmalıyız ki Hak da bizi tutsun. Yoksa yakınlarımızı kayırdığımız; kardeşime iş, akrabama iş dediğimiz takdirde, halkın genel teveccühünü kaybederiz.

Bu arada, kardeşlerimin fakir kalması için dua ettiğimi de size söylemeliyim. Tabiî, böyle bir hassasiyetin yorumlanmasını anlayışınıza havale ediyorum. İstemediğim hâlde, eğer fakire bırakılan hediyeleri yakınlarıma verseydim, onunla süpermarket açarlardı. Ben, bu yollarla değil, Allah’ın onlara meşru yoldan bile bir şey vermesini istemiyorum; çünkü Müslümanın en büyük sermayesi, itibarıdır. Eski yıllarda bazı dostlarım önemli yerlere gelmişlerdi. Bu sebeple ben, Kestanepazarı’ndayken âdeta hiçbir Erzurumlunun selâmını dahi almazdım. Bir gün liyakati de olan birisi geldi ağladı ve “Benim bütün suçum Erzurumlu olmak mı?” diyerek bana sitem etti.

Eğer insanımızın sizi kabul etmesini istiyorsanız, sırtınızı ne hemşeri ne de akrabaya vermelisiniz. Bu millete güvenmeli, sevmek istiyorsanız bu milleti sevmelisiniz.

Ölen Duygular Canlandırılabilir mi?

Canlandırılacak olanları da vardır, canlandırılamayacak olanları da. Üstad, “İnsanda bazı duygular vardır söner ve ölür.”34 buyuruyor. Ben kendi tecrübemle onların neler olduğunu bilemeyeceğim. Ancak, öyle anlaşılıyor ki insanın kemalâtına medar bazı letaif, eğer ihmalle ölmüşse, bir daha dirilmeyebiliyor. Dolayısıyla insan o ihmalin cezası olarak belli bir noktadan ileriye geçemez.

Ama imana esas teşkil edecek duygular, meselâ, insanın latîfe-i rabbaniyesi, kalbin bedene nispeti gibi kalbe nispeti olan sırrı; bunlar günahlar yüzünden tıpkı güneşin kaybolmasıyla kapanan çiçekler, tomurcuklar gibi kapanır, güneş doğunca da yeniden açılabilirler. Ne var ki, bu açılıp kapanmanın da herhâlde bir sınırı olsa gerek… Çünkü “Her bir günah içinde küfre giden bir yol vardır.”35 Bu itibarla da insan o kadar karanlıkta kalınca, ihtimal bir daha belini doğrultamayabilir. Onun için insan, “Kayıp düşsem de kalkar, doğrulur, yine yoluma devam ederim.” deyip kendini günahlara salmamalıdır. Çünkü her zaman kötü düşme ve kalkamama da söz konusudur.. evet insan, hiç düşmeyecek şekilde hareket etmelidir.

Gaflet ve temkinsizlikten kaynaklanmayan düşmeler mazur görülebilir; Allah ekstra ihsanda bulunup böyle bir kulunu yeniden ihyâ edebilir. Tıpkı cahiliye insanından –cahiliye yaşamış olmasına rağmen– sahabi çıkardığı gibi. Günümüzü de aynı şekilde düşünebiliriz. Zira çağ ifrit bir çağ ve şeytan fitneye körük çekmekte…

İçinde bulunduğumuz şartları ve fırsatları düşününce, meseleye, bazılarımızın durumu itibarıyla bakabilirsiniz. Ailelerimiz dindardır ve dinî bir muhitte hayata gözlerimizi açmışızdır ve bu konumumuzla, yerde İsrafil’in (aleyhisselâm) azametli heykelini her an müşâhede etmemiz lâzım gelirken, ne acıdır ki sıradan birer insan olduğumuz bile münakaşa edilebilir. Ayrıca kendimizi içinde bulduğumuz iman ve İslâm zemini bizim birer iyi insan olmamız için imkânlarımıza sunulmuş teyit edici, destekleyici bir faktör, sağlam bir zemin, bir vasat, bir ortam teşkil etmektedir ki, değerlendirilmemesi büyük ihmal sayılsa gerek.

İsraf

Nasıl ki yemede, içmede, yatmada, konuşmada israf haram sayılmış; cismanî zevkler mevzuunda da israf ve aşırılıklar, insanı, dünyevî-uhrevî bir kısım mahrumiyetlere maruz bırakabilir.

Yemekte israf günah, suda israf günah, hatta ibadet ü taat için abdest almada suyu fazla kullanma günahtır. Bu hususlarda ölçü, sadece ihtiyacı giderme olmalıdır. Bu açıdan bu türlü durumlarda dengeyi kaybetme ve israfa girme ahirette önemli bir kayıp vesilesi olabilir. Kulluk sürekli sorumluluk demektir ve oldukça zor bir meseledir. Ömür nihayet 60-70 senedir; başladığı gibi biter.. sonra dönüp bir gün size sorsalar, ne kadar yaşadınız? Kur’ân’ın ifadesiyle, يَوْمًا أَوْ بَعْضَ يَوْمٍ “Bir gün veya günün bir parçası kadar.”36 deyiverirsiniz.

Zannediyorum hayatı israf edenler ötede geriye bakıp çok utanacak ve “Allah Allah! Meğer ömür denen şey bir damla imiş; biz Allah’ın bize verdiği o imkânları hep o damlanın içine sıkıştırmış, deryayı damlada hapsetmiş ve güneşi zerrenin içinde öldürmüşüz” deyip inkisarla iki büklüm olacaklardır.

Tâbiînin iki büyük imamı, yine tâbiînin büyüklerinden Râbiatü’l-Adeviyye’ye gelip ona yalnızlığını hatırlatırlar ve “Hayatınızda bir yenilik düşünseniz.” gibi tekliflerde bulunurlar. Kendi gönüllerine göre isimlerini de söylerler. Bunun üzerine onlara “Rabbime ibadeti, kulluğu bırakıp da bu türlü şeylerle meşgul olmaya mı beni çağırıyorsunuz? Allah Allah ben de sizi bir şey zannediyordum, Rabbinizle meşgul olacağınıza, sıkılmadan gelmiş, bir kadınla bunları konuşuyorsunuz.” der…

Bizim için dezavantaj yanlardan birisi, günümüzde pek çok çürük insan olduğundan, bazılarımız hep çürüklere bakıp, “Çok şükür bende sağlam yanlar var.” deyip teselli olmamızdır. Oysaki, ortada Hz. Sahib-i Hakikat tarafından verilen ölçüler var. Ayrıca, ibadet ü taat, takva, zühd, incelik açısından hep üstümüzdekilere bakacağımıza, hep aşağıdakilere bakıp teselli aramaktayız.

Kur’ân’ın Anlaşılabilmesi İçin

Kur’ân’ı bütün derinlikleriyle kavrama, aslında her mü’minin vazifesi cümlesindendir. Ancak, buna muvaffak olan insan sayısı bugün oldukça azdır zannediyorum.

Kur’ân’ı, bahsi geçtiği şekilde kavrayabilmek için birçok dinamiğe ihtiyaç vardır. Bunlar arasında Kur’ân diline yani Arapçaya vakıf olmayı ilk sıraya koymalıyız. Ne var ki tek başına Arapça bilmek de yeterli değildir ve olamaz da. Kur’ân’ı sürekli kendine nâzil oluyor gibi okumak.. Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem)’i tanımak.. Kur’ân’ı tanımak uğrunda ısrarla çalışmalara devam etmek.. safvet, samimiyet ve ihlâsı hiç elden bırakmamak, esbab-ı nüzul, usûl-i tefsir gibi ilimleri bilmek.. ilâhî vâridâta açık bir sineye sahip olmak.. bilinmesi gerekli şeyler arasında sayılabilir.

Bu arada Seyyid Kutup, Elmalılı, Râzi, Bediüzzaman ve benzeri devâsâ şahsiyetlerin eserlerinin Kur’ân’ı kavramada bizler için çok önemli olduğuna inanıyorum. Bunlar bizim düşünme ufkumuzu açacak, yaklaşım metodolojisi gösterecek ve böylece yola başından değil de belki de ortadan girmemizi sağlayacak, zaman kaybımızı önleyecektir.

Salât ü Selâm Üzerine

Soru: Konuşurken Peygamber Efendimiz’in ismini söyledikten sonra “Sallallâhu aleyhi ve sellem” dediğimiz gibi yazıda da aynı şeye riayet etmemiz gerekir mi?

Salât ü selâm, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkında Cenâb-ı Hakk’a yapılan bir duadır. İnsanlığın İftihar Tablosu da, “Yanında adım anıldığı hâlde bana salât ü selâmda bulunmayanın burnu yerde sürtülsün.”37 ifadeleriyle bu konuda bizzat kendisi tahşidatta bulunmuştur. Dolayısıyla sözlü olarak söylediğimizde yaptığımız gibi, O’nun mübarek isimlerini yazdıktan sonra da “Sallallâhu aleyhi ve sellem”, “Aleyhissalâtü vesselâm” veya bunların kısaltması olan “s.a.s.” ve “a.s.” ifadelerini yazmak lâzımdır. Fakat burada “lâzım”dan muradımız, şer’î mânâda “mutlak lâzım” değildir. Zira insanın hayatında bir kere mi, yoksa Efendimiz’i her anışında mı salât ü selâm getirmesi gerektiği konusunda ulema arasında ihtilâf vardır.

Salât ü selâm getirirken, bir taraftan nâm-ı celîl-i Muhammedîyi yâd etmek, beri taraftan da, bir İmam Rabbânî, bir Üstad Bediüzzaman edasıyla, her zaman değişik tâzimât ve tekrimâtla hislerimizi ifade etmek ve böylece O Zât’ı içimizde daima taze tutmak ise, O’na karşı ayrı bir vefa borcudur.

İtkan ve İhsan Ufku

İtkan, herhangi bir hakikate yakından vâkıf olup delilleriyle bilerek inanmak ve onu pürüzsüz ve sağlam bir şekilde uygulamak demektir. Kur’ân-ı Kerim, “De ki: Amel edin! Yaptıklarınızı hem Allah, hem Resûlü, hem de mü’minler görecektir.”38 âyetiyle itkana işaret etmektedir ki, bu “Amellerinizi Allah ve Resûlullah’ın teftiş ve kontrolüne arz edecek şekilde itkan ruhuyla, arızasız ve mükemmel yapın.” demektir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de bir hadis-i şeriflerinde: “Allah, yaptığı işi itkan üzere yapan insanı sever.” buyurmaktadır.

Meselâ; bir binanın mimarisini düşünecek olursak; binanın mukavemet ve statik açıdan sağlam bir zemine oturması, mimarı hayrette bırakacak şekilde ayarlanması itkan ruhunun mimariye yansımış şekli denilebilir.

İtkan, insanın mevcudu en iyi şekilde kullanması, gücünün yettiği şeylerde çok sağlam ve göz, gönül doldurucu bir iş ortaya koymasına da denir. Buna, insanın yemesinden içmesine, yatmasından kalkmasına, konuşmasından ibadet ü taatine kadar sergilemiş olduğu davranış düzeni demek de mümkündür. İnsanın davranışlarının sağlam olması, yine sağlam bir kaynaktan nebeân etmesine vâbestedir. Bu kaynak, insanın ledünniyatında meknuz (gizli) olan “ihsan şuuru”dur. Bu mânâda dışa sızan itkan, içteki ihsanın bir tezahürüdür.

İhsan, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Senin görüyormuşçasına Allah’a ibadet etmendir; sen O’nu görmesen de O seni görüyordur.”39 ifadeleriyle, Allah’ı görüyor gibi kulluk yapmaktır. İşte bu şuura ulaşan insanlar, sadece ibadet ü taatte değil muamelâta müteallik meselelerde de ihsan şuuruyla hareket ederler.

Evet itkan ile ihsan, bir vahidin iki yüzü gibidir. Bu iki temel esasa bağlı olarak insanın amellerini bir tertip ve düzene koyması, saadet-i dâreyne ulaşmada iki nuranî kanat sayılırlar.

Ölüm Turnikesi

İnsan, meleklere karşı vesile-i iftihar olabilecek mahiyette yaratılmış bir varlıktır. Ancak insan, iman ve salih amelle küheylânını, ihsan zirvelerine doğru kamçılayamazsa, olduğu yerde kalır ve sukût eder. Evet insanın mahiyet ve hilkatinde hedeflenen safvet ve derinliğe ulaşması, ancak iman ve salih amelle mümkündür. Zaten, “Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu, aşağıların aşağısına indirdik. Fakat iman edip salih amel işleyenler için eksilmeyen devamlı bir ecir vardır.”40 âyeti de bunu ifade etmiyor mu?

Ve işte bu insan, daha dünyaya geldiği andan itibaren, ölüm turnikesine girmiş ve bütün hayatı boyunca da varacağı kabir salonuna doğru, zaman koridorunu adımlamaya başlamış demektir. Yani insan, “İnna lillâh”tan başlayıp “İnna ileyhi”ye doğru giden bir yolcudur.41 Bu yolculukta geçen her dakika, her saat, her gün ve her sene, onu eceline bir adım daha yaklaştırmaktadır. Gönenli Mehmet Efendi’ye izafe edilen şu sözler, bu hakikati avamca, ama ne hoş ifade eder:

“Saatin zinciri bitince eylemez tık tık; Vakt-i merhûnu gelince ruha derler çık çık! Hakk’a kulluk eyle zira, Ahirette dinlemezler hınk mınk…

Bir başkası da bu duyguyu şöyle seslendirir:

Kaderde ne ise olur etme merak! Nefsine uyma Hakk’ın emrine bak! Altından ağacın olsa, zümrütten yaprak, Akıbet gözünü doldurur bir avuç toprak.”

Evet, günler su gibi akıp giderken, insan her geçen gün bir adım daha ahiret yurduna doğru yaklaşmaktadır. Bu sebeple de insan, hayatının her karesini ibadet felsefesi ve kulluk şuuruyla örgülemeli.. örgülemeli ve bu cebrî çekiş ve tabiî itişi, hayatı tatlı yaşama mevzuunda kendi terakkisi için bir güç kaynağı olarak kabul etmeli ve değerlendirmelidir.

Mizah ve Nükte Üzerine

Müslümanın her hareketi, her davranışı ve sözü ölçülü, aynı zamanda ciddiyet yörüngeli olmalıdır. Tabiî burada ciddiyet ile buz gibi soğuk davranışlar birbirine karıştırılmamalıdır. Bu düşünceden hareketle İslâm, mizaha farklı bir bakış açısı getirerek mizahı âdeta hikmet buudlu nükteler yumağı hâline getirmiştir.

Nükte, sadece insanları güldürme ve onların hoplayıp zıplamalarını sağlama demek değildir. Aksine onda, her zaman birtakım hakikatleri yerli yerine oturtma meselesi söz konusudur. Müsaadenizle, burada konuyu bir misalle biraz daha açmak istiyorum: Bir gün Fatih cennetmekân’ın yanına derviş kılıklı birisi gelir ve ona: “Sultanım! Siz bir padişahsınız; saraylarda oturuyor ve saraylarda yaşıyorsunuz. Ben ise sokaklarda sürünüyorum. Bir de “Mü’minler kardeştir.” diyorsunuz. Eğer kardeş isek, neden sizinle aynı hayatı paylaşmıyorum?” diyerek, serzenişte bulunur. Hz. Fatih, onun bu sitemi karşısında, kendisine yakışan büyüklüğünü ortaya koyar ve hemen ona bir kese altın verir. Ancak, Sultan’ın bu ihsanını az bulan derviş, “Senin onca malın mülkün yanında bu da bir şey mi!” der. Ve bir kese altını azımsar. İşte o zaman Fatih, taşı gediğine kor ve hemen şu nükteyi yapıştırır: “Aman bunu diğer kardeşlerimiz duymasın. Yoksa sana bu kadarı bile düşmez!”

Evet nükteler, kim tarafından söylenirse söylensin işte böyle bir yandan hikmet ifade ederken diğer yandan da insanları tefekküre sevk eder ve gülmenin de kapılarını aralarlar.

İkinci olarak mizah veya nüktede yalan sözün bulunmaması şarttır. Peygamber Efendimiz böyle hareket eden bazı sahabileri latîfeden menetmiş, onların “Sizin de latîfe yaptığınızı görüyoruz.” demeleri üzerine de, “Ben latîfe yaparım ama doğru konuşurum.”42 buyurmuştur. Öyle ise mizah yaparken dahi sözlerin doğru olmasına dikkat edilmelidir. Zira yalan, bir kâfir sıfatıdır ve Müslümanın ağzını kirletir.43

Evet, Peygamber Efendimiz de yer yer latîfeler yapmıştır. Ama O’nun latîfeleri ciddiyet buudlu ve aynı zamanda hak ve hakikat yörüngelidir. Vereceğimiz şu misal, bunun en canlı örneklerindendir.

O (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir gün, Zahir (radıyallâhu anh) adındaki sahabinin, arkasından yakalayıp gözlerini kapatır, sonra da: “Benden bu köleyi satın alacak var mı?” diye etrafına sorar. Kendisine yapılan bu iltifat, Zahir’in (radıyallâhu anh) çok hoşuna gider ve “Ya Resûlallah, çok ucuz bir köle satıyorsunuz.” der. İşte o zaman Allah Resûlü, Zahir’i (radıyallâhu anh) mest eden şu mukabelede bulunur: “Ama sen Allah yanında çok kıymetlisin.”44

Evet, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Müslümanın her sözü ve her hareketi ölçülü; daha güzel bir ifadeyle peygamberâne olmalıdır.

İbadetlerde Kulluk Şuuru

Cismaniyetten kurtulma, bedenin baskısından sıyrılma, kalb ve ruhun derece-i hayatına yükselme, derecesine göre herkes için söz konusu olabilir. İnsanın, üzerine terettüp eden kulluk vazifelerini yerine getirmesi ve bu arada “i’lâ-yı kelimetullah” istikametinde, O’nun nâm-ı celîlinin her yerde şehbal açması için gayret göstermesi, cismaniyetin üzerine dökülmüş kezzap gibidir. İnsan, bu sayede, kestirmeden ruhun derece-i hayatına girerek, mânevî terakkî adına Cenâb-ı Hakk’ın rıza ve rıdvanına ulaşabilir.

Evet kulluk, mutlaka çok ciddî ve titizlik içinde yerine getirilmelidir. Nasıl ki, misafirlere izzet ü ikram için çataldan kaşığa ve en güzel yemeklerden tatlılara kadar âdâb ü erkân adına her türlü ihtimam gösterilir; öyle de ibadet ü taat da en az bunun kadar titizlik ve dikkatle ele alınmalıdır. Bu, hayvaniyetten çıkıp nefsi bırakmanın ve kalb ve ruhun derece-i hayatına yükselmenin çok önemli bir yoludur. Şunu kat’iyetle ifade edebilirim ki insan, namazdan oruca, oruçtan nafile ibadetlere kadar her türlü ibadet ü taati en tatlı şeyleri ağzında duyuyor gibi eda etmiyor veya edemiyorsa hususî mânâda hayvaniyetten çıkıp cismaniyeti bıraktığı söylenemez. Fert bu vazifeleri şuursuzca ama erkanına riayet ederek ifa etmekle sorumluluktan kurtulabilir ama, böylesi ibadetlerle kalbî, ruhî hayatın inkişaf etmeyeceği de bir gerçektir.

Ayrıca kalb ve ruhun derece-i hayatına girmek için, helâl lokma yenmeli, gözler mutlaka haramlardan sakınmalı ve Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), “İki çene arasını ve apış arasını koruma hususunda bana teminat verin, Cennet’e gireceğinize teminat vereyim.”45 irşadı çizgisinde, uygunsuz, gereksiz konuşmalardan ve insanı şehvete götüren duygulardan uzak durulmalıdır.

Hâsılı insan, ibadetlerine azami derecede dikkat etmeli ve mânevî hayatını felç eden günahları tekrar işlemektense, ölümü tercih edecek kadar çelikten bir irade ve engin bir ruh hâletine sahip olmalıdır. Bunun yanında kalbler duyarlı hâle getirilmeli, şayet duyarlı değilse buna zorlanmalıdır. Zira ısrar ve gayret neticesinde en katı kalbler bile zamanla duyarlı hâle gelebilir. Bunu kazanmak için belki keyfiyete göre günler, haftalar, aylar belki de seneler gerekecektir ama, Allah’ı kazanmak için bu uğurda ne verilirse değer.

Allah’ın Halifesi

Allahu Teâlâ insana birçok nimetler bahşetmiş, onu pek çok ulvî duygularla serfiraz kılmış ve yeryüzüne halife olarak göndermiştir. Kur’ân-ı Kerim’de de, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.”46 buyrularak anlatılmak istenen gerçek de bu olsa gerek.

Bazı müfessirler, insanın, Allah’ın halifesi olması yaklaşımını doğru bulmamışlardır. Çünkü halife, daha önce yaşayan bir melik veya sultanın vefatından sonra onun yerine geçen ve onun misyonunu temsil eden kişi demektir. Bu açıdan da insanın Allah’a halife olması söz konusu olamaz. Çünkü insan fânî, O ise, ezelî ve ebedîdir.

Ancak “hilâfet” sözcüğüne değişik bir zaviyeden bakınca, insana halife denmesi de tecviz edilebilir. Şöyle ki; Allahu Teâlâ eşyayı yaratan ve ona hükmeden biricik yaratıcıdır. وَاللّٰهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ 47 âyeti bu hususu gayet net olarak vurgulamaktadır. Yani, bizi, bizim davranışlarımızı, eşya ve hâdiseleri, varlığı, varlığın değişik görünümlerini yaratan sadece ve sadece O’dur. Bu açıdan da Allah (celle celâluhu) her şeyin sahibidir. Ancak, bütün bunlarla beraber O, insana eşyaya müdahale etme hakkını da vermiştir. Melekler ve cinler ise böyle bir hakka sahip değillerdir.

İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın, tabiat kitabıyla yaratıp ortaya koyduğu bağ ve bahçelere ayrı ayrı şekiller verebilir.. iradesini kullanarak –Allah’ın izniyle– dünyayı değiştirebilir; devletler kurup ve yine devletler muvazenesinde hâkim hâle gelebilir.. Cenâb-ı Hakk’ın nâm-ı celilini her yerde bayraklaştırabilir; bayraklaştırabilir ve “Ruh-i Revan-i Muhammedî”yi bir şehbal hâlinde en yüksek burçlarda bayrak gibi dalgalandırabilir. İşte, kendisine, eşyaya bu kadar engin müdahale hakkı verilen insan, bu mânâda Cenâb-ı Hakk’ın tam bir halifesidir. Yani Allahu Teâlâ kendisinin isteme ve dilemesiyle, yine kendisinin yaratmasına bağlı olarak insanı eşyaya müdahale etme gibi bir şerefle şereflendirmiştir.

İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın esmasının bir nokta-i mihrakiyesi ve âdeta O’nun yüce tecellilerinin temerküz noktası gibidir. Evet Allah, bütün esmasıyla tecelli buyurup kâinatı, daha sonra da daha farklı tecellilerle insanı yaratmıştır. Sadece o isimlerin bazılarına mazhar olmuş, eşya ve hâdiseleri, onlara ait hususiyetleriyle bilmeyen melâike-i kiram ve cinlerin eşyaya müdahalesi, meselenin metafizik yanını teşkil eder. Oysaki insanın, hem fizik hem de metafizik, hem ruh hem de maddeye müdahale istidadı vardır. İşte insan bu yönleriyle, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin cami bir aynasıdır ki, Allahu Teâlâ, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım”48 buyurarak, bu hakikati meleklere duyurmuş, onlar da insana verilen bu şerefi takdirle karşılamışlardır.

Evet beşer, başına Allah’ın koyduğu insanlık tacıyla tam bir halifedir ve O’nun aziz kılmasıyla da azizlerden azizdir. Tabiî, Allah isterse onu zelil kılıp tepe üstü de getirebilir. Öyleyse insan, kendisine hilâfeti lütfeden Zat’a ciddî bir teveccühle sımsıkı sarılmalı ve “kemer beste-i ubudiyet” içinde O’na karşı kulluğunda bir lâhza bile kusur etmemeye çalışmalıdır.

Çocukla İmtihan

Soru: Hz. İbrahim ve Hz. Zekeriya’nın (aleyhimeselâm), yaşlılıklarında çocuk arzularının altında dünyevî bir istek yatmakta mıdır? Bu hâdiselerin bize bakan hikmetleri neler olabilir?

Evvelâ, Kur’ân-ı Kerim’in beyanına göre, Hz. İbrahim ve Hz. Zekeriya’da çocuk sahibi olma arzusu vardı. Ben, bu arzuyu; tertemiz bir şecereden tevarüs ettikleri ilâhî bir gerçeği temsil edebilecek bir sürgün arama cehdi şeklinde değerlendirmenin daha doğru olacağı kanaatindeyim. Zira enbiya-yı izam dünya malına ve çoluk çocuk sevdasına, onların zatlarına bakan yanlarıyla kat’iyen iltifat etmemişlerdir.

İnsanlığın İftihar Tablosu’nun; “Biz peygamberler miras bırakmayız.”49 hadisi de bu hakikate işaret etmektedir. Peygamberlerin bıraktıkları miras, peygamberlik ilmi ve nübüvvet davasıdır. Bu itibarla da onlar, kendi sulblerinden gelecek olan temiz nesiller tarafından bu kudsî davanın temsil edilmesini arzu etmiş olabilirler.

Sâniyen, onların yaşlılıklarında çocuk sahibi olmaları, diğer mucizeleri gibi esbap alaşımlı ayrı bir mucizedir. Kur’ân-ı Kerim’de Hazreti Zekeriya’nın (aleyhisselâm) mucizesine işaret eden “Zekeriya: ‘Ey Rabbim, benim nasıl oğlum olabilir? Bana ihtiyarlık gelip çattı, eşim de zaten bir kısır.’ dedi. Allah: ‘Öyledir, fakat Allah dilediğini yapar.’ buyurdu.”50 âyeti, her şeyi gayet net olarak ortaya koymaktadır. Âyette geçen عَاقِرٌ yani “hayızdan nifastan kesilmiş” sözcüğü bu mucizenin en önemli referansıdır.

Sâlisen, beşerin sıkıntılı, bunalımlı, karanlık dönemlerinde Allahu Teâlâ, insanlar arasında sürekli taze sürgünler meydana getirerek insanlığa yeni “ba’sü ba’de’l-mevt”ler yaşatmıştır. Zamanın ve beşerin iyice ihtiyarladığı bir zaman diliminde inşaallah O, yeni Yahyalar, İsmailler lütfederek, onların eliyle insanlara bir kere daha diriliş yollarını açacaktır.

Evet, insan dünyada kendisine verilen her şeyle imtihan olur. Hz. İbrahim ve Hz. Zekeriya’nın çocuk sahibi olma istekleri, peygamberane bile olsa, zahirî yönü itibarıyla dünyayı talep gibi göründüğünden, her ikisi de evlâtlarından dolayı ciddî imtihanlara tâbi tutulmuşlardır. Hz. İbrahim (aleyhisselâm), belki isteğini içinde tuttuğu için, çocuğunu kesme emriyle; Hz. Zekeriya (aleyhisselâm) ise, açıktan istekte bulunduğu için hem kendisi hem de oğlu, ümmetleri tarafından kesilmekle imtihanın peygamberâne olanını yaşamışlardır.

Zelle ve Târize Dair

Sürç-i lisan; dilin, söylenmemesi gerekli olan şeyleri gayriirâdî olarak sehven veya hatâen söylemesine denir. Eskiler ona, “zelle-i lisan” da derlerdi. Kaste iktiranın söz konusu olduğu yerlerde “sürçme” kelimesi kullanılmaz. Çünkü sürçme, “min gayrikasdin” yani iradesiz, ihtiyarsız yapılan fiillerde söz konusudur. Meselâ şeytanın gizli bir vesvese ile Hz. Âdem’e memnû (yasak) meyveyi yedirmesi, Hz. Âdem adına bir sürçme ve zelledir.

İnsanın, maksadının dışında bir söz ifade etmesine şimdilerde, “maksadı aşan söz” diyorlar. Bu bir yönüyle sürçme demektir. Çünkü orada da doğrudan doğruya bir “beyan zellesi” yaşanmaktadır. Maksadı aşan söz, bir paragrafın, bir cümlenin veya cümle ölçüsünde mânâ ifade eden bir sözün ifade edilmesi demektir. Bunların kasdî olanına ve insanın maksadını herhangi bir gayeden ötürü gizleyerek ifade etmesine de “tevriye” veya “târiz” denilmiştir.

Meselâ birisi günah işlemişse, onun günah işlediğini söylemeyip, gıybet etmemek veya başkasının bilmemesi için, “Adam arzîleşti” türünden ifadeler kullanmak yerinde olur. Buna, Hz. İbrahim’in putları kırdıktan sonra, kavmine, putların en büyüğünü göstererek, “Belki onu şu büyükleri yapmıştır.”51 ifadesini de örnek olarak gösterebiliriz. Bu ifade, “Onu büyükleri yapmıştır.” şeklinde anlaşılabileceği gibi, “O yaptı, büyükleri de işte şu.” şeklinde de anlaşılabilir.

Maâriz ise, târizin çoğuludur ve daha ziyade enbiyâ-ı izâmın zelle gibi görünen hâllerini ifade etmede kullanılmıştır. Zelle daha umumidir. Bunun içine, insanın ayağının kayıp, başının dönüp düşmesi girdiği gibi, mantık ve muhakemede ortaya koyduğu yanlış hükümlerin arkasından gitmesi de girebilir. Aynı zamanda genel olarak dindeki kaymalara da zelle denilebilir.

İslâm’da İnsan Hakları

Soru: İslâm’ın insan hakları konusundaki değer hükümlerini anlatır mısınız?

İslâm, insan hakları konusunda olabildiğince dengeli, engin ve evrensel bir dindir. O kadar ki, Kur’ân-ı Kerim, haksız yere bir insanı öldürmeyi, “Bütün insanlara karşı cinayet işleme.”52 şeklinde değerlendirmiştir. Bu değerlendirme, hiçbir din ve modern sistemde olmadığı gibi, insan haklarıyla alâkalı hiçbir komisyon ve kuruluşta da insana bu seviyede değer verilmemiştir.

Evet İslâm, bir insanın öldürülmesini bütün insanların öldürülmesi olarak kabul etmiştir. Zira bir insanın öldürülmesi, herhangi bir insanın öldürülebileceği fikrini vermektedir. Yeryüzünde ilk kan akıtan kişi, Hz. Âdem’in çocuklarından Kabil’dir. Kur’ân ve Sünnet kaynaklarında isimleri açıkça geçmese de, Kütüb-ü salifede isimlerinin Habil ve Kabil olduğunu öğrendiğimiz iki kardeş arasında bir meseleden dolayı anlaşmazlık çıkar ve neticede Kabil, kardeşi Habil’i kıskançlıkla, haksız yere öldürür.. ve kan dökme çığırını açar. Bundan dolayıdır ki, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde: “Yeryüzünde haksız yere öldürülen hiçbir insan yoktur ki, onun katilinin günahının bir misli de Hz. Âdem’in ilk oğluna (Kabil) yazılmış olmasın. Çünkü o, insanoğluna haksız öldürme yolunu açan ilk insandır.”53 buyurmuşlardır.

Bu ibret verici hâdise, Kur’ân-ı Kerim’de şu ifadelerle anlatılır:

“Onlara, Âdem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak anlat: Hani birer kurban takdim etmişlerdi de, birisinden kabul edilmiş, diğerinden kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen kardeş, kıskançlık yüzünden), “Andolsun seni öldüreceğim” dedi. Diğeri de “Allah ancak takva sahiplerinden kabul eder.” dedi (ve ekledi:) “Andolsun ki sen, öldürmek için bana elini uzatsan dahi, öldürmek için ben sana elimi uzatacak değilim. Ben, Âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.”

Kıssanın devamında şu hüküm getirilir:

“İşte bu yüzdendir ki, İsrailoğullarına şöyle yazmıştık: Kim, bir cana kıyma veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim de bir canı kurtarırsa, bütün insanları kurtarmış gibi olur…”54

Kur’ân-ı Kerim’de bir başka âyette ise şöyle buyrulur: “Kim bir mü’mini kasden öldürürse cezası, içinde hâlidîn olarak kalacağı Cehennem’dir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” 55

Âyette geçen “Hâlidîn” kelimesine dikkatleri bizzat çektim. Zira mânâ itibarıyla “Hâlidîn”, “ebedî” demek değildir. Kur’ân’da “ebedî” mânâsı, “ebeden” kelimesiyle ifade edilirken, burada ise “Hâlidîn”i ifade eden خَالِدًا tabiri kullanılmıştır. Bununla birlikte, İbn Abbas ve Tabiîn imamlarından onun talebesi olanlar, bu âyeti, “Allah’ı inkâr edenler ebedî bir azaba düçar olacakları gibi kasdî ve iradî olarak –ki, o mevzu da çok su götürür– insan öldüren kişi de, ebedî bir azaba müstehak olur.”56 şeklinde tefsir etmişlerdir ki, bence böyle bir tehdit insanı ürpertecek mahiyettedir.

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), başka bir hadislerinde ise, “Kim malını müdafaa sırasında öldürülürse şehittir. Kim kanını müdafaa sırasında öldürülürse şehittir. Kim dinini müdafaa sırasında öldürülürse şehittir. Kim ailesini müdafaa sırasında öldürülürse o da şehittir.”57 buyurmuşlardır ki, dünyadaki bütün hukuk sistemlerinde, hadiste geçen değerler birer esas olarak korunmaya alınmıştır. Bu hususlar, bizim hukuka esas teşkil eden usûl kitaplarımızda “zaruriyat” diye önemle üzerlerinde durulur. Bu açıdan din, can, nesil, akıl ve mal, herkesin korumakla mükellef, yani yükümlü olduğu temel esaslardır. Evet bir diğer taraftan da İslâm, insan haklarına işte bu temel prensipler açısından yaklaşır.

Zaten insan, başka hiçbir sistem veya dinde değil, sadece İslâm dininde “Allah’ın halifesi” unvanıyla payelendirilmiş ve yeryüzünün halifesi olduğu vurgulanmıştır. Bununla da kalınmamış, aynı zamanda ona eşyaya müdahale etme imkânı verilerek, çalışma ve teşebbüs hürriyeti gibi hürriyetlerle de serfiraz kılınmıştır. İnsana bu derece ehemmiyet veren bir dinin insan haklarını ihmal etmesi nasıl mümkün olur ki..?

Kur’ân’da Yahudiler ve Hristiyanlar

Kur’ân-ı Kerim’de Hristiyanlık ve Yahudilik hakkında kullanılan ifadelerin çok sert olduğu iddia edilmektedir. Bence bu meseleye yaklaşırken çok dikkatli olmak gerekir. Geçmiş dönemlerde, belli Hristiyan ve Yahudilerin apaçık gerçek karşısında gösterdikleri inat, ayak direme ve düşmanlığı ifade için Kur’ân’ın kullandığı aynı üslûp, bugünün Yahudi ve Hristiyanları için de kullanılacak diye bir şart, bir mecburiyet olamaz. Bu tür âyetlerde sübût-u kat’iye arandığı gibi, delâlet-i kat’iye de aranmalıdır. Yani, bu âyetlerin Kur’ân âyetleri olduğu kesindir. Fakat, o âyetlerin ilk günden bu yana bütün Yahudi ve Hristiyanları içine aldığı kesin değildir.

İkinci olarak, Kur’ân’ın bu üslûbu, o dönemlerde kendilerini Yahudilik ve Hristiyanlığa mensup addedenlerin Yahudiliğe ve Hristiyanlığa getirdikleri yanlış yorumlarından ve o yorumu hayatlarına hayat kılmalarından dolayıdır. Daha doğrusu, dinî inanç ve düşünceyi bir düşmanlık sebebi ve malzemesi yapmalarından dolayı Kur’ân onları böyle bir üslûpla ele almıştır. Yani, Kur’ân’ın tavrı şahıslara değil, yanlış davranış ve yanlış düşünceye, gerçek karşısında ayak direyip düşmanlık üretmeye ve tasvip edilemeyecek sıfatlara karşıdır. Bu sıfatlara karşı çok daha sert ifadeleri bizzat Tevrat’ta ve İncil’de de görmek mümkündür.

Kaldı ki Kur’ân, bazılarına sert gibi gelse de, en uygun ifadelerle ortaya koyduğu bu tür sıfat ve davranışların ve bu sıfat ve davranış sahiplerini ikaz ve tehdit etmesinin hemen ardından, çok yumuşak ifadelerle gönülleri hakikate uyarmaya ve kalblere ümit aşılamaya çalışır. Ayrıca, Kur’ân-ı Kerim’in Yahudiler, Hristiyanlar ve münafıklarda görülen bazı tavır ve davranışlardan dolayı serdettiği tenkit ve ikazların, imanları kendilerini aynı tavır, davranış ve sıfatlardan alıkoymaya yetmeyen mü’minler için de söz konusu olduğunda sahabe ve müfessirler arasında âdeta görüş birliği vardır ki geniş açıklamalar isteyen böyle bir meseleyi burada tartışmak konumuzun dışında kalır.

Kanaatime göre, tarihî hâdiseleri kendi tarihsellikleri içinde ele almalı, yani her hâdiseyi kendi şartları ve konumu içinde değerlendirmeli ve bugünkü davranışlarımızda da bugünkü tavırları esas almalıyız.

Dünya-Ukbâ Münasebeti

Eskiden olduğu gibi günümüzde de, bazıları dünya ile ukbâyı birbirine karıştırmakta ve dünyevî kıstaslarla ukbâya ait meseleleri değerlendirme cihetine gitmektedirler. Hâlbuki dünya-ukbâ biribirinden tamamen farklı gerçeklerdir. Âyet ve hadisler böyle bir iltibasa girmemize fırsat vermeyecek kadar açık, sarih ve nettir.. ve yanlış “algılama”lara sebebiyet verebilecek bir husus yoktur.

Meselâ; Kur’ân ahirette “رَحِيقٍ مَخْتُومٍ” denilen, insana mahmurluk veren bir içecekten bahsetmektedir ki, bu mükâfat olarak verilecektir. Hâlbuki dünyada mahmurluk veren içecekler haram kılınmıştır. Dünyada hırs, tûl-i emel… gibi duygular insana lihikmetin verilmişken, ahirette insanın bu tür duygulardan arındırılacağı anlatılmaktadır. Dünyada ipekten mamul elbise giyen, altın ve ziynet eşyaları kullanan erkeklerin, ahirette bunlardan nasibinin olmayacağı bildirilmiştir. İki korku ve iki emniyetin bir arada insana verilmeyeceği hadis-i şerifin ifadesiyle sabittir.58 Yine dünyayı isteyene dünyanın, ahireti isteyene de ahiretin verileceği, âyet-i kerimelerle beyan edilmektedir.59

Bütün bunlardan anlıyoruz ki, dünya ile ukbâ arasında bütünüyle olmasa bile bazı meselelerde zıtlık bahis mevzudur. Öyleyse ahirete ait meseleleri dünyaya ait kıstaslarla değerlendirme kat’iyen doğru değildir.

Hadis-i şerif, Cennet’in insanın istemediği, kerih gördüğü, Cehennem’in ise, onun istediği, arzu ve şehvet duyduğu şeylerle çevrili olduğu60 hakikatini bizlere ifade etmiştir. Buna göre emredilen ve yasak edilen şeylere birer “sırr-ı ubudiyet” taalluk etmektedir. Dolayısıyla kul olan, her zaman ve her mekânda bu kulluğunu Rabbisine göstermek zorundadır. Buna muhalefet eden insanların ukbâda kurtulmaları sebepler plânında çok zordur.

Evet, insanın mârifet-i Sâni’ye ulaşabilmek, ahirette kurtulabilmek için iradesini devreye koyarak, bütün kötü arzu ve isteklere karşı savaş açması şarttır.

Ebû Talib’in İmanı

Ebû Talib’in iman edip etmediği konusu üzerinde öteden beri farklı mülâhazalar söz konusudur. Bazıları Ebû Talib’in “Abdülmuttalib’in dini üzerine” sözüyle vefat ettiğini delil getirerek ahirete imansız olarak gittiğini söylerken, bazıları da onun, Allah Resûlü’ne olan cibilli bağlılığı ve onu koruma uğrunda yaptığı fedakarlıkları nazara alarak, şefaat-i Muhammediye ile kurtulacağını ifade ederler.

Rivayetler açısından meseleye baktığımız zaman Ebû Talib’in kelime-i şehadeti söylemeden öldüğü kesin gibidir. Buhari ve Müslim’de yer alan “Cehennem azabının en ehvenine Ebû Talib maruz kalacaktır. O (ateşten) iki nalın giyecektir ama; onun (sıcaklığından) beyni kaynayacaktır.”61 mealindeki hadis, bunun delilidir. Bu arada 2. Dünya Savaşı’nda ölen Hristiyanlar hakkında bile çok yumuşak düşünen ve bir fetret dönemi yaşandığından ötürü mazlum olarak ölen o insanların kurtulabileceklerini ihsas eden Hz. Bediüzzaman’ın bile,62 Ebû Talib’in iman edemediği ve Cehennem’de en az azaba düçar63 olacaklar arasında bulunacağı şeklindeki mülâhazası da bu düşünceyi desteklemektedir.

Mesele sahih bir hadiste, bu şekilde vuzuha kavuşturulmuş olmasına rağmen, cibilli yakınlık göz önüne alınarak farklı değerlendirmelerde bulunmaya gelince; evvelâ şunu ifade etmeliyiz ki, “Fazl-ı ilâhi ve lütf-u ilâhiden öte fazl ve lütuf, kat’iyen fazl ve lütuf değildir. Belki de bu bir zulümdür.” Burada meselenin temeli Ebû Talib’in Allah Resûlü’ne yakınlığı ya da yaptıkları değil, O’nun Allah ile olan irtibatıdır. Şayet Ebû Talib, dünyada iken bu irtibatı kuramadı ise –ki kuramamıştır– öyle ise rahmet-i ilâhiden nasip alacağını düşünmek– bizi aşar. Evet, bizim böyle bir durumda, ilâhî rahmetten ona bir pay ayırmamız, Allah’a karşı saygısızlık olabilir. Onun için değerlendirmelerde, kıstasların ve ölçülerin çok iyi tespit edilmesi lâzımdır.

Meseleye farklı bir zaviyeden bakıldığında, Ebû Talib’in, Hz. Peygamber’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) yapmış olduğu iyilikler de inkâr edilemez. Bu iyiliklerin, tekevvün döneminde İslâm’a çok büyük faydası olmuştur. İnsan bunları nazara alarak Ebû Talib için illa bir şey diyecekse bana göre Hz. Ebû Bekir’in dediği gibi demelidir: O, yıllar sonra babası Ebû Kuhafe’yi elinden tutup Nebiler Sultanının huzuruna getirmişti.. getirmiş ve şehadet ikrarından sonra, sevineceği yerde ağlamaya başlamıştı. Allah Resûlü’nün,

– Neden ağlıyorsun? sorusuna, o büyük insan,

– Ya Resûlallah ne kadar arzu ederdim, şimdi Müslüman olan babam yerinde Ebû Talib olsaydı!64

Bu düşüncesi ile Hz. Ebû Bekir, Allah Resûlü’nün hissiyatını kendi hissiyatına tercih ettiği için, büyüklüğünü bir kez daha ortaya koyuyordu. Bu itibarla, Ebû Talib’in imanı veya imansızlığı karşısında, en uç ve ileri noktada ancak bu denilebilir. Bunun ötesi, Allah’ın tasarruf alanı içine girer ve Rububiyetinin tecellilerini kabul etmemek anlamına gelir.

Bu konu ile ilgili olarak farklı, farklı olduğu kadar da önemli bir hususa da kısaca temas etmek istiyorum. Şöyle ki; siyer kitaplarının kaydettiğine göre, Allah Resûlü ölüm döşeğinde amcasına “Kelime-i şehadeti söyle, ahirette sana şefaat edeyim.”65 demiştir. Peygamberliğin 10. senesinde, kendisine şefaat hakkı verildiğinin bildirilip-bildirilmediğine dair net bilgiye sahip değiliz. Şahsen ben o dönem itibarıyla Efendimiz’e bunun açıkça bildirildiği kanaatinde değilim. Bu varsayımdan hareketle, Allah Resûlü’nün “Sana şefaat edeyim.” sözüne, şu şekilde açıklık kazandırabiliriz: O’nun Medine döneminde açığa çıkacak bütün hâlleri, ihraz edeceği konumu ve ifade buyuracağı bütün sözleri veya bir başka tabirle, hakikat-ı Muhammediye hâlinde zuhur edecek her şeyi, hakikat-ı Ahmediye olarak o kutsî mahiyetinde mündemiçti. İbtida-intiha çerçevesinde meseleye yaklaştığımızda, karşımıza çıkan sonuç budur.

Netice itibarıyla Ebû Talib’in, inanmadan ahirete irtihal ettiği kesindir ve tabiî bu kesin kanaati bildiren nasslara rağmen, farklı mütalaalarda bulunmak da doğru değildir.

Sabr u Sebat

Sabır, Üstad’ın yaklaşımıyla musibetler karşısında, masiyetlerle yüz yüze gelindiğinde ve ibadetlerin devamlılığının insana yüklediği zorluklar nedeniyle kulun kararlılık tavrıdır.66 Sebat ise insanın bulunduğu konumu kaybetmemesi, orada sâbit kadem olabilmesi için gösterdiği gayretin adıdır. Meselâ Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Ey Kalbleri evirip çeviren Allahım! Kalbimi dinin üzerinde sabit eyle.”67 duasında sebat kelimesini kullanmıştır. Yine Kur’ân, “Allah iman edenleri sabit kavil üzerinde hem dünya, hem de ahiret hayatında sabit kılmıştır.”68 buyurur. Burada ifade edilen kavl-i sabit “Lâ ilahe illallah” mıdır yoksa bunun ihtiva ettiği amellerin bütünü müdür, şimdilik ona girmeyelim. Hakezâ cephede düşman karşısında insanın yerini muhafaza etmesi, ölümü pahasına da olsa geri çekilmemesini ifade ederken de yine sebat kelimesi kullanılır.

Sabra gelince, Efendimiz’in beyanıyla “Sabır, musibetlerin gelip ilk tosladığı anda”69 gösterilen kararlılıktır. Bunun için çeşitli hastalıklara düçâr olanların gösterdiği amelî veya fikrî performansa da sabır denilir.

Sabır denince, Üstad Hazretlerinin üçlü sabır tasnifine bir dördüncüsünü de ben eklemek istiyorum; dünyanın cazibedar güzelliklerine karşı sabır. Evet, bu özellikle günümüz Müslümanları adına çok önemli bir husustur. Hayat standartlarının olabildiğine yükselmesi, ev, araba, yazlık, kışlık vb. şeyler, insanları ahiret duygu ve düşüncesinden –maalesef– uzaklaştırabilmektedir. Kur’ân, “Kadın, evlât, tonlarca altın, gümüş, eğitilmiş atlar, hayvanlar ve ekinlere karşı şehvet ve tutku, insanlara güzel (süslü) gösterilmiştir. Bütün bunlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir. Asıl varılacak güzel yer ise, Allah’ın katındadır.”70 âyeti ile zaten bu hakikate işarette bulunuyor. “Süslü gösterildi” sözcüğü ile, bu güzellikler karşısında insanın gözünün kamaşmamasının âdeta mümkün olmadığı vurgulanmaktadır. Bunu aşabilmek de çok güçlü iman ve o imanı sürekli hareket hâlinde tutan sabır ile olabilir kanaatindeyim.

Zamanın çıldırtıcılığına karşı sabır.. mânevî pâyelere karşı alâkasızlık şeklinde sabır… Hatta Allah yolunda hizmet hatırına, Cennet kapıları ardına kadar açılmış olsa bile, dişini sıkıp bu ızdıraplı dünyada kalma sabrı, sabrın diğer türleridir…

Kıskançlık Duygusunun Çıkarılması

Ahirette, Cennet ehlinin gözünün görmediği, kulağının işitmediği, insanoğlunun hayaline bile misafir olmamış nimetlerle donatacak olan Allah’ın, bir diğer önemli ihsan ve lütfu da, Cennet ehlinin kalblerinden kin ve haset (kıskançlık) duygusunu kökünden söküp çıkarmasıdır. Kur’ân bu hakikati şöyle ifade eder: “(Cennet’te) onların altlarından ırmaklar akarken, kalblerinde kinden ne varsa hepsini çıkarıp atarız.”71

“Mükâfat, amelin cinsindendir.”72 kaidesince, nasıl dünya hayatında, iman uğrunda çekilen sıkıntı ve meşakkatler, sıkıntısız, meşakkatsiz ebedî bir hayatla bedellendiriliyor; nasıl burada yaşanan açlık ve susuzluk –Allah Resûlü’nün Ebû Hüreyre’ye olan ifadelerinde görüldüğü gibi– ahirette açlık ve susuzluğun çekilmemesini netice veriyor, aynen öyle de insanın, dünyada eskilerin “emraz-ı kalbiye” dedikleri kin, nefret, öfke, haset, gayz, hırs vb. duygu ve tutkular veya hastalıklarla mücadele ederek kendini aşması, ahirette, bunların onun kalbinden sökülüp atılması ile mükâfatlandırılacaktır. Mütekabiliyet çizgisinde bu kabil misalleri çoğaltabiliriz. Meselâ; bir insanın, hemcinsine karşı olan zaafını kendi iradesiyle aşması, beşerî temayüllerine karşı koyması ve iffetli olmaya çalışarak sürekli ruh insanı olma yolunda bulunması, her hâlde ukbâda Cennet hurileriyle taltif edilmeyi netice verecektir. Öyleyse, rahatça bu dünyanın ahiret ile içli dışlı olduğunu söyleyebiliriz. Burada ahiret hesabına tohumlar atılır, orada ürünler alınır; burada zahmet çekilir orada rahata erilir. Kaldı ki Allah (celle celâluhu) insanı dünyadaki mahiyeti ile Cennet’e koysaydı, insanın iradesi ile bütün bütün hilm ü silmi tercihi –Cennette bile olsa– imkânsız olurdu. Bu ise Cennet’te, Cehennem benzeri bir hayat anlamına gelirdi ki bu da nimetten daha çok nikmet olurdu. Bu açıdan, Cennet ehlinin sinelerinden kin ve hasedin sökülüp atılması onları Cennet’e koyma kadar önemli bir nimettir.

İsterseniz bu meseleyi biraz açabiliriz. Dünyada insanları idare etmek amacıyla ortaya atılmış bulunan sistemler, yıllarca dünya kadar insanı aldattılar ve hâlâ da aldatmaya devam ediyorlar. –Aradaki küçük farklar mahfuz– insanı “ekonomik hayvan” olarak gören bu sistemler, maalasef yürürlükte oldukları ülke insanlarına hemen hemen hiçbir mutluluk (külliyet ve devamlılık plânında) verememişlerdir. Zaten o sistemlerden biri yıkılıp, gitti. Diğeri de gün geçtikçe bozulan ekonomik durumu, uyuşturucu, içki, kadın vb. kötü alışkanlıkların girdabına düşmüş gençleri ve toplumun bütün katmanlarında kendini gösteren ahlâkî çöküntü ile çoktan yıkılma çanları çalmaya başladı bile. Aslında bütün bu sistemlerin unuttukları bir şey var ki, o da; insanın sadece maddeden ibaret olmadığı. Zira insan maddenin yanı sıra, kendi içine doğru enfüsî derinliği olan ve bu yanlarıyla da tatmin arayan bir varlıktır. İşte bu açıdan onun, Cennet’te altından ırmaklar akan, yemyeşil vadilerde yaşaması bile bir açıdan onu mutlu etmeye yetmeyebilir. Yani, böylesi bir vasatta da olsa, kalbinden komşusuna karşı kin, nefret, haset içinde bulunan bir insanın mutlu olması düşünülemez. Zira o henüz kalbî huzuru yakalayamamıştır. Bu ise Cennet içinde Cehennemî bir azaptır.

Öyleyse, başta haset ve kin olmak üzere, benzeri duyguların kalblerden sökülüp atılması, Cennet’in gerçek mahiyetini tatmaya ve onu duymaya yarayacak kıymetler üstü kıymeti haiz bir nimettir.

Kul Hakkı

İslâm, insan haklarına büyük önem vermiş ve onu muhafaza altına almıştır. Her Müslüman, hangi din ve ırktan olursa olsun ferdin şahsî haklarına saygılı davranması ve bir başkasının hakkını üzerine geçirmemeye dikkat etmesi gerekir. Zira herkesin hesap endişesiyle titrediği kıyamet gününde hiçbir suale tâbi tutulmadan Cennet’e girecek olan şehidin bile hesap vereceği tek husus “kul hakkı”dır.

Zaman zaman insanın gerek fertler ve gerekse değişik merciler tarafından mağdur edilip hakkı yenmiş olabileceği gibi kendisi de bir başkasının hakkını üzerine almış olabilir. Hakkının yenmiş olması, fert için hiçbir zaman bir kayıp vesilesi değildir. Çünkü böyle bir durumda kişi; “Benim hakkım yenmişse varsın helâl olsun.” diyerek, hakkını helâl etmiş olur. Ancak başkasının hakkını yemişse, mutlak surette ondan helâllik dilemesi ve karşılığını ödemesi gerekir.

Burada konuyla alâkalı bir hatıramı nakletmek istiyorum: Babam, kılı kırk yararcasına İslâm’ı yaşamaya çalışan bir insandı. Bir zamanlar babamın yanında çalışan bir işçi, ceketini bizim samanlıkta bırakıp gitmiş. Aradan yıllar geçmesine rağmen gelip ceketi geri almamış. Babam bunu hiç unutmamış ve vefat edeceği an, amcamlara; “O ceketin sahibini bulup verin.” diyerek, ölüm heyecanı içinde bile üzerine kul hakkı geçmemesi için onun sancısını çekmiştir.

Evet, kul hakkı çok önemlidir. Ben yer yer mü’minler için dua ediyorum. Ama kul hakkına gelince, o bizi aşan bir mevzudur ve bu hususta bir şey yapmamız mümkün değildir.

Bana zekât düşmediği için verdiğim şeyleri hep sadakam, zekâtım olsun düşüncesiyle vermişimdir. Fakat şimdi; “Allahım, bilmeyerek birilerinin hakkı benim üzerime geçmiş olabilir. Verdiğim bu şeyleri onun namına al, kabul et ve sevabı onun olsun.” diyerek vermenin daha doğru olacağına inanıyorum.

Hâsılı, Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna, kul hakkıyla gitmemeli; şayet hak sahibini biliyorsak bizzat helâlleşmeli, bilemediklerimiz için de onlar adına tasaddukta bulunup sevaplarını yine onlara bağışlamalıyız.

Her Günahta Küfre Giden Bir Yol Vardır

Günahlar, küfrün meşcereliğidir. Bu sebeple günaha girmiş birinin, belli ölçüde küfürden nasibini alması da söz konusudur.

İnsan her işlediği günah karşısında pişmanlık duymalı ve bir daha o günaha dönmemek üzere Rabbisine tevbe etmeli, evbe ve inabede bulunmalıdır. Hz. Âdem’i (aleyhisselâm) yükseltip safiyyullah yapan da işte bu mülâhazadır. Bir rivayete göre o, bir hayat boyu, yaşadığı sürçmenin ızdırabını hep kalbinde hissedip, hacaletinden bir türlü başını semaya kaldıramamıştır. Ama bu hâl ona, saf, duru, berrak mânâsına “safiyy” sıfatını kazandırmıştır.

“Hayır! Gerçek öyle değil! Asıl onlardır ki yapmaya alıştıkları kötü işler, gitgide kalblerini paslandırdı.”73 âyetinin tefsirinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “İnsan bir günah işler ve onu tevbe ile silmezse, kalbinde bir leke olarak kalır. Eğer tevbe ederse kalbi yine parlar. İkinci bir günah işlediğinde ise o leke büyür. Ve kalb günah işleye işleye öyle bir kararır ki, bütün kalbi ele geçirir. İşte Kur’ân’da Yüce Allah’ın, ‘Yapmaya alıştıkları kötü işler, gitgide kalblerini paslandırdı.’ âyetinde bildirdiği pas da budur.”74 buyurmaktadır. Evet kalb, insandaki bütün azaların kilidi, anahtarı durumundadır. Onda hâsıl olan bir arıza, mânevî olarak diğerlerine de sirayet eder ve böyle bir durumda kulun Allah’a teveccühüne mâni olur.

Hâsılı insan, sürçüp düştüğü an, hemen tevbeye yönelmeli, günaha attığı ilk adımını geri çekip, açılan menfezi hemen anında kapatmalıdır ve Allah’ın rahmetiyle tekrar münasebete geçme yollarını aramalıdır. Günahlar, mü’minin Cennet’e doğru uzanan hayat yolu üzerine kurulmuş birer tuzaktır. Rabbimiz, hepimizi o tuzaklardan muhafaza buyursun!

O, Enerji ile İzah Edilemez!

Cenâb-ı Hak, hem kemmiyetten hem de keyfiyetten münezzehtir. Kemmiyet ve keyfiyet ifade eden kavramlarla O’nu izah etmek, olabildiğine yanlış, hatta bir sapıklıktır. Günümüzde akılları gözlerine inmiş bazı kişilerin, O’nu; “enerji, yoğun enerji..” gibi kendi dünyamıza ait birtakım kavramlarla ifade etmesi, O’nu nasıl bilmeleri gerektiğini bilememenin ifadesidir. Bu yanlış telâkki, imanı zayıf insanlar arasında Zat-ı Ulûhiyet’i tasavvur düşüncesi meydana getirir ki, bunun da apaçık bir dalâlet olduğunda şüphe yoktur.

Ancak, Cenâb-ı Hakk’ın dışında, melekler ve cinler gibi ruhanî varlıkları, ille de madde âleminden bir şeyle misallendirip, zihinlere yaklaştırmak zarureti varsa bir yönüyle bunları enerji ile misallendirmek mümkündür. Şöyle ki; enerjinin ne olduğu günümüzde kesin olarak bilinmemekle birlikte, onun kendine has iş yapabilme yeteneği, cisimleri harekete geçirme kabiliyeti gibi hususiyetleri var. Evet enerji kendisini sadece âsârıyla hissettirmektedir. Ruhanî varlıkların ise, –ki biri dumansız ateşten, diğeri de nurdan yaratılmıştır– hareket ve onun neticeleri itibarıyla enerji ile bir yakınlıkları söz konusu olabilir, fırtına olup esebilir, kapı pencere çarpıp ses çıkarabilir.. ve işin enteresan tarafı da, meydana gelen bu hâdiselere herkes de muttali olmayabilir. Buna belki hekimler kulak halüsinasyonu diyebilir ama, mesele hiç de zannedildiği gibi değildir. Melekeleriyle bu konuya açık olmayan insanların, işin doğrusunu anlamaları da çok zordur. Aynı zamanda böyle bir yaklaşım, bu ruhanî varlıklarla enerjiyi özdeşleştirme olarak da algılanmamalıdır. Bu iki konu arasında sera-süreyya farkı kadar fark vardır.

Rüya Hakikati

Rüyalar, misal âleminden, kaderle alâkalı levhaların yazılıp-çizilip temâşâmıza sunulan yansımalarıdır. Gözler, bu âleme kapandığı an, öbür âlemde cereyan eden hâdiselere açılır. İşte rüyaların cereyan ettiği bu âleme, mânâ âlemi de denebilir.

Mânâ âleminde, her şey farklılık arz edebilir. Orada bazı hâdiseler, çok net olarak ifade edilirken, bazıları da çeşitli sembollerle sunulur ve yoruma açık bulunurlar. Meselâ, bazı kimseler, daha sonra kazanacakları bir başarıyı, çok öncesinden rüyalarında görebilmekte ve gireceği imtihan sorularını bütün ayrıntılarıyla müşâhede edebilmektedirler. Buna karşılık Yûsuf sûresinde bildirildiği üzere, semiz ineklerin, olgun başakların, bine-berekete; cılız ineklerle kuru başakların da kıtlığa delâlet etmesi gibi bazı rüyalar da sembollerle ifade edilmiş olup, yoruma açık bırakılmışlardır.75 Bütün bunlar, metafizik bir dünyaya inancımız gereği bizim için problem değildir. Bunlar, mânâ âlemine kapalı olanların, bulunduğumuz şehadet âleminden başka âlemlere inanmayanların problemleridir.

Rüya hakikatlerine dair günümüze kadar birçok eser yazılmıştır. Efendimiz’in hadislerinden mülhem yazılan bu eserlerde, rüya hakkında yeteri kadar açıklamaların yapıldığı kanaatindeyim.

Ne var ki rüyalar, Kur’ân ve Sünnet gibi üzerine hüküm bina edilecek bir esas olmadıkları için, onların ahkâmda esas kabul edilmeleri de doğru değildir. Sadece şahıslar, rüyadan aldıkları hakikatlerin meşruluğu derecesinde, onları kendi hayatlarında uygulayabilirler. Bunda da bir günah ve sorumluluk yoktur. Fakat insan, bunlarla başkalarını ilzam etmeye kalkışmamalıdır.

“Seçilmiş Bir Kul”

“Allah, meleklerden de insanlardan da elçiler seçer. O, işitendir, görendir.’’76 âyeti bütün peygamberlerin, ta işin başında bir seçim mazhariyetiyle serfiraz olduklarını gösterir. Ancak Efendimiz’in, bu çerçevede bambaşka bir yeri vardır. Zira “Biz, o peygamberlerden kimisini kimisinden üstün kıldık. Allah, onlardan kimisiyle konuştu, kimisini de derece derece yükseltti.’’77 âyeti okunduğunda ilk akla gelen herhâlde Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem)’dir.

Evet, O’nun risaleti, kevn ü mekânlara yeni bir anlam getirecek mahiyettedir. O, mânâ ve mahiyet itibarıyla bu âlemi aşkın olduğundan dolayıdır ki miraç esnasında ulaştığı noktaya “kâb-ı kavseyn’’ denmiştir.78 Kâb-ı kavseyn, imkân ve vücup arası bir ufuk ise, o ufka ulaşan sadece ve sadece O olmuş ve ihtimal Cibril, O kameti ancak orada idrak edebilmiştir.

Hemen her veli, kendi kalbinde yaptığı arşiyelerle, Hz. Muhammed ufkuna muttali olup, her şeyin O’nda başlayıp O’nda düğümlendiğini, bütün âlemlerin zerre zerre O’na medyun bulunduğunu müşâhede etmiş ve bu müşâhedelerini bizlere anlatmışlardır.

Bizler de o ufka ulaşıp, kalb o âlemin neşvesiyle şahlandığı zaman, ancak O’nun kıymetini işte o zaman anlamış oluruz. Onun bu hususiyetinden dolayı Kur’ân, ta baştan “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.”79 buyurmuyor mu? Evet O, rahmaniyet ve rahimiyetin tam bir mazharıdır. O’ndan yeteri şekilde istifade edebilen ümmet de, “Ümmet-i Merhûme’’dir.

Meâriz

Eskiden beri halk arasında, harp anında düşmanı aldatmakta, insanların arasını bulmakta ve karı-kocayı uzlaştırmakta Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), yalan söylemeyi caiz görmesi kanaati yaygındır. O’nun bu mevzuda söylemiş olduğu hadislerden böyle bir hüküm çıkarmanın oldukça yanlış olduğu kanaatindeyim. Zaten Buhari ve Müslim gibi hadis kitaplarının şerhini yapan Kastallani, Aynî, Nevevî… gibi muhakkikîn de şerhlerinde bu konularla ilgili hadisleri, yalana cevaz verme şeklinde değil, meâriz olarak yorumlamışlardır.

Efendimiz’in hayat-ı seniyelerinde yapmış olduğu şaka türü hâdiseleri göz önüne alarak, zaruret hâlinde meâriz yapmayı, pek çok muhakkik mahzursuz görmüşlerdir ama, imana, icraat-ı ilâhiye’ye ve vakıa ters bir şey olduğunu belirterek hiçbir şekilde yalana cevaz verilemeyeceğini belirtmeyi de ihmal etmemişlerdir. Ta’rizden gelen “muarrez”in çoğulu “meâriz”, tevriye gibi maksadı muhataba kapalı ifade etme demektir. Başka bir ifadeyle, ifadenin muhataba farklı bir şekilde yansıtılması denebilir. Efendimiz’in yaşlı bir kadına, “Yaşlı kadının Cennet’e giremeyeceği” ifadesi bu kabildendir ki, daha sonra gerçek maksatlarının, yaşlı kadının, yaşlı olarak Cennete girmeyeceğini kastettiklerini tasrih buyurmuşlardır.

Hadis kitaplarında bu vak’anın şöyle cereyan ettiği söylenir: Bir kadın huzur-u risalet penahiye gelip, “Dua buyur Ya Resûlallah, Cennete gireyim.” der. Allah Resûlü de, “Yaşlı kadın Cennet’e giremez.” buyurur; kadının çok üzüldüğünü görünce, “Ben, yaşlı kadın yaşlı olarak değil, genç olarak Cennet’e girecek demek istedim.”80 ferman eder ve kadının gönlünü sevinçle coşturur. Ve yine Hz. Enes’in kulağından tutup: “İki kulaklı nasılsın?”81 gibi sözlerini bu cümleden sayabiliriz.

Hâsılı Efendimiz, hayatı boyunca hep yalanın karşısında olmuş ve onun her ne vesileyle olursa olsun, –şaka buna dahil– söylenmemesini istemiş; Ashabının, “Ya Resûlallah, siz de şaka yapıyorsunuz.” demelerine karşı da, “Ben ancak doğruyu söylüyorum.” buyurmuşlardır.82

Evet O, daima hakkı ve hakikati söylemiş, hayatında yalanın kıl kadarına dahi yer vermemiştir. Bu itibarla da O’nun bu konulardaki hadislerini de, doğrudan doğruya hilâf-ı vâki beyanda bulunma şeklinde değil, maksadı gözeterek tevriye yapıp muhatabın farklı şekilde anlamasını sağlama şeklinde yorumlamak gereklidir.

Tevazu ve Kibir

İnsanın, muttasıf olmadığı hâlde “azamet” ve “kibir” gibi vasıflara sahip çıkıp, bunlarla diğer insanlara karşı üstünlük taslaması, onun ruh dünyası adına ciddî bir hastalık emaresidir. Böylesi insanlar, her ne kadar akıllı görünseler de, ben onların psikolojik bir hastalık içinde olduklarına inanıyor ve mutlaka tedavi olmaları gerektiğini düşünüyorum.

İnsan, tevazu ile kibri birbirine karıştırmamalı ve her birini yerli yerine kullanmalıdır. Ancak, bunun tam gerçekleşebilmesi için, –Risale-i Nur’un yaklaşımıyla– insanın her şeyden önce kendi nefsinin bir sinek değerinde olduğunu nefsine kabul ettirmesi gerekir.83 Aksi hâlde insanın, tevazu ufkunu yakalaması imkânsız denecek ölçüde zordur.

Yeri gelmişken tevazu adına bir hususa işaret etmek istiyorum. Halk arasında umumi kabule vâbeste olmuş ve vilâyete ermiş insanlar vardır. Bazı kimselerin o şahısta gördükleri bazı hususiyetleri, bazen ona karşı ifade ettikleri de olur. Bu durumda o şahsın “Hayır, bunlar bende yok. Nerede ben, nerede bu söylediğiniz şeyler?” demesi üç açıdan doğru değildir. Bir; bu ifade o insanları müşâhede ettikleri şeylerde onları tereddüde sevk eder. İki; o insanlara karşı bir saygısızlıktır. Üç; hepsinden önemlisi de Allah’a karşı saygısızlık, hatta küfran-ı nimettir. Şayet Allah, kendi katından göndermiş olduğu bir kısım ışınları, onun üzerinde kırıp, başkalarına yansıtıyorsa, bu yüce ve kutsî iş için o insanın, kendisini seçen Rabbi’ne karşı şükran duyguları ile iki büklüm olması gerekmez mi? Hâsılı, tevazu kavramının da yerli yerine oturtulması ve ona göre davranışların ayarlanması gerekir. Aksi takdirde tevazu niyetiyle küfran-ı nimet içine düşmeler bile olabilir.

Küfür-Fısk-İsyan

Küfür ve fısk kavramları arasında ciddî bir münasebetin olduğuna inanıyorum. Küfür baş kaldırma, fısk ise, ferdin İslâm’ın çerçevelediği sınırın dışına başını çıkarması demektir. Ne var ki, meseleye umum-husus açısından yaklaşacak olursak, fısk daha umumidir. Buna göre her kâfir fasıktır ama her fasık kâfir değildir. Hucurât sûresinde yer alan bir âyet-i kerimede bu iki kavram yan yana zikredilir. Hatta orada bu ikisine bir de isyan eklenir. Âyet-i kerime şöyledir: “… Küfrü, fıskı ve isyanı da size çirkin göstermiştir.”84 Burada isyan dinin emirlerine başkaldırma şeklinde verilmiştir.

Zaten bu âyetin devamında, mü’minlerden iki grubun birbirleriyle vuruşması durumunda, saldıran tarafla, Allah’ın emrine dönünceye kadar mücadele edilmesi emredilmektedir. Buradan da anlaşılıyor ki, isyan dinin emirlerini dinlememe demektir.

Bazı tefsirciler, küfür, fısk ve isyan kavramlarının ard arda sıralanışında tertip esasının gözetildiğini söylemiş ve küfrün fısktan, fıskın da isyandan daha büyük olduğunu iddia etmişlerdir.85 Ortaya atılan bu görüş doğru ise, o zaman münker ameller temyiz edilebilir. Meselâ, şu isyandır; insanı sadece günahkâr yapar, bu fısktır; işleyen fasık olur, bu ise küfürdür; fâilini kâfir hükmüne sokar denilebilir. Zaten bahsini ettiğimiz âyetin sonunda, “İşte doğru yolda olanlar bunlardır.” denilirken, rüşd kelimesi seçilmiş bulunmaktadır. Bilindiği üzere temyiz, ancak rüşde erme ile mümkündür.

Allah Resûlü’nün, bu âyetten muktebes yapmış olduğu duanın burada mutlaka hatırlanması gerekir kanaatindeyim: “Allah’ım, imanı bize sevdir, onu kalblerimize sindir, küfrü, fıskı ve isyanı bize çirkin göster. Bizleri raşid (doğru yolu bulan) kullarından eyle!”86

Dünya-Ukbâ Dengesi

Hakikî Müslüman yeryüzünün hakikî mirasçısıdır. Bu, inanç, düşünce, müessiriyet ve yönlendirme plânında bir verasettir. Zaten Allah mü’minlerin başka milletlerin sultası altına girmesine de kat’iyen razı değildir. Allah’ın razı olmadığı şey, şayet tahakkuk etmişse, mü’minler fert, aile, cemiyet ve millet olarak topyekün hepsi günahkârdır. Bu mesele Müslüman milletlerin mahkûmiyetleri açısından da değerlendirilebilir.

Allah’ın razı olduğu böyle bir hâlin hayata geçirilmesi, ancak dava düşüncesine sahip mefkûre insanlarıyla mümkün olacaktır. Efendimiz’in “Cihat niyeti olmayan insan, bir çeşit cahiliye ölümü ile ölmüştür.” (Bu, yukarıda arz etmeye çalıştığımız düşünce ve anlayışın dünya çapında temsili mânâsında bir cihattır.) şeklindeki beyanından hareketle, her Müslüman bu uğurda önce ciddî bir ceht ve gayret içinde bulunmalı veya en azından böyle önemli bir meselenin niyetini paylaşmalıdır. Aksi hâlde, fert kaybettiği gibi, İslâm dini de kendini taşıyacak omuzlar bulamadığı için hep mahkum konumda kalacaktır.

Bu işi gerçekleştirecek dava erlerinin –bana göre– ihlâs, samimiyet ve dünyevî beklenti içinde bulunmamaları gibi vasıflarının yanında, dünyaya bakış açıları çok önemlidir. Tarihe bu gözle baktığımız zaman Firavun, Nemrud, Karun… gibi insanlar dünyaya karşı bakış açılarını tam tespit edemedikleri için kaybetmişlerdir. Böyle bir kayıp herkes için de her zaman bahis mevzuudur. Onun için dünyanın inanç ve amel itibarıyla hem çok iyi beslenmesi, hem de çok iyi yönlendirilmesi elzemdir.

Sahabe-i kiram bizim arz ettiğimiz çerçevede bu dengeyi kurmuş ve işletmiş örnek bir topluluktur. Rivayetlere göre, Hz. Osman’ın 500 deveyi bir defada üzerindeki yükleri ile birlikte infak etmesi87 akıl ve mantıkla izah edilecek gibi değildir. Bununla, Hz. İbrahim’in, hâdisenin sıhhati tenkit edilse de, سُبُّوحٌ قُدُّوسٌ رَبُّ الْمَلاَئِكَةِ وَالرُّوحِ tesbihatı karşısında, vadiler dolusu koyunlarını vermesi arasında fark olmasa gerek. Hâlbuki biri peygamberdir, diğeri de İnsanlığın İftihar Tablosu’nun müntesibi mütevazi bir insan. Demek ki Hz. Osman, bu davranışıyla peygamberâne bir ceht ortaya koyuyordu. Zaten Tebük Savaşı öncesi, ordunun techizatı için infak ettiği mal menal sonucu, Allah Resûlü’nün, gözleri dolu dolu “Osman’a bugünden sonra yaptığı şeyler zarar vermez.”88 buyurması da bunu destekler mahiyettedir.

Evet, dünya-ahiret dengesinin iyi kurulması ve çok sık tekrar ettiğimiz gibi, “Dünyaya dünya, ukbâya da ukbâ kadar” değer verilmesinin anlaşılması ve hayata geçirilmesi çok önemlidir. Abdülkadir Geylanî Hazretlerine ait şu menkıbe de bunu anlatan örneklerdendir:

Birisi, “Benim ayağım, bütün velilerin omuzları üzerindedir..” diyen şu veliyi göreyim düşüncesiyle Hazretin evine gidiyor. Kapıdan içeri girince, köpeklerin boynunda altın tasmalar görüyor. Bu manzara karşısında şahıs şaşırıyor ve “Köpeklerinin boynuna altın tasma takacak kadar dünyaya dalmış bir insan, nasıl oluyor da veli olabiliyor..” diye içinden geçiriyor. Sonra Hazretin huzuruna vardığında, Hazret: “Biz onları gönlümüze sokmadık; konulacak yere koyduk.” şeklinde düşüncelerini dile getiriyor.

Evet düşünce ve amel bu olduktan sonra dünya malının hiç mi hiç zararı yoktur. Üstad Hazretleri buna “Dünyayı kalben terk etme, kesben terk etmeme.”89 mealindeki sözleri ile yaklaşır.

Hâsılı, dünyaya bakış açısı adına arz ettiğimiz bu temel düşünceler, yeryüzü mirasçılarının vazgeçilmez vasıflarındandır. Bu ufku kazanamamış insanların ise, günün birinde yollarda takılıp kalacakları kuvvetle muhtemeldir.

Suizan

Konuştuğumuz şeyler, üslubumuz, jest ve mimiklerimiz başkalarını yanlış mülâhazalara sevk edecek televvün içinde olmamalı. Düşüncelerimiz, düşüncelerimizi ifadede kullandığımız kelimeler, hukukta olduğu gibi, çerçevesi belirli, eskilerin ifadesiyle de efradını câmi, ağyarını mâni, fevkalâde sağlam ve muhkem olmalı. Bilhassa sırtlarında ağır mesuliyetler taşıyan insanlar, uluorta konuşmamalıdırlar.

Evet, toplumun “matmah-ı nazarı”, farklı bir ifade ile “cazibe merkezi” hâline gelmiş insanlar, “sıradan” olmayı terk etmek mecburiyetindedir. Onlar, şahsî hayatlarında veya Allah ile münasebetlerinde “İnsanlardan bir insan ol.” emrince, kendilerini “sıradan bir insan” olarak kabul etseler bile; toplum içindeki konumları itibarıyla aslâ sıradan bir insan gibi davranamazlar.

Bu anlattığımız hususlara, Nebiler Serveri’nin şu hâli ne güzel örnektir: Efendimiz, mescid-i şerifte itikaf buyururlarken Safiye Validemiz O’nu ziyarete gelir. Ziyaret sonrası, Safiye Validemiz (radıyallâhu anhâ) dönüp giderken, (aslında bütün âlemin kendisine ayağa kalkması gereken Yüce Nebi) ayağa kalkar ve zevcesini mescidin dışına kadar teşyi eder. –Evet O, feministlerin akıllarının köşesinden bile henüz geçmeyecek ölçüde hanımlarına karşı ciddî bir vefa ve sadakat, hatta saygı hisleriyle doludur.–

Allah Resûlü, günümüzde nereden aldıklarını bilemediğim bir anlayışla hanımlarını üç adım arkadan yürüten bazı Müslümanlara da ders verircesine, zevcesini yanına almış, onunla beraber yürürken, iki sahabi, hızla oradan gelip geçer. Onlardan birisi Evs kabilesinden çok önemli bir zât olan Üseyd b. Hudayr, diğeri de Abbad b. Bişr’dir. Efendimiz, onlara “Olduğunuz yerde kalın!” diye emreder. Sonra da Safiye Validemizin yüzünden nikabı açar ve “Bakın, bu zevcem Safiye’dir.” der. Sahabe efendilerimiz; “Estağfirullah ya Resûlallah, senin hakkında suizan mı?” dediklerinde, Allah Resûlü: “Şeytan, insanların kanının dolaştığı yerde dolaşır.”90 buyururlar.

İmam-ı Şafiî Hazretleri, bu hâdise münasebetiyle: “Eğer o iki sahabinin aklından, acaba Peygamber bir kadınla mı dolaşıyor? diye geçseydi, kâfir olurlardı.” hükmünü vermiştir.91 Demek ki, Hz. Seyyidü’l-Mâsûmîn hakkında, bu kadarcık olsun suizanna girilmemelidir. Bu mülâhaza “Başkaları hakkında suizan edilir.” şeklinde yorumlanmamalıdır. Burada konumuzla ilgili olan husus Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hz. Safiye’yi onlara gösterip “Zevcem” demesiyle, suizan kapısını kapatmış olmasıdır. İşte biz de bu anlayıştan hareketle, konuşma ve davranışlarımızın yanlış yorumlanmasına meydan verilmemesine dikkat ve su-i te’vil, su-i tefsir kapılarını kapatmanın bizim için de bir sorumluk olduğu hükmünü çıkartabiliriz.

Evet, bizler, kendimiz günaha girmeme mükellefiyeti altında olduğumuz kadar, başkalarını günaha sokmamakla da mükellefiz.

Burada mevzu ile ilgili bir düşüncemi daha sizlere açmak istiyorum; benim, düşüncelerimi ifadede su-i taksirim, aceleciliğim, insanların idrak seviyelerine mümaşat edememem ve benzeri sebeplerden dolayı bazılarını günahlara sürükleme gibi bir tavrım olmuşsa, Rabbimin beni affetmesini dilerim. Şayet benim hakkımda suizanda bulunanlar, bu mevzudaki yanlış yorumlarından dolayı ilâhî prensiplere göre, benim etimi yemiş, yani gıybetimi etmişlerse, yerden göğe kadar onlara hakkım helâl olsun. Bundan dolayı, Rabbim “Ne kabirde, ne de daha ötesinde onları muahaze etmesin.” derim. Ancak, benim kendilerine hakkımı helâl ettiğim kimseler, acaba benim hakkımda aynı şeyleri düşünüyorlar mı? Bilemiyorum. Şahsen ben, bu noktada “Siz kendinize bakın, siz doğru yolda olduğunuz takdirde sapan kimse size zarar veremez.”92 âyetinin muhtevası doğrultusunda hareket etmeye çalışıyorum.

İmtihan Unsurları

“Andolsun ki sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile deneriz. (Ey Peygamber!) Sabredenleri müjdele.”93

“İnsanlardan en çok belâya (imtihana) maruz kalan peygamberler, sonra evliya, sonra seviyesine göre sair insanlardır..”94

Yukarıda kutsî beyanların biri âyet, diğeri de hadistir. Bu âyet ve hadisin işaret buyurdukları gerçek ise imtihan meselesidir. Evet, insan bu dünyaya, “insan-ı kâmil” mertebesine ermek için gönderilmiş bir varlıktır. İnsanın bu mertebeye gülerek ve oynayarak çıkması da mümkün değildir. İnsan-ı kâmil mertebesine taşıyan yollarda sıkıntılar, meşakkatler, musibetler vardır ve olacaktır da.

Tarihe bu açıdan baktığımızda başta topluma yön veren insanlar olmak üzere, hemen herkesin çeşitli sıkıntı ve çilelere maruz kaldığını görürüz. Meselâ, ister teker teker, isterse toplu olarak ele alın sahabe-i kiram, Mekke döneminde baskı ve tazyik altında kalmış.. burada çekilen şeyler dayanılmaz bir hâl alınca da oradan Medine’ye hicret etmişlerdir. Medine döneminde aynı sahabe-i kiram, kendi aralarında ihtilâtların ve iftirakların ağına çekilmek istenmiş, bu defa da imtihanı farklı bir buudda yaşamışlardır.

Hakeza hapishane, insanın terakki yolculuğunda bir uğrak olabilir. Nice devasa şahsiyetler, defalarca bu mihnet ve meşakkat mekânına girmiş çıkmıştır. Gerçekten hapishaneler, hürriyetin kısıtlanması itibarıyla menfi yönleri olsa da, günaha karşı kapalı bulunması, yapılacak ibadet ü taatlere riya ve süm’anın karışma ihtimalinin çok az oluşu gibi yönleriyle terakkiye çok müsait yerlerdir. Bediüzzaman, bu özelliğinden dolayı hapishanelere “Medrese-i Yusufiye” adını vermiş, orada ibadetle geçirilen bir günün yirmi dört güne eşit olduğunu beyan etmiştir.95 Tabiî bu biraz da kalbin Allah ile kuracağı münasebete bağlıdır. Bazıları vardır ki, bu irtibatı fazlasıyla kurmuş ve mükâfatı belki de Hz. Bediüzzaman’ın belirttiğinden daha fazla almıştır. Bazıları da bu irtibatı kuramamış ve kazanma kuşağında kaybetmiştir.

Yine bir insanın inandığı dinî değerlerden dolayı bir şakî gibi takip edilmesi, sözlü, yazılı hakaretlere maruz kalması, stratejik bir konumda sürekli stres altında yaşaması, bahsini ettiğimiz imtihanın farklı versiyonlarından biridir.

Hâsılı, bütün çeşitleri ile imtihan kaderin bir remzidir. İster istemez her insanın başına gelecek bir olgudur. Burada akıllı davranıp, imtihan unsurlarına sabretme, insanı hem dünyada hem de ukbâda mesut edebilir.

Tevazu-Kibir

Hemen her toplum içinde zenginlik, makam, ilim, güzellik, soy vb. şeyler büyüklük vesilesi olarak kabul edilen şeylerdendir. Tevazu ise bunlara rağmen insan hayatına hâkim olması gereken bir ahlâk-ı âliyedir. Yani yukarıda saydığımız şeylerle tevazu birbirine rağmen işleyen, biri diğerine engel olan iki unsurdur. Fakat Müslümanlık açısından önemli olan, insanın iradesi ile bunu aşmasıdır. Tıpkı Nebiler Sultanı Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) gibi. O kovulmuş olduğu Mekke’ye seneler sonra muzaffer bir komutan olarak girerken, tevazuundan mübarek başları, binitinin eğerinin kaşına değecek kadar aşağılardaydı. Hatta denilebilir ki O, 23 yıllık insanı gurura, kibire, büyüklenmeye sevk edebilecek hâdiselerle dopdolu hayatında tevazu ve mahviyete ters bir davranışta bulunmadığı gibi, bunlar O’nun tevazu ve mahviyetinin artmasına sebep teşkil etmiştir.

Zaten önemli olan da bu değil midir? Eğer insan, yaşadığı seneleri Allah için dolu dolu yaşamamışsa, zengin olması ne ifade eder? Dinine, milletine hizmet etme düşüncesine erken uyanmış olmanın hakkını arıyor ve bekliyorsa, bu Allah Resûlü’nün yoluna ters değil midir? Davul gibi bomboş, tın tın öten bir hayat ile O’nun huzuruna gitmek kime ne kazandırır? Unutmayalım, tevazu, mahviyet, hacalet mü’mine yakışan ve yaraşan; tekebbür, inhiraf, kendini âlemden üstün görme ise Karun gibi insanı başaşağı getiren şeylerdir.

1 Bkz.: es-Suyûtî, el-Hâvî 1/325; el-Halebî, es-Sîratü’l-Halebiyye 1/240.

2 Buhârî, ezân 36, zekât 16, rikak 24, hudûd 19; Müslim, zekât 91.

3 Bediüzzaman, Mektubat s.29 (Sekizinci Mektup).

4 Müslim, cennet 62; Tirmizî, kıyâmet 2; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/254, 6/3.

5 Bkz.: İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 2/100; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 2/150.

6 İnfitâr sûresi, 82/11.

7 İnfitâr sûresi, 82/12.

8 Kaf sûresi, 50/18.

9 Buhârî, rikak 31; Müslim, îmân 206.

10 Kaf sûresi, 50/16.

11 Müslim, îmân 333; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/136.

12 Bkz.: Nisâ sûresi, 4/141.

13 Câsiye sûresi, 45/13.

14 Lokman sûresi, 31/20.

15 Bediüzzaman, Sözler s.742 (Otuz Üçüncü Söz, Yirmi Dokuzuncu Pencere).

16 Bediüzzaman, Sözler s.235 (On Yedinci Söz, İkinci Makam, İkinci Levha).

17 Buhârî, îmân 31; Müslim, îmân 206, 207 Ayrıca bkz.: En’âm sûresi, 6/160.

18 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 8/298; el-Hâkim, el-Müstedrek 1/126, 4/285.

19 Bediüzzaman, Lem’alar s.9 (İkinci Lem’a, Birinci Nükte).

20 Bkz.: İsrâ sûresi, 17/16; Mü’minûn sûresi, 23/64; Vâkıa sûresi, 56/45; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 10/193; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 7/12.

21 Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye s.164 (Zühre, On Dördüncü Nota, Dördüncü Remiz).

22 Bediüzzaman, Lem’alar s.9 (İkinci Lem’a, Birinci Nükte).

23 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/297; en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 6/110, 509.

24 Enfâl sûresi, 8/40; Hac sûresi, 22/78.

25 Ebû Dâvûd, edeb 101; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/42.

26 Buhârî, rikak 18, merdâ 19; Müslim, sıfâtü’l-münâfıkîn 71-78.

27 Bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/335; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 2/38.

28 Buhârî, ahkâm 7; Müslim, imâret 14.

29 Bkz.: Buhârî, menâkıbü’l-ensâr 1-2, meğâzî 56; Müslim, zekât 132-140.

30 Buhârî, şirb 6, 7, 8, sulh 12, tefsîru sûre (4) 12; Müslim, fezâil 129.

31 Hucurât sûresi, 49/13.

32 Buhârî, farzu’l-humus 6, daavât 11; Müslim, zikr 80.

33 Bkz.: İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 3/297, 4/70.

34 Bediüzzaman, Lem’alar s.163 (On Yedinci Lem’a, On Dördüncü Nota, Üçüncü Remiz).

35 Bediüzzaman, Lem’alar s.9 (İkinci Lem’a, Birinci Nükte).

36 Bakara sûresi, 2/259.

37 Tirmizî, daavât 100; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/254.

38 Tevbe sûresi, 9/105.

39 Buhârî, îmân 37, tefsîru sûre (31) 2; Müslim, îmân 5, 7.

40 Tîn sûresi, 95/4-6.

41 Bkz.: إِنَّا لِلّٰهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ “Biz Allah’a aidiz ve vakti geldiğinde elbette O’na döneceğiz.” Bakara sûresi, 2/156.

42 Tirmizî, birr 57; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/340.

43 Bediüzzaman, Sözler s.774 (Lemeât).

44 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/161; Abdurrezzak, el-Musannef 10/455.

45 Buhârî, rikak 23; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 13/549.

46 Bakara sûresi, 2/30.

47 Sâffât sûresi, 37/96.

48 Bakara sûresi, 2/30.

49 Buhârî, i’tisâm 5, humus 1; Müslim, cihâd 51.

50 Âl-i İmrân sûresi, 3/40.

51 Enbiyâ sûresi, 21/63.

52 Mâide sûresi, 5/32.

53 Buhârî, diyât 2, enbiyâ 1, i’tisâm 15; Müslim, kasâme 27.

54 Mâide sûresi, 5/27-32.

55 Nisâ sûresi, 4/93.

56 Bkz.: Abdurrezzak, Tefsîru’s-San’ânî 1/167; et-Taberî, Câmiu’l-beyân 5/217.

57 Tirmizî, diyât 22; Ebû Dâvûd, sünnet 32; Nesâî, tahrîm 22.

58 İbn Hibbân, es-Sahîh 2/406; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 1/483.

59 Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/145.

60 Buhârî, rikak 28; Müslim, cennet 1.

61 Buhârî, menakıbü’l-ensâr 40, rikak 51; Müslim, îmân 360.

62 Bediüzzaman, Kastamonu Lâhikası s.83.

63 Bediüzzaman, Mektubat s.436 (Yirmi Sekizinci Mektup, Sekizinci Mesele).

64 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 9/40; İbn Hacer, el-İsâbe 7/237-240.

65 Buhârî, menâkıbü’l-ensâr 40; Tirmizî, tefsîru’l-Kur’ân 28, 29.

66 Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.287 (Yirmi Birinci Söz, Birinci Makam, Üçüncü İkaz).

67 Tirmizî, kader 7, daavât 89, 124; İbn Mâce, dua 2.

68 İbrahim sûresi, 14/27.

69 Buhârî, cenâiz 32; Müslim, cenâiz 14,15.

70 Âl-i İmrân sûresi, 2/14.

71 A’râf sûresi, 7/43.

72 İbn Receb, Câmiu’l-ulûmi ve’l-hikem 1/186; İbn Hacer, Fethu’l-bârî 10/77.

73 Mutaffifîn sûresi, 83/14.

74 Tirmizî, tefsîru sûre (83) 1; İbn Mâce, zühd 29.

75 Bkz.: Yûsuf sûresi, 12/47-49.

76 Hac sûresi, 22/75.

77 Bakara sûresi, 2/253.

78 Bkz.: Necm sûresi, 53/9.

79 Enbiyâ sûresi, 21/107.

80 et-Tirmizî, eş-Şemâil s.199; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 5/357.

81 Tirmizî, menâkıb 45; Ebû Dâvûd, edeb 92.

82 Tirmizî, birr 57; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/340.

83 Bediüzzaman, Sözler s.328 (Yirmi İkinci Söz, İkinci Makam).

84 Hucurât sûresi, 49/7.

85 Fahruddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb 28/107.

86 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/424; en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 6/156.

87 Tirmizî, menâkıb 18; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/63.

88 Tirmizî, menâkıb 18; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/63.

89 Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye s.113 (Habbe).

90 Buhârî, i’tikâf 8, 11, 12, edeb 121, ahkâm 21; Müslim, selâm 23-25.

91 İbn Hacer, Fethu’l-bârî 4/280; el-Aynî, Umdetü’l-kârî 11/152, 24/250.

92 Mâide sûresi, 5/105.

93 Bakara sûresi, 2/155

94 Tirmizî, zühd 57; İbn Mâce, fiten 23; Dârimî, rikak 67.

95 Bediüzzaman, Şualar s.182 (On Birinci Şua).

-+=
Scroll to Top