Tecdid-i İman

Soru: Niçin tecdid-i iman yapıyoruz?

Aslında bu soru “Niçin tecdid-i iman yapmıyoruz?” şeklinde de sorulabilirdi. Allah’a inanıyor ve bu inancımızı لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ kudsî cümlesiyle ilan ediyoruz. Biz bu sözü söylerken, aynı zamanda kalbdeki tasdik ve iz’ana dilimizi de tercüman kılıyoruz ki, ahkâm-ı ilâhiyenin üzerimizde tatbik edilmesi konusunda bu bir esastır.

Sâniyen, kelimeyi söylemekle, şahsî hayatımızı aydınlatmış, nuranîleştirmiş oluyoruz ki, bu bizim için mutlak bir ihtiyaç. Her şeyden evvel bizler, mütemadiyen tahavvül edip değişen varlıklarız: Ben, dünkü ben değilim, tabiî evvelki günkü ben de değilim. Hele geçen seneki ben, hiç mi hiç değilim. Geçen seneki ben ile şu andaki ben arasında upuzun bir mesafe vardır. Öyle ise geçen sene ben لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ deyip tecdid-i iman yaptıysam, değişen şimdiki ben yeniden tecdid-i iman yapmak suretiyle ruh, his ve kalb dünyamı tenvir etme mecburiyetindeyim.

Sâlisen, üzerinde yaşadığımız dünya da bizim gibi değişiyor: Küre-i arz durmadan dönüyor; Güneş devamlı hareket ediyor. Değişen dünyaları da ayrıca tenvir etmek ve içinde bulunduğumuz yurdumuzu, yuvamızı, otağımızı aydınlatmak için yine لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ kudsî cümlesiyle hayatımızı aydınlatmak mecburiyetindeyiz.

Râbian, insan farkına vararak veya varmayarak pek çok defa, kendisini küfre sokacak davranış, iş ve sözlerde bulunabilmektedir. Bu türlü davranış, iş ve sözler onun mânevî hayatını karartır, zulümatlı hâle getirir ve kapkaranlık yapabilir. İşte eğer insanın, küfre götüren ve dalâlete iten bu türlü sözlerle iç dünyası kararmışsa böyle birinin لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ ile hayatını yeniden tenvir edip tecdid-i iman yapması onun için elzem ve zarurîdir.

Hâmisen, uhrevî âlemimiz itibarıyla ne zaman vefat edersek, dilimiz kelime-i tevhid ile ıslanmış olarak Allah’ın huzuruna gitmemiz bizim için hayatî bir mevzudur. Onu söylemiş ve o ahd ü peymâna sadakat içinde Allah’ın huzuruna gitmiş olmak, bizim için önemi çok büyük, kazandıran hususlardandır. Evet, bir hadis-i şerifte: “İnsan vefat ederken, kelime-i tevhidle dili ıslak olarak Allah’ın huzuruna giderse, Cenâb-ı Hak onu mağfiret buyurur.” şeklinde ifade edilmektedir.

İmamların camilerde yaptırdıkları tecdid-i iman ve tecdid-i nikâh meselesine gelince; bu mânâ günümüzde bir âdet olarak icra edilmektedir. Resûl-i Ekrem devrinde böyle bir tecdid-i iman yapma meselesi bahis mevzuu değildi. İnsanın günün her dakikası ve her saatinde günahlara ve küfre karşı içinde bir burkuntu ve tiksinti duyup da gönlünden gele gele لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ demesi, bir tecdid-i iman cehdidir ve mümkünse bu her zaman yapılmalıdır.

Cenâb-ı Hak, yolunda ve yönteminde bu işleri edaya bizleri muvaffak kılsın.

İmanı Yenileme

İman; Eş’arîce bir üslûpla, insanın diliyle لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ “Allah’tan başka ilâh yoktur.” demesi, kalbiyle onu tasdik etmesi, mantığıyla ona düğümlenmesi ve bütün hisleriyle de ona sahip çıkması demektir. Şüphesiz bütün bunların olması için sağlam bir fikir ameliyesine ihtiyaç vardır.

Allah Resûlü bir hadislerinde bu yenilenmeye şöyle işaret ederler: جَدِّدُوا إِيمَانَكُمْ بِلَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ “İmanınızı ‘Lâ ilâhe illallah’ demek suretiyle yenileyin.”1 Bence bu hadis, sadece dil ile kelime-i tevhidi söylemeye hamledilmemelidir. Ehl-i hakikate göre bu mübarek kelimeler dille telaffuz edilirken, vicdanlarda duyulmuyorsa bir mânâda yalan söyleniyor demektir. Yani, “لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ deyiniz” demek, “Bu kelimeleri vicdanlarınızda hissediniz, her gün din ve iman adına bir yenilik peşinde olunuz, devamlı kendinizi yenileyiniz, yaratılış gayesine ulaşma uğrunda sürekli yollarda olunuz” demektir. Malum olduğu üzere her lahza zaman ve mekân değişmektedir; bu itibarla insan da, bu değişmeler içinde her an kendini aydınlatmalı, yenilemeli ve ruhta yeni bir dirilişe geçmelidir ki, hayatını teşkil eden karelerden hiçbiri karanlık kalmasın.

İmanı yenileme meselesi devamlılık isteyen bir husustur. Mü’mindeki bu yenilenmenin onun tabiatının bir yanı, fıtratının bir parçası hâline gelmesi için devamlı surette imanını derinleştirmesi ve onu hayatına aksettirici temrinatla bezemesi gerekmektedir. İnsanda ruhen böyle bir yenilenme isteği, kavlî olarak لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ demekle başlayıp, onun mahz-ı mârifet hâline getirilmesiyle devam ederek mârifeti muhabbete, muhabbeti aşk u şevke, aşk u şevki de cezb hâline getirmekle en ileri seviyeye ulaşabilir…

Çağlara Göre Kitap ve Sünnet’e Yeni Yorumlar Getirme

Zamanın değişmesiyle Kitap ve Sünnet’in aslını bozmadan değişik çağlara göre, bugüne kadar henüz tam açılmamış kapalı yanlarını açma mânâsına ona yeni yorumlar getirmek, bugün en çok ihtiyaç duyduğumuz şeylerdendir. İslâm’a ait meseleleri anlatmada terennüm, üslûp ve anlatma tarzı değişebilir. Zaten netice itibarıyla Kur’ân kudsî bir malzemedir. Ve bu malzeme değişik şekillerde kullanılabilir. Önemli olan, bu malzemeyi alıp evirip-çevirme, değişimi gözeterek çağlara ve devirlere göre onun değişik cevherlerini ortaya koymaktır. Tarih boyunca bu semavî beyan hep yeni yorumlar ile renklendirilegelmiştir. Meselâ, Ömer b. Abdülaziz, İmam Gazzâlî, Fahreddin Râzî, İmam Rabbânî ve Bediüzzaman onu öncekilere nispetle daha farklı okumuşlardır. Bu, hem bir ihtiyaç hem onun muhteva zenginliğinin ortaya konması hem de كُلُّ جَدِيدٍ لَذِيذٌ “Her yeni şey tatlıdır.” fehvâsınca, herkese yenilikteki lezzeti duyurmaktır.

Aslında Kur’ân’ın hâdiseleri yorumlamadaki böyle bir değişikliği olmazsa hem şu an hem de gelecekte çok problemlerle karşılaşılır. Zira, asla ve temele sadakatin yanında yaşanılan çağın kavranması da çok önemlidir. Bence tecdidin mânâsı da işte budur. Bundan başka, günümüzde anlatılacak hususları sunma tekniği, ifade tarzı ve yaklaşım farklılığı da çok önem arz etmektedir. Hatta şimdilerde öyle olmasında zaruret vardır. Değişik ilimler, bizim anlatmak istediğimiz yüce hakikatler için sürekli ifade malzemesi ve beyan şekli olmalıdır. Bu arada zamanın değişmesiyle bakışlarımız da yer yer değişebilir. Meselâ, dün eşya ve hâdiselere bakan insanlar onları değişik anlıyorlardı. Dolayısıyla yorumları da farklı oluyordu. Bugün ise olay ve hâdiseler daha farklı anlaşılabilmektedir. Dahası günümüz itibarıyla eşyanın perde arkasına daha fazla muttali olma söz konusudur. Bütün bunlar günümüz insanının meselelerini daha iyi ifade etme mecburiyetinde olduğunu göstermektedir. Yoksa bugüne ait şeyler yerine, müzelik şeyler söylenmiş olur ki, bu da ifade edilen hakikatlerin değerinin düşmesi demektir.

Şuurlu Okumak

Şuursuzca okunan Kur’ân-ı Kerim ve zikr-i ilâhî her ne kadar matlup değilse de, yine de insan, bunlardan mutlaka istifade eder. Ümit edilir ki, bu şekildeki okumalar dahi tıpkı yağmur taneleri gibi, toprağın bağrındaki tohumların uyarılmasına vesile olurlar. Ne var ki, bize düşen vazife, bunlardan daha derince istifade edebilmektir. Daha derin mülâhazalara açılabilmek için ise insanın kendini biraz zorlaması lâzımdır. Her kelime ve ifadeyi, bir idrak ve şuur içinde, kalbin ta derinliklerine kadar indirmek gerekir. Böyle şuurluca bir kıraat ve zikir biri bin yapar.

Nuranî Heyet

Nurlar, imanî mevzularda yapmış oldukları tavzihlerin yanında icmâlî olarak İslâm’ın diğer meselelerine de temas etmişlerdir. Bediüzzaman, kendi yaşadığı dönemde icmâlî olarak ortaya koyduğu bu meseleleri, gelecekteki bir kısım nuranî zatlara ve heyetlere havale ederek tafsilini onlara bırakmıştır.

Evet, onun ifade ettiği icmalî meseleleri fert değil, heyetler açacaklardır. Bu heyet içindeki fertler, tıpkı bir bayram sofrasında olduğu gibi Nur mutfağının o zengin menüsünü, birer birer o sofraya taşıyacaklar ve bir sofra düzeni içinde fertler, önce ekmekten başlayarak sonunda baklavaya varıncaya kadar ne ortaya konması gerekiyorsa heyet hâlinde onu yerine getireceklerdir. Tabiî bu meselenin birden olmasını düşünmek yanlış olur. Bunlar, bir sünuhat kabîlinden, ihtiyaca binaen, zaman içinde hiç farkında olmadan akıp akıp gelecek ve ortaya çıkıverecektir. Bu faaliyetin içinde bencillik ve sun’îlik olmamalıdır; zira sun’îlik, riyakârlıktır. Şimdi bu mânâda bir kişi kalkıp Rahmân sûresini tefsir etmeye teşebbüs etse uygunsuz bir iş yapmış olur. Çünkü yapılacak şeylerde ittifâkîlik esas, şahs-ı mâneviye ait olması da olmazsa olmaz biricik yoldur.

Allah, Azametine Yakışır Şekilde Anlatılmalı

Ormanlık bir alanda bir ağaca dayanmış, yanımda bulunan arkadaşlara Cenâb-ı Hakk’ın azametini, tabiattaki harikulâde icraatını –dilimin döndüğü nispette– anlatmaya çalışıyordum. Allah’ın azametini misallendirmek için bir böceğin ıtrahatındaki harikulâdeliği ifade ederken nereden geldiğini bilemediğim bir danaburnu önce başımda bir daire çizdi; sonra da pençeleriyle dudaklarıma yapışarak ağzımı kapattı. Can havliyle danaburnunu elimle tutup attım ve sözüme kaldığı yerden o böcek misaliyle devam ettim. Ancak, danaburnu az sonra tekrar geldi ve pençeleriyle ağzıma bir defa daha kilit vurdu. Neden sonra vicdanımda Allah’a karşı bir saygısızlık mı yaptım diye ciddî bir endişe hâsıl oldu. O anda ürperdim ve nerede hata yaptığımın farkına vardım.

Evet, Allah’ın azameti ifade edilirken verilen misaller de O’nun azametine yakışır olmalıydı. Bundan dolayı o hayvancık vazifeli kılınarak, Cenâb-ı Hakk’ın azametini dillendiren misalimden dolayı gelip benim ağzımı kapatmıştı. Bu hâdise, yanımdaki insanların dahi anlayıp ürperti duyacakları şekilde açık cereyan etmişti…

Mü’minin Derdi

Mü’minin derdi, insanların kalblerine Allah’ı yerleştirme olmalıdır. Ancak bunun gerçekleştirilmesi, mü’minin üzerine vazife değildir. Cenâb-ı Hak (celle celâluhu) dilediği insanın kalbine imanı koyar, dilemediğine de koymaz. Mü’mine düşen asıl vazife, insanlarla Allah arasındaki engelleri kaldırıp kalbleri imana hazırlamaktır. Her mü’min, insanların üzerindeki küfür baskısını bertaraf etmeye çalışmalı; bakış zaviyesi bulanmış olanların bu hâlini düzeltmek için çaba sarfetmeli; onların imana girmelerine engel teşkil edebilecek gurur, kibir ve zulüm gibi mâniaları bertaraf etmeye çalışmalıdır ki, Kur’ân’ın âyetleriyle desteklenen konular da bunlardır. Nitekim, Efendimiz başta olmak üzere enbiyâ-i izâmın vazifelerinin sadece “tebliğ” olduğu hakikati, Kur’ân’ın on iki değişik yerinde anlatılmaktadır. Meselâ, “Resûle düşen şey sadece tebliğdir.”2 âyeti buna misal teşkil eden âyetlerden sadece biridir ve bu mesajın nebilerin şahsında mü’minleri de içine aldığı izahtan vârestedir.

Nur’un Meseleleri İzah Tarzı

Nurlar, İslâmî pek çok temel meseleyi halletmenin yanında, onlara bir bütün hâlinde bakıldığında, satır aralarına sıkıştırılmış pek çok yol gösterici mesajlar ve küllî kaideler türünden disiplinler ve fikir yumakları bulmak da mümkündür. Meselâ onlardan biri: “Bir insanı alıp, kemalâtın mertebelerinde dolaştırarak onu kurmay yapmaktansa beş on insanı nefer yapmak ve onları dalâletten kurtarmak daha iyidir.”3 Zira, çağ ve dönem itibarıyla insanları kurtarmak; onları ayakları yere basan birer nefer seviyesinde ele alma, onları yetiştirme, koruma ve kollamayla olacağından neferlerin anlayışı ve muhatap alınmaları ön plâna çıkar.

Risalelerde satır aralarında ifade edilen hususlardan bir diğeri de meselelerin “tedellî” (Tümdengelim = İstidlâl) metodu ile anlatılmasıdır. Yani müessirden esere giderek, eserin o çerçevede değerlendirilmesidir. Böylece eser, hem o “Müessir-i A’zam”ın büyüklüğü hem de o eserin ifade ettiği mânânın derinliği açısından daha bir açılır ve inkişaf eder. Böyle bir yol, eseri anlama açısından daha önemlidir. Çünkü bunun tersi bir yaklaşım tarzı ki, –eserden müessire doğru gitme yöntemidir– çok defa beklenen sonuca ulaştırmaz. Her ne kadar o eseri oluşturan parçalar ciddî bir tenasüp içinde de olsa ve o eserin değişik yanları tam bir nizam, mükemmel bir âhenk ve şiiriyet de ifade etse, eldeki neticenin yine kendi kıymetince olması bakımından Zât-ı İlâhî hakkında yeterince fikir vermeyebilir.

Ama meseleye, öncelikle göklerin ve yerlerin zimamını elinde tutan Zât-ı Ecell-i A’lâ nazara alınarak tedellî yolu ile bakılınca, eseri meydana getiren fırçanın eser üzerinde çok önemli ve derin çizgiler bıraktığı hemen anlaşılacaktır. Hatta eserde münasebetsiz gibi görünen bazı çıkıntıların bile değişik bir mânâ, farklı bir maslahat veya ince bir hikmet için olduğu hemen fark edilecektir ki, işte böyle bir eser, insanı bir hamlede, bir nefhada tecridin götürdüğü derinliklere çekip götürecektir. Böylece, her eserde bir derinleşme olduğu görülecek ve bu eserlerin her biri Zât-ı Ulûhiyet mülâhazasını ruhlarımıza çok farklı olarak fısıldayabilecektir. İşte Risalelerin satır aralarında verilen noktalardan bir diğeri de budur.

Ayrıca, küllî bir bakış açısıyla baktığımızda; Risalelerin, ibtidâ ile intihânın birleştiği noktaların izahı olduğu da söylenebilir. Dolayısıyla, hemen herkes bu eserlerden seviyesine göre mutlaka bir şeyler anlar. Bazıları düz satırlardan bir şeyler anlarken, diğer bazıları da satırlarla beraber satır aralarını, hatta satır aralarının gölgelerine göre satırları dahi farklı anlayabilir.

Peygamberlik Müessesesine Saygı

İlk peygamberin tebliğ ettiği din ile daha sonra gelen peygamberlerin tebliğ ettiği din, temel nitelikleri itibarıyla aynıdır. Ancak peygamberler arasında şöyle bir farkın bulunduğunu söylemek de yerinde olur zannediyorum: Eşya, varlık, Hz. Âdem’den (aleyhisselâm) Hz. Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) kadar uzanan çizgide kendi ruh, mânâ, idrak edilme ve yorumlanma açısından değişim geçirmiştir. Değişen bu şartlar, topluma/toplumlara da aksetmiştir. Bu durum, farklı zamanlarda gelen peygamberlerin farklı hususiyetlerle gelmesini gerektirmiştir. Bu itibarla meselâ, şayet Hz. Nuh, Hz. Mesih döneminde gelseydi onun misyonuyla gelirdi; o da Hz. Nuh kavmine gönderilseydi, öyle bir sorumlulukla gönderilirdi. Zira Hz. Nuh döneminde o dönem insanına hitap edebilecek idrak ve şuurda bir peygamber gönderilmesi gerekirdi ve öyle bir peygamber ba’s olunmuştu. Öte yandan, günümüze doğru gelirken süratle küreselleşmeye doğru giden dünyada, bütün insanlığı kucaklayacak ve getirdiği düsturlarla kıyamete kadar beşerin ferdî, ailevî, içtimaî, idarî ve siyasî her türlü problemini çözebilecek âlemşümûl hüviyette bir peygambere ihtiyaç vardı.. ve Allah (celle celâluhu) böyle bir dönemde de o seviyede bir peygamberi, yani Hz. Muhammed’i (aleyhisselâm) göndermişti…

Efendimiz’in (aleyhi ekmelüttehâyâ) çok önemli derinlikleri vardır; bunlardan biri de O’nun nübüvvet müessesesine saygısıdır. Evet O’na dikkatle bakan herkes O’nun peygamberlik mefhumuna çok saygılı olduğunu ve peygamberler hakkında hiçbir çarpık anlayışa müsaade etmediğini görür. Meselâ O (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hz. Musa’yı kendisine tafdil edene karşı, “Beni, Musa’ya tafdil etmeyin.”4 demiştir. Yine “Balığın yoldaşı olan zât (Hz. Yunus) gibi olma!”5 âyeti nazil olduğunda, ihtimal bazı sahabilerin aklından, “Acaba Hz. Yunus ne kusur yaptı?” şeklinde bir düşünce geçer mülâhazasıyla O hemen şöyle buyurur: “Beni, Yunus b. Metta’ya tercih etmeyin…”6 Evet O (sallallâhu aleyhi ve sellem) işte bu ölçüde peygamberlik mefhumuna saygılı bir kadirşinastı.

O, neşrettiği nurla herkesin önüne geçmiş, bihakkın hâtem-i divan-ı nübüvvet, ferid-i kevn ü zaman (aleyhi ekmelüttehâyâ) olmuş yüceler yücesi bir kametti. Böyle bir ufku tutmasına rağmen O’na şayet “Sen, İsa İbn Meryem’den daha üstünsün.” denseydi, şüphesiz O tevazu âbidesi, “Estağfirullah” diyecekti. Nitekim kendisine “Seyyidimiz, Efendimiz’sin.” diyenlere karşı O, hep reaksiyon göstermiş ve “Hayır, efendimiz Allah’tır.”7 demişti.

Evet, işte bütün peygamberlere gösterilen bu saygı ve hürmet yörüngeli Muhammedî ruh ve mânâ kavranmalı ve mutlaka yeni nesillere aktarılmalıdır.

Peygamberlerin Anne Şefkati Altında Yetişmeleri

Peygamberlerin hayatlarına bakıldığında onların pek çoğunun babalarının, annelerinden önce öldükleri, bu sebeple annelerinin himayesinde büyüdükleri görülür: Meselâ, Hz. Musa’nın babası, annesinden önce vefat etmiştir.. ve O, annesinin himayesinde büyümüş bir yetimdir. Hz. Mesih’in babası zaten hiç yoktur. Çünkü o, bir mucize olarak babasız dünyaya gelmiştir. O yüce annesi ona hem annelik hem de babalık yapmıştır. Efendimiz’in de (sallallâhu aleyhi ve sellem) daha dünyaya teşrif etmeden babası vefat etmiş ve O’nu yetim bırakmıştır.

Burada, bu ulü’l-azm peygamberlerin hemen hepsinin anne himayesi, anne idaresi, anne terbiyesi ve anne gözetimi altında büyümelerinin önemi ortaya çıkmaktadır ki, böyle bir konunun üzerinde durulması gerekir diye düşünüyorum.

Her şeyden önce anne, bir şefkat kahramanıdır. Vazifesi şefkate dayalı bir nebinin, bir şefkat kahramanına emanet edilmesi şuuraltı müktesebatı açısından çok önemlidir. Evet, anne, babadan daha şefkatlidir. Baba iradesiyle şefkatini baskı altına alır ve çoğu zaman onu hissettirmez. Çünkü babanın iradesi anneye nazaran daha güçlüdür. Annenin, şefkat adına iradesini, baba kadar zapturapt altına almaması çocuğun yetişmesi bakımından fevkalâde ehemmiyetlidir ve onun böyle görünmesi, çocuk için bir güven kaynağıdır. Ayrıca baba maîşet yükünü çektiği için hep dışarıdadır. Anne ise çoğunlukla evdedir. Şayet baba, çocuğa anneden daha yakın görünürse çocuk kendisine uzak birinin vesâyetinde büyüyor gibi olur. Aksine günün büyük bir bölümünde annenin sinesinde onun şefkat dolu soluklarını hissederek büyüyen yavru şefkat görür, şefkat duyar ve şefkate açık gelişir. Diğer yandan baba, anneden önce ölünce anne, aynı zamanda babanın yokluğundan hâsıl olan boşluğu da kapamaya çalışır. Böylece annenin çocuğuna yudumlattığı şefkati ikiye katlanır.

Şefkat, peygamberlik mesajında çok önemli bir meseledir. Çocuğun şuur altı beslenme dönemi, 1-5, 1-7 veya 1-10 yaşları arası kabul edilecek olursa o yaşlarda, daha sonra ümmetine rehberlik yapacak bir nebinin sadece anne şefkati altında babasız büyümesinin ne kadar önemli olduğu kendi kendine ortaya çıkar.

Ayrıca baba güçlüdür. Hayatın her türlü zorluğunu göğüsleyebilecek, icabında ailesi adına kavga verip onları savunabilecek kapasitededir ve savunur. Kendilerini bu ölçüde himaye edecek birini başlarında bulamayan bu mübarek yetimler onun boşluğunu Allah’ın himayesiyle doldurmaya çalışırlar. Bu açıdan da sanki Allah, onların maddeten kuvvet kaynağı olarak güvenip dayanacakları insanları ellerinden çekip almak suretiyle, cebr-i lütfî onların tamamen Kendisine teveccüh etmelerini sağlamaktadır.

Tabiî buradan “Çocukların şefkatli olmaları ve ileride belli noktalara gelebilmeleri için erken yaşlarda babalarının ölmesi ve annelerinin himayesi altında büyümeleri gerekir.” gibi bir sonuç da çıkarılmamalıdır. Bu, bazı peygamberlere has olan bir durumdur. Böyle olmadan da Allah birisini re’fetli ve şefkatli kılabilir. Nitekim babası sağ olarak dünyaya gelen peygamberler de vardır.

Evet, peygamberlerin hayatlarına dikkatlice im’ân-ı nazar edilse onların o sırlı dünyalarında kim bilir daha ne büyüler, ne esrarlı hakikatler görülür.

Nafile İbadetlerde Denge

İnsan, Allah’a (celle celâluhu) kullukta derinleşme yolunda, farzların dışında ifa etmek istediği nafileleri gücünün nispetine göre uhdesine almalıdır. Altından kalkamayacağı ve gücü yetmediğinden ötürü devam ettiremeyeceği nafile ibadetlere talip olmamalıdır. Zira böyle ibadetlerin nefse ağır gelmesinden dolayı bütün bütün terk edilmeleri de söz konusudur. Mü’min nafilede gücü yettiğince, farz ibadetlerde de temkin, teyakkuz ve hudûunda derinleşerek tam hulûs ve huşû ile onları eda etmelidir ki, kurbet yolunun temel esası da işte budur.

Evet Allah, farz amelin dışında yapılacak olan ibadetlerin miktarını kulun takdir ve tayinine bırakmıştır. Bu miktar, şahıstan şahsa değişebilir. Bununla birlikte bir mü’min, yapamayacağı ve üstesinden gelemeyeceği yükün altına girmemelidir. Aksi takdirde bu yükün altında kalıp ezilebilir ve yüklendiği sorumluluğu ifa edemediğinden dolayı da sıkıntıya düşebilir. Allah, insanı onun takatini aşan sorumluluklarla mükellef tutmamıştır.

İbadetlerin Meşakkat Yönü

Hayatta her şeyde bir meşakkat vardır; hatta su içmenin ve yemek yemenin bile birer meşakkati vardır. İbadetlerde de zâhirî bir meşakkat söz konusudur. Ancak bunlar, Allah’ın doğrudan bir emri ve teklifi olduğundan ve herkes tarafından yapılabilir ölçüde bulunduğundan onları meşakkat olarak görmek yanlıştır. Nasıl ki, yeme, içme, yatma… gibi lezzet aldığımız pek çok nimet içinde dahi o kadar bir meşakkat vardır. Bence, farz olan ibadetlerdeki meşakkatlere de bu nazarla bakılmalıdır.

Cenâb-ı Hak, istediğini istediği gibi teklif edebilme kudretine sahiptir.. ve buna kimsenin bir şey demeye de hakkı yoktur. Allah, kuluna “Günde beş vakit değil, elli vakit namaz kılacaksın.” bile diyebilir. Kula düşen, meşakkat demeden onun emirlerine kayıtsız şartsız teslim olmaktır.

Ciddiyet

Hakikî mü’min, söz ve davranışlarında tam bir ciddiyet insanıdır. Ciddiyetsizlik ve lâubalilik, insanın günlük yaşamında olduğu gibi mânevî hayatı üzerinde de olumsuz tesirler icra eder. Mü’min, Allah (celle celâluhu) ile alâkalı meselelerde daha bir ciddîdir ve ciddî olmalıdır. Bir zaman okuduğum bir kitapta “Allah özenerek yaratmış.” ifadesine rastlamıştım. Öyle zannediyorum ki bu, üzerinde düşünülmeden söylenmiş bir sözdü. Zira özenme, zaaftan kaynaklanan bir gayreti ifade eder. Allah’ın kudreti nâmütenâhîdir ve O’nun için özenme asla söz konusu değildir. O dilediğini en mükemmel şekilde ve hemen yaratma gücüne sahiptir. Kur’ân’da Kendisini bize yüzlerce ismiyle anlatan Allah (celle celâluhu) hakkında, dîk-i elfâzdan (ifade yetersizliği) da olsa bu tür tabirleri kullanmak kat’iyen doğru değildir.

İnsan, en ciddî konumda, en ciddî bir mesele için dünyaya gönderilmiş ve en ciddî şeyleri kazanmakla mükellef tutulmuştur. Her şeyden önce, Allah rızasını kazanma ve O’na hakkıyla kul olma, genel mânâda ciddiyeti gerektirmektedir. O, Allah tarafından kendine bir defaya mahsus olmak üzere verilmiş olan bu kulluk şansını çok iyi değerlendirmeli ve böyle bir ciddiyeti hayatının her karesine dağıtmalıdır. Zaten doğrudan doğruya eşyanın hakikatine müteveccih yaratılmış bulunan insanın durumunu lehviyatla (faydasız işler) telif etmek de mümkün değildir.

Konuyla doğrudan alâkalı olmasa da, burada akla gelebilecek bir soruyu hatırlatmakta yarar var: Âyette; “Onlar ki Allah’ı gâh ayakta divan durarak, gâh oturarak, gâh yanları üzere yatarak zikrederler ve göklerin, yerin yaratılışı hakkında düşünürler…”8 deniyor. “Yatarken de Allah anılır mı? Bu ciddiyete münâfî değil mi?” şeklinde düşünülebilir.

Evet, mü’minin her ânı ibadet yörüngeli geçmelidir. Ama, ayağı uzatıp lehviyata dalmaktansa, ayağı uzatıp Kur’ân okumak elbette ki ondan daha iyidir. Bence, yatarken Allah’ın anılmasından daha ayıp bir şey varsa o da, yatarken, kalkarken, otururken Allah’ı anmamak, lehviyatla meşgul olmaktır. Zaten bir hadislerinde Allah Resûlü: “Müslümanın İslâmiyetine ait güzelliklerindendir, onun mâlâyânîyi terk etmesi…”9 buyurmuyor mu?

İnançsızlara Kâfir Denmemeli

İslâm, insanlara karşı hitap şeklini dahi bildirecek kadar hayatın her karesine girmiş bir dindir. Sadece mü’minlere değil, bütün insanlara karşı hangi üslûpla konuşmamız gerektiği yüce kitabımızda bildirilmiştir. Her şeyden önce Cenâb-ı Hak, insanları iman yoluna davet etmenin “hikmet” ve “mevize-i hasene”10 ile olacağını talim buyurur. Mü’minlerin, iman sahibi olmayanlara karşı konuşma üslûbu, en az birbirlerine karşı olan üslûp ve tutumları kadar önem arz etmektedir. Konuya bu açıdan bakıldığında, kâfire kâfir demenin mü’mine hiçbir şey kazandırmadığı görülecektir. Cenâb-ı Hak bir âyette, “Onların Allah’tan başka yalvardıkları tanrılarına hakaret etmeyin ki, onlar da cahillik ederek hadlerini aşıp Allah’a hakaret etmesinler…”11 buyurmaktadır. Evet, mü’mine düşen, küfür sözü söylememek, konuşurken uygunsuz kelimelerle konuşmamak ve karşısında kim olursa olsun onu rencide etmemektir. Mü’min, kendine düşeni yapmalı ve bütün samimiyetiyle her ânını dinini anlatma, tanıtma ve sevdirme yolunda harcamalıdır.

Ayrıca şu da unutulmamalıdır ki, iman şerefiyle şerefyâb olmayan kişinin arkasında, onun dediğini diyecek, yaptığını yapacak, söz ve davranışlarından etkilenecek pek çok insan olabilir. Dolayısıyla böyle bir insanı rahatsız edici bir söz söyleyerek rencide etmenin, onun etrafındakileri de rahatsız edeceği hatırdan çıkarılmamalıdır. Şunu da ifade etmeliyim ki, kâfir bir kimseye “kâfir” demek ve bu şekilde tavır almak ne farzdır, ne vaciptir, ne sünnettir ne de müstehaptır. Bu şekilde hareket eden kişi, kendi nefsini tatminden öte, –bazen günah da sayılabilir– başka herhangi bir şey kazanamayacaktır.

Efendimiz bir hadislerinde, “Ölülerinizin hayırlarını yâd edin, kötülüklerini değil!”12 buyurarak, ölmüş kişilerin arkasından da ileri geri konuşmanın uygun olmadığını bildirmektedir. Nitekim O bir defasında, oğlu İkrime’nin rencide olması ihtimaline binaen Ebû Cehil’e çirkin sözler söyleyen kişiyi bundan menetmiştir.13 Günümüzde de bu konumda olan insanlara Efendimiz’in bu engin ufkuyla yaklaşmalı ve onları rencide edici her türlü söz ve davranıştan kaçınılmalıdır.

Ezana Dair

Namaz için bir davetiye olan ezan, aynı zamanda dinimizin şeâirindendir. Bu mânâda o, dinde önemli bir yere sahiptir. Bu sebeple mü’min, bir saygı ve kabul ifadesi olarak ezan okunurken onu hep huşû içinde dinlemeli ve kelimelerini tekrar etmelidir. Nitekim Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Ezanı işittiğiniz zaman, müezzinin dediğini deyiniz…”14 buyurarak bu hakikati dile getirmektedir. Bu şekilde ezanı dinleyen ve kelimelerini tekrar eden mü’min âdeta şunu demek istemektedir: “Ben kalbim, lisanım, beynimdeki her fakültem ve bütün zerrât-ı vücudumla şehadet ederim ki, Senden başka “Mabud-u bi’l-hak”, “Maksud-u bi’l-istihkak” yoktur. Ve yine şehadet ederim ki, Hz. Muhammed O’nun resûlüdür. O, bize getirdiği mesajla ölü gönülleri ihyâ etmiş, bizi hak ve hakikate yönlendirmiştir. O gönülden yönelme neşvesiyle, dimağlarımıza ulaşmış bal gibi, ağzımızı her açıp kapadıkça O’nu duyuyor ve doyuyoruz…”

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) başka bir hadislerinde: حَيَّ عَلَى الصَّلَاةِ “Haydin namaza!” ve حَيَّ عَلَى الْفَلَاحِ “Haydin felâha, kurtuluşa!” kısımlarına gelince; لَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللّٰهِ “Güç ve kuvvet sadece Allah’ındır.” denilmesini talim buyurmaktadır.15 Çünkü, “namaz”ı hakkıyla edâ etmek ve “kurtuluş”a ermek çok zor bir meseledir. Mü’min, müezzinin “namaz” ve “kurtuluş”a çağrısını duyunca; لَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللّٰهِ demekle “Allahım! Senin havl ve kuvvetin olmazsa namaz da hakkıyla eda edilemez ve tam mânâsıyla felâha da erilemez.” demiş olmaktadır. Evet, usûlü, dinin temeli olan tekbir ve şehadetlerle, fürûu da namaz ve kurtuluş gibi esaslarla örülü olan ezan dantelâsı, her gün beş defa bize bu hakikatleri haykırmaktadır.

Burada istidrâdî olarak şunu da ifade etmekte fayda var: Ezan sesleri arasında doğmuş olmamız, ezan sesleriyle kulağımızın pasının siliniyor olması, Allah’ın büyük bir lütfudur. O lütufları kaynatan kazanın altına, mârifet adına her gün beş defa ateşler salınmakta ve bu ezanlarla o kazanlar kaynamaktadır. Bizlerin de bu lütuflar içinde, o kazanda kaynıyor gibi bir durumumuz var. Eğer biz bütün bunlar karşısında, hâlâ erimiyor ve hâlâ onunla uhrevîleşemiyorsak, o zaman, bizi –hafizanallah– başka bir yerde daha şiddetlisiyle eritirler endişesini taşımalıyız.

Ölüm ve Cennetlere “Uçmak”

Mü’min ölüme, meyve vermek için bir tohum gibi toprağın bağrına saçılmak nazarıyla bakmalıdır. Ölüm her ne kadar zâhirî yüzü itibarıyla soğuk gibi görünse de, mü’min onu bir iltifat çağrısı olarak kabul etmelidir. Zira ahiret mü’minin asıl yurdudur ve başta peygamber ve ashabı insanın bütün sevdiklerinin çoğu oradadır. Âyet-i kerimenin ifadesiyle “Her nefis ölümü tatmaktadır.”16 Bu itibarla ahirete hazırlıklı göçmek isteyen mü’min, ölüm gerçeğini hatırından bir lahza olsun çıkarmamalıdır. Nitekim Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Lezzetleri acılaştıran ve yıkan ölümü çokça hatırlayın.”17 hadisleri bu hakikati hatırlatır ve bizleri uyarır.

Ölüm hakikatini devamlı hatırda tutmanın değişik yolları vardır. Bu yollardan biri; insanın ölümü hatırlatan muhasebe duygusu ve vicdan mekanizması gibi iç uyarıcılarını devamlı teyakkuz hâlinde bulundurmasıdır. İkincisi ise, insanın kendisine ölümü hatırlatacak bir dış uyarıcı tespit etmesidir. Hz. Ömer bu yöntemi uygulamış ve kendisine ölümü hatırlatacak birisini görevlendirmiştir. Daha sonra aynaya baktığında saçlarına akların düştüğünü görmüş ve “Artık bu aklar bana ölümü hatırlatmak için yeter.” diyerek o kişinin görevine son vermiştir. Nitekim ölümün eli, kâkül-i gülberlerin üzerinde gezdiğinde geride ahiretin erken şafağı veya ölümün keşif kolu diyebileceğimiz beyaz izler bırakmaktadır. Bu beyaz izler, Hz. Ömer misali insanın kendi eli, kendi ayağı ve kendi kafasıyla ahirete yürümesi için teyakkuz ve temkin adına yeterli olmalıdır.

Cenâb-ı Allah’ın istediği gibi bir hayat sürdürdüğü takdirde mü’min için ölüm, bir yok oluş değildir. Hatta ölümü, yok olmak yerine, ebedî hayata uyanmak ve ikinci bir doğum olarak değerlendirmek daha doğru olur. Çünkü insanoğlu bu dünyaya imtihan için gönderilmiştir; öleceği âna kadar da buradaki imtihan devam edecektir. Bu imtihan devresinde insanın hayatı, yaşamından ölümüne kadar, –tabir yerinde ise– hep sürünmekle geçmektedir. Haddizatında ölüm, dünyanın sıkıntılı, dağdağalı ve boğucu havasından; yani böyle sürüm sürüm sürünmeyle geçen hayattan sıyrılmak ve bunun sonunda tasavvurları aşan saadetlere ermek için geçilecek olan bir kapıdan ibarettir. İnsanın, babasından kopup annesinin rahmine giden bir sperm olarak sürünüşünü, dünyaya gelene kadar anne karnındaki dokuz aylık sürünme süresi takip etmektedir. Sonra, bezler arasında sürüm sürüm büyümesi, daha sonra da bunu çocukluk, gençlik ve ihtiyarlık safhaları takip etmektedir. Mü’min için dünyanın sıkıntılarla dolu olma ciheti de düşünülecek olursa; onun ölene kadar süründüğü ve bu mânâda ancak ölmekle sürünmekten kurtulduğunu söylemek mümkündür.

Öldükten sonraki Cennet hayatı; dünyadaki sürünmenin bittiği noktada başlamaktadır. Eski Türkçede Cennet’in adı “Uçmak”, Cehennem’in adı ise “Tamu”dur. Buradan hareketle; dünyada sürünmekle geçen hayatın uçmaya dönüşmesi için her nefsin ölüm gerçeğini tatması gerekmektedir.

Evet, sıkıntılı dünya hayatından sonra, kanatlanarak “Tamu”yu geçip “Uçmak”a varmak, ne büyük bir saadettir..!

Fetret Dönemi İnsanları

Yer yer bana, bir nevi fetret dönemi olan günümüzde, mazisi itibarıyla değişik günahlara girip-çıkmış insanların tevbe ile arındıktan sonra başka insanlara rehberlik etme durumlarının nasıl olacağı hususu soruluyor.

Her şeyden önce günümüz için “fetret dönemi” ifadelerine katılmamak mümkün değildir. Üstad, Kastamonu Lâhikası’nın iki yerinde bu meseleye temas eder ve günümüze fetret dönemi nazarıyla bakar.18 Bu mevzuda, zannediyorum Üstad yalnız da değil; ondan başka M. Hamidullah Hoca, Allâme Muhammed Ebû Zehra.. gibi âlimler de günümüzü bir fetret dönemi olarak değerlendirmektedirler. Zira İslâm’ın zuhur ettiği andan bu yana, tarihin hiçbir döneminde insanlık dine karşı bu kadar yabancı hâle getirilmemiş ve bu kadar ilhada itilmemiştir. Dolayısıyla küfür ve dalâletin ilim fermanlı olduğu böyle bir dönemde fetret mülâhazasını nazara almamak ifrat olur zannediyorum.

Buradan hareketle tarif ve tavsif edildiği şekilde, önceleri değişik günahlara girip çıkmış, fakat daha sonra tevbe ile arınmış ve başkalarına rehberlik edecek konuma gelmiş insanlara Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Amr İbn Âs ve daha başka sahabilere de dediği gibi, “Bilmiyor musun? İslâm cahiliye döneminde yapılan her şeyi silip süpürüp götürmüştür.”19 ifadesi zaviyesinden bakılabilir. Dolayısıyla da bir insanın şunca günahı vardı, otuz yaşına kadar bataklığa girip-çıkmıştı.. bu insan günümüzde böyle bir dirilişi nasıl temsil eder? demek yanlış olur. Sahabe-i kiram efendilerimizin bir kısmı istisna edilecek olursa, onların da pek çoğu, kırk-elli hatta altmış yaşından sonra Müslüman olmuş ve o ana kadar da hemen hemen irtikâp etmediği günah da kalmamıştı. Ama bunlar gün gelip Müslüman olunca, velilerin bile ulaşamadığı muallâ bir mevkii ihraz ettiler. Onların yolunda olan bugünün Müslümanları bizler –Allah’a binlerce hamd ve sena olsun ki– İnsanlığın İftihar Tablosu’na ümmet olmuşuz. Yine hamd ve senalar olsun ki, o kadar yâd ellerde sağda-solda avâre dolaştıktan sonra Rabbimizin inayetiyle yeniden Kur’ân etrafında toplanarak din-i mübin-i İslâm’a hizmet etme imkânı bulduk. Zannediyorum “Müjdeler olsun bizlere!” deyip şükretmemiz gerekecek.

Ancak günümüzde Müslümanlığı bilen, Kur’ân’ı tanıyan ve Efendimiz’in sünnetine vâkıf olan insanların –her ne kadar fetret devri de olsa– sorumluluk açısından diğerlerinden farklı olacakları da muhakkaktır. Bu itibarla onlar da ibadetlerindeki eksiklikleri giderir, bulaştıkları günahlardan tevbe ve istiğfarla arınırlarsa, diğer insanlar gibi değerlendirilebilirler.

Problemlerin Çözümünde Efendimiz

Soru: İnsanlığın İftihar Tablosu’nun, bütün beşerî hesapları karıştıran bir hesap muamması ve karışık hesapları çözen bir hesapküşâ olduğunu söylüyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?

Beşer, evvelki gün de, dün de, bugün de hep yanlış hesapların zebunu olagelmiştir. Bu yanlış hesaplar üzerinde Allah Resûlü’nün yaptığı negatif ve pozitif şeyler vardır. Zaten İslâm bu iki atkı üzerine örülmüş bir dantelâ gibidir; bir taraftan müspet şeyleri işaretle “Şunları yapın, hayatınızı onlarla örgüleyin.” der, diğer taraftan da “Şu menfi, olumsuz şeyleri terk edin, onlardan kaçının” ferman eder. Ve yapılması gerekli olan şeyler; farz, vacip, sünnet olarak insanları, seviyeler üstü bir seviyeye ulaştırıp onları Cennet’e ehil hâle getirirken, yapılmaması gereken şeyler de, terk türünden birer sorumluluk olarak onların yükselişlerine yardım eder. Hatta yapılan o müspet şeylerde yer yer insanın içine “riya, süm’a” gibi şeyler girebilir, bazen gönlünde yaptığını başkalarına duyurma arzusu belirebilir –tabiî şahsın durumuna göre bazen de bire on, bire yüz, bire bin sevap da kazanabilir– ama menfi şeyleri terk ederken onda riya, süm’a olmaz. Meselâ bir harama bakacakken insanın “estağfirullah” deyip gözünü kapatması ve bir nefis muhasebesiyle arzularına ket vurması büyük sevaptır. İhtimal bunlar ahirette onun karşısına sürpriz olarak çıkacak, o da: “Yâ Rabbi, ben böyle bir şey bilmiyorum.. nereden geldi bunlar?” diyecek… Hâlbuki onlar, onun iradesinin semeresi olarak kendisine verilmiştir. Çünkü elinde fırsat ve imkân varken bile içki içmemiş, uyuşturucu kullanmamış, faize, tefeciliğe girmemiş ve zina etmemiş.. dolayısıyla bütün bunlar, tıpkı kıldığı namaz, tuttuğu oruç, eda ettiği hac, verdiği zekât gibi onun amel defterinin hasenat hanesine yazılmıştır.

Evet insanlık, değişik dönemlerde bir kısım yanlışlara kilitlenmiş ama her dönemin cahiliyesi farklı farklı olmuştur. Meselâ insanlar, Hz. Nuh döneminde Vedd, Suvâ’, Yağûs, Yeûk ve Nesr gibi putlara inanmış. Halbuki İbn Abbas’ın ifadesiyle onlar, kendi dönemlerinin salih, milletlerine iyilik yapmış âbide insanlarıydılar. Ne var ki avam halk, önce onların birer resimlerini çizip onlara bakarak onların yaptıkları şeyleri hatırlamak ve onları örnek almayı düşünmüşlerdi. Oysaki daha sonra bu maksadı unutmuş ve o resimleri put hâline getirmişlerdi.20 Yine Hz. Hud’un (aleyhisselâm) cemaati kendilerine göre bir kısım tabular edinmiş, saplandıkları bataklıktan başlarını kaldırıp hakikati görememiş ve eşyanın perde arkasını sezememiş, varlık ve eşyaya takılmışlardı. Gelen peygamberler o problemleri çözmüş ve doğru olanı onlara göstermişti. Ama bütün bunlar birer kavim ve kabile çapında değişimler, yeni ifadesiyle oluşum ve inkılâplardı. Hz. Musa’da da, Hz. Mesih’de de durum aynıydı.. nitekim Kur’ân onların kavimlerine sözlerini hikâye ederken, “Ey kavmim, ey cemaatim..” ifadelerini kullanır. Efendimiz’de ise durum çok farklıdır: O, bütün insanlığa gönderilmiş bir peygamber olarak bunu açıktan ilan etmiş ve “Ben bütün insanlığa gönderilmiş bir peygamberim.”21 diyerek âlemşümul bir elçi olduğunu ilanla işe başlamıştı.

Bu açıdan O (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir taraftan hem kendi dönemindeki yanlış hesapları, yanlış kilitlenmeleri, yanlış beşerî merci ve müdahaleleri –ki onlar Hz. Mesih’ten sonra kendi dönemine kadar devam etmiş şeylerdi– çözmesi ve onları yeniden doğruya programlaması icap ediyordu, hem de kıyamete kadar yaşanabilecek kilitlenme ve düğümlenmelere karşı çözüm yolları ortaya koyması gerekiyordu. Gerçi kendisinden sonra ortaya çıkacak problemler büyük ölçüde tecdit ve içtihat unvanları adı altında ele alınacak, müçtehitler ve mücedditler vasıtasıyla çözülecekti; tabiî bunlar da yine onun ortaya koyacağı âlemşümul kurallara, disiplinlere dayanılarak yapılacaktı. Öyleyse Allah Resûlü’nün hem çözmesi icap eden meseleler, hem de ileriye matuf hatırlatması gerekli şeyler çoktu ve her biri komplike meseleler idi. Nitekim o dönemde bütün hesaplar karışmış, herkes çözeyim derken düğüm düğüm üstüne oturtulmuş; meselâ fert hayatı adına gerçek huzur ve saadete sevk edecek disiplinler unutturulmuş, insanlar hep başka yönlere tevcih edilerek iğfal edilmiş, aldatılmış; telkin edilen menfi şeyler onun demi damarı hâline getirilmiş; meselâ “İçkiyle kafanı bulamıyorsan biraz esrar kullanabilirsin” –muhtemelen o gün başka uyuşturucular vardı– denilerek nefsanî duyguları sürekli kamçılanmış ve âdeta susuzluk çeken o insanlara “İç de çatla!” dercesine deniz suyu sunulmuştu. Hâlbuki meseleyi tersten ele alacak olursak Gedâî’nin dediği gibi

“Bak şu gedânın hâline,

Bend olmuş zülfün teline,

Parmağı aşkın balına,

Bandıkça bandım bir su ver…”

kendilerine su diye takdim edilen şeyler, onların ciğerini daha da yakmış ve onlarda daha bir içme arzusu doğurmuştu; doğurmuş ve şehevânî duyguları teskin etme adına kendilerine sunulan bohemlik o cismanî duygularının tamamen kabarıp hayvanca bir hâl almasına sebep olmuştu. Küçük meseleler onur-gurur meselesi yapılarak insanlar birbiriyle çatışmaya itilmiş ve bugün de bazı şom ağızlıların, “Bu dünya yaşanacak bir dünyadır; nereden çıkarıyorsunuz ahireti ve şu hayatı zehir ediyorsunuz..” dedikleri gibi o gün de,

Bir geçmiş günü beyhude yâd etme;

Bir gelecek gün için feryâd etme,

Geçmiş gelecek masal hep,

Eğlenmene bak ömrünü berbâd etme…

deyip Ömer Hayyam felsefesi içinde yaşamışlardı ki, bütün bunlar birer yanlışa kilitlenmeydi. İşte Efendimiz’e ait önemli vazifelerden birisi de bu yanlışlıkları herkesin anlayacağı bir dille birer birer ortaya koymak, sonra da onların karşısına doğru alternatifler vaz’ etmekti ve işte O bunu yaptı.

Netice itibarıyla Efendimiz’in ister müspet adına yapıp ortaya koyduğu şeylerin yaygınlığı, isterse menfilik adına çözdüğü şeylerin herkesi meşgul edecek kadar ciddî olması ve onların bugün dahi hayatiyet ifade etmesi, O’nun bütün yanlışları çözen bir hesapküşâ olduğuna apaçık işaret etmektir.

İyilik Yapmak

Mü’min, devamlı iyilik yapma fırsatlarını kollayan, böyle bir fırsat ele geçince de hiç vakit kaybetmeden iyilikte bulunan, kendisini iyilik yapma düşüncesine adamış insan demektir. Hatta ona göre iyilik sadece insana değil, hayvana veya bitkiye de yapılabilir. Bu mânâda acıkan bir hayvana yiyecek vermek, kurumaya yüz tutmuş bir ağacı sulamak da birer iyiliktir. Eşref-i mahlûkat olan insana yapılan iyilik ise, diğer varlıklara karşı yapılan iyiliklerle kıyaslanamayacak kadar kıymetli ve üstündür.

Allah, her insanın içine iyilik yapma hissini yerleştirmiştir. Bu itibarla da her ferdin içinde iyilik yapma hissi potansiyel olarak vardır diyebiliriz. Ancak Allah’ın herkesin içine yerleştirdiği iyilik yapma hissinden kaynaklanan bir iyilik ile, Cenâb-ı Hakk’ı tefekkür etme mülâhazasıyla yapılan bir iyilik arasında fazilet açısından önemli bir fark vardır. Nasıl, severken veya kızarken “Allah için” yapmak gerekiyor; öyle de iyiliği “Allah için” yapmak mü’mine daha fazla sevap kazandıracak ve aynı zamanda bu niyet ile iyilik yapmak amellere ayrı bir derinlik de katacaktır. İsterseniz meseleyi bir misal ile müşahhaslaştıralım: Mü’min, zor durumda kalmış bir karıncayı, özünde potansiyel olarak mevcut olan iyilik yapmak düşüncesiyle, içinde bulunduğu o zor durumdan kurtarabilir. Bunun sevap olmadığını söylemek mümkün değildir. Ancak bunu “Benim içimde böyle bir iyilik yapma düşüncesi var. Ama Allahım, bunu sırf Senin rızanı kazanmak için yapıyorum.” duygu ve düşüncesi ile yapmak, iyilik yapmaya ayrı bir derinlik kazandırır.

Hüsnüzan Asıldır

İnsanlar hakkında, mümkün olduğu nispette hüsnüzan etmek lâzımdır. Suizan ise pek çok kötülüğün kaynağıdır. Ayrıca iyi hâl esas; suç ise arızîdir. Buna göre kötülükler kendi emare ve delilleri ile ortaya çıkacağı âna kadar bir insan masum sayılır. Bizim de bu masumiyete saygılı olmamız gerekir. “Beraet-i zimmet asıldır=İspatlanmadıkça kişinin suçsuzluğu esastır.” demek olan kural, hukukun temel prensiplerindendir. Biz böyle davranmakla aynı zamanda, Hıristiyanlık’taki “zenb-i aslî”ye benzer şekilde herkesi mücrim görme gibi bir vartaya da düşmemiş oluruz.

Ancak insanlar hakkında hüsnüzan ya da hüsnüşehadette bulunmanın belli ölçüleri vardır. Meselâ, bazen hakkında senâvârî sözler sarf ettiğimiz bir insan, onu hazmedecek kadar olgun olmayabilir ve bizim onun hakkında söylediğimiz sözler, onun küstahlaşmasına bazen de başkalarının aldanmasına sebebiyet verebilir. Bu da Efendimiz’in ifadesiyle, o insanın boynunu kırma demektir. O hâlde bize düşen şey, herkes hakkında hüsnüzan etmekle beraber, onlara olduğundan fazla pâyeler yüklememek ve Cenâb-ı Hakk’a karşı da onu tezkiye etmemek şeklinde olmalıdır. Evet bazen hakkı olmadığı ölçüde hüsnüzan eder, Allah’a (celle celâluhu) karşı onu tezkiye etmiş oluruz; bazen de aşırı övgülerle küstahlaştırırız. Hele bir de kendini sıfırlayacak kadar bir olgunluğa erememişse…

Vefat eden insanlar hakkında hüsnüşehadette bulunma da, aynı çerçevede değerlendirilebilir. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de: “Sizin insanlar üzerinde şahitler olmanız, Resûlü’n de sizin üzerinizde bir şahit olması için sizi orta (dengeli) bir millet kıldı.”22 buyurmaktadır. Hz. Ömer’in (radıyallahu anh) rivayet ettiği bir hadis-i şerife göre, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanından bir cenaze geçerken, oradaki insanlar cenaze hakkında senada bulunurlar. Bunun üzerine Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Vacip oldu, vacip oldu, vacip oldu.” buyurur. Sonra arkadan bir cenaze daha geçer; onu da kötü sözlerle yâd ederler. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) yine aynı ifadeleri kullanır. Hz. Ömer (radıyallahu anh): “Ey Allah’ın Resûlü! Vacip olan nedir?” diye sorar. Allah Resûlü de (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu cevabı verir: “Öncekini hayırla yâd ettiniz ona Cennet vacip oldu. İkincisini kötülükle yâd ettiniz ona da Cehennem vacip oldu. Sizler Allah’ın yeryüzündeki şahitlerisiniz.”23

Görüldüğü gibi hüsnüşehadet, mü’minler için âdeta dua olmakta ve Cenâb-ı Hak böyle bir hüsnüzandan dolayı o kulu affetmektedir. Ancak yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, bunda da sınır korunmalı ve aşırı tezkiyelerden sakınılmalıdır. Çünkü Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir başka hadislerinde de, birinin Osman İbn Maz’un (radıyallahu anh) hakkında, “Cennetlik oldu.” dediğinde onu ikaz eder ve: “Nereden biliyorsunuz? Ben peygamberim, bilmiyorum!”24 buyurur. Oysaki Osman İbn Maz’un (radıyallahu anh), Efendimiz’in vefatına ağladığı iki-üç sahabiden biri ve Medine’de kendisine mânevî kardeş seçtiği tek insandır.

Netice olarak diyebiliriz ki; insanlar hakkında hüsnüzan etme bir esas hâline getirilmeli ve bir disiplin olarak benimsenmelidir; benimsenmeli, zira hamlığımızın gereği, herkes hakkında hüsnüzan edemeyebiliriz; ama İslâmiyet’e ait çoğu meselede olduğu gibi böyle bir düşünce tarzı da işletile işletile insan tabiatının bir parçası hâline getirilebilir. Bu hususta kendini zorlamayan bir insanın, bu şuura ulaşması çok zordur. Suizan, biraz da psikolojik bir meseledir. Yani devamlı kendisini başarılı görüp beğenen bir insan, hiçbir zaman başkalarını beğenmez ve takdir edemez. Bu hâl ise apaçık bir hastalıktır. Araştırıldığında bu insanların beyinlerinin ukdelerinde bir kısım nodulların olduğu görülecektir. Toplumun selâmeti için bu tiplerin çok iyi bir psikiyatrist tarafından tedavi edilmesi gerekir. Zira psikolog ve pedagoglar, en kötü karakterlerin bile, belli bir terbiyeden geçince, kötü duygularının baskı altına alınabileceğini ifade ederler. Sözlerimizi, Bediüzzaman’ın şu altın sözüyle noktalayalım: “Tezkiyesiz nefs-i emmaresi bulunmak şartıyla, kendi nefsini beğenen ve seven adam başkasını sevmez.”25

Hz. Ömer’in Bid’atlara Karşı Tavrı

Hz. Ömer (radıyallahu anh), Hudeybiye anlaşması esnasında, altında Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) biat edilen Rıdvan ağacını, daha sonraları bazı kimseler tarafından saygı ve hürmet gösterildiği için kestirmiştir.26 Vâkıa Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) her hatırasına sahip çıkmak ve onlara saygı duymak güzel bir duygudur. Hatta O’nun o gül kokulu mübarek ayaklarını bastığı tozu-toprağı, bir Kuddûsî edasıyla: “Ol Medine izi-tozu bu Kuddûsî yüzüne tûtiyadır.” deyip koklamak isteriz. Ancak başlangıçta hâlis duygu ve düşüncelerden kaynaklandığı hâlde, daha sonraları suistimal edilebilen bu türlü hareketlerin, zamanla ibadete dönüşmesi endişesine karşı önceden tedbir almak lâzımdır ki, Hz. Ömer de bunu yapmıştır.

Evet Hz. Ömer’in, altında Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) biat edilen ağacı bu türlü endişelerden dolayı kestirmiş olması engin bir basiret ve firaset ifadesidir. Ama ne acıdır ki bizler, hiçbir zaman bu dengeyi tam koruyamamışızdır. Ya şöyle-böyle büyüklerle alâkalı eserleri, yerleri takdis eder şekilde ifratlara sapmış, ya da sözde tevhid adına veya bid’atlara karşı tavır alma mülâhazasıyla tefritlere saparak; tarihi tahrip etmiş, evliyâ, asfiyâ ve enbiyâyı hafife almışızdır.

Bu konuda orta yol: Allah (celle celâluhu) indindeki kıymetli yerler ve büyükler mutlaka tazim edilip büyük kabul edilmeli, ama büyüklüklerine esas teşkil eden nisbeti görmezlikten gelerek bizzat bir takdis ve tazime de gidilmemelidir.

Kâinat Mûsıkîsi

His ve duygularımızı birer bam teli hâline getiren Allah, bizlere en enfes mûsıkîleri duyurmak için âdeta kâinattaki görüntü ve hâdiseleri de birer mızrap yapmıştır. Bu sebeple biz, koyun-kuzu meleyişlerini, böcek ve kuş çığlıklarını, ormanların uğultularını, ırmakların çağıltılarını, yağmurların şıpırtılarını, ağaçların dal ve yaprak hışırtılarını, bulutların o mehib iniltilerini bir mûsıkî gibi duyar, dinler ve coşarız.

“Eşyanın kollarında ve nizamla diz dize,

Büyülendimdi gelince âhenkle yüz yüze…

Rengârenk her yan, tüllenen mânâ buğu buğu,

Bir tomurcuk açar gibi var olmaya doğru…

Her perdede ayrı bir visâl, ayrı bir huzûr;

Vicdandaki irfanla bakınca her taraf nûr…

İç içe güzellik her köşe, iç içe mânâ,

Duruyor karşımda tabiat bir gül-i rânâ,

Sesler, renkler, buudlar.. bu ne müthiş hendese!

Vuruldum kâinat mûsıkîsindeki sese…

Gökler ayrı bir kanaviçe.. ve ötesinde,

Kudret; inse, cinne bir şey anlatma kasdinde.

Yer cıvıl cıvıl insan, hayvan, ağaç ve toprak..

Sema başlar üstünde bir kitap; yaprak yaprak…

Yüzyüze iki levha birbirine bakıyor,

Yıldızlar bizlere davet gamzesi çakıyor.

O’na davet, sonsuza davet bütün soluklar,

Her köşeye nurlar taşıyor nurdan oluklar….’’27

deyip, tefekkürden zevke, zevkten tefekküre koşar ve kendimizden geçeriz.

Kâinattaki her ses, kendine has dalga boyuyla ruhlarımızı dinlendirip o müthiş armonisiyle bizi bizden alır bambaşka âlemlere götürür. Yer yer araba kornaları, makine ve fabrika gürültüleri, değişik siren sesleri, sarhoş naraları bizi bu büyülü iklimden uzaklaştırır ve his dünyamızı karartır ama, biz imanımız sayesinde çarçabuk o şerarelerden sıyrılır ve varlığı dinlemeye dururuz. Bizim için günümüzün bütün gürültüleri gayr-i tabiî; kâinattaki sesler ise, Kudret-i Ezeliye tarafından insana göre akort edilmiş ve ruhumuza göre ayarlanmış tabiî nağmelerdir.

İnsanların ortaya koyduğu mûsıkî ihtiva eden edebî eserlere gelince, onlar da kâinattaki renk ve ses cümbüşünden dimağlara, ruhlara dökülen seslerin ifadesidir ve kâinattaki nağmeleri taklit edebildikleri ölçüde mükemmel sayılırlar.

Maslahat Meselesi

Maslahat, “hâl”in icabı karşısında İslâm’ın temel esaslarından ayrılmaksızın gerekli olanın yapılması; Âkif’in ifadesiyle, “Asrın idrakiyle Kur’ân’ın söyletilmesi” hakikatidir.

Mutlak İlim Sahibi Yüce Yaratıcı, insanoğlunun ne olup olmadığını en iyi bilendir. Vaz’ettiği ahkâmda, bildiğimiz veya bilemediğimiz binlerce maslahat gizlidir. Bu maslahatları düşünüp-araştırıp bulmak, İslâm’ın daha iyi anlaşılması bakımından oldukça önemlidir. Ancak bu meselede de bir tefrit noktası söz konusudur ki, o da maslahatın gaye gibi gösterilmesidir. Bence, dikkat edip bu hataya düşmemelidir.

Asla unutulmamalıdır ki, biz İslâm’ın emirlerini, bu emirlerin ihtiva ettiği maslahatlardan dolayı değil, sadece ve sadece Cenâb-ı Hakk’ın emri olduğu için yerine getirir; maslahatları ise, ilâhî bir lütuf ve ikram olarak kabul ederiz.

Tebliğde “Yabancı Dil” Faktörü

İslâm’ı diğer dinlerden ayıran en bariz özelliklerinden biri, hiç şüphesiz onun evrensel oluşudur. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), topyekün ins ve cin âlemine gönderilmiş bir peygamberdir. İşte bu evrenselliktir ki bizi, baştan başa bütün dünyaya, O’nun rahmet ve şefkat yüklü mesajını duyurma sorumluluğunu yüklemektedir. Müslümanın dünyada bulunmasının, yaşamasının yegâne sebebi ve hikmeti bu vazifeyi ifa etmektir. O, bu hedef ve gayeye ulaşmaya çalışır, ulaştığında da, “Beni Müslüman olarak vefat ettir ve beni salihlere ilhak eyle!”28 duasıyla riya ve süm’aya girmeden ötelere ulaşma düşüncesine bağlanır.

Bu ideali gerçekleştirmek için hakikat erlerinin önünde, “dil” gibi büyük bir engel bulunmaktadır. Zannediyorum bizim için, İslâmî meseleleri hazmetmiş ve bunun yanında en az bir yabancı dil bilen pek çok insana ihtiyaç var. Ne var ki, realitelerden kaçmanın da yararı yok; böyle bir gençliğe ulaşmanın –hiç olmazsa belli bir zaman için– bir hayli müşkil olduğu da bir gerçek. İslâm mesajının mutlaka dünyaya duyurulması gerektiğine inananlar, ne yapıp yapıp bu önemli vazifeyi yüklenecek kimseleri yetiştirmek için akademik merkezler kurarak, bir an evvel profesyonelce bu işi ele almalıdırlar.

Niyette Asıl

Niyette esas olan onun kalben yapılmasıdır. Dil ile yapılması gerektiğine dair Sünnet-i sahihada bir şey görmedim. Hatta dille niyetin kalbî teveccühe engel teşkil ettiğinden dolayı mahzurlu olduğu bile söylenebilir. Aslında şekilciliğe takılıp kaldığımızdan bu mesele de zannediyorum hafife alınıyor. “Durdum divana, uydum Kur’ân’a, döndüm kıblem Kâbe’ye..” gibi lafzî niyet veya başka herhangi bir lafızla gerçekleştirilmeye çalışılan böyle bir kalbî teveccüh, bazen gönlün tam ifrağına engel bile teşkil edebilir. Dikkat etmek lâzımdır!..

Risalelerin İmtihan Unsuru Olması

Nasıl ki bir kısım kimseler Kur’ân’ı, Kur’ân dilinin inceliklerini görüp duydukları hâlde anlamaz, zevk etmez, bilemezler; hatta ona karşı ön yargılarına devam ederler. Ve yine onun o büyüleyici ifadeleri, bazı kimselerin evc-i kemale yükselip, gerçek insanî ufka ulaşmasına vesile olurken, diğer taraftan kimi insanların da dalâlet ve küfrüne vesile olmaktadır; bunun gibi Risalelerin de, insanlar için imtihan olabilecek yanları vardır. Meselâ, bizim için Risaleler, çok büyük ve çok önemli mânâlar ifade eden ve bir yönüyle geleceği şerheden ve hatta bu daire içinde yetişecek büyük velilere, mürşidlere, ebrara, mukarrabîne rehberlik yapacak tertemiz bir kaynak olmasına rağmen bazıları için hiçbir değer ifade etmemekte; dahası onun hakkında, dili bozuk ve çok muğlak, bir şey anlayamıyoruz demektedirler. Haddizatında onun hakkında böyle denmesinden ciddî rahatsızlık duyduğumu söyleyebilirim. Çünkü sizin, çok dâhi dediğiniz insanlar, birtakım güzel ifadelerde bulunabilir ve onlar da çok orijinal sözler olabilir. Ancak Risalelerde öyle dâhiyane söylenmiş sözler vardır ki, bunlar âdeta söylenemez türden şeylerdir.. ve Üstad’ın ifadesiyle Lemeât bir bakıma çekirdek, Mesnevî-i Nuriye rüşeym, diğer Risaleler de o feyyaz yamaçların fidanlığıdır.29 Ben, kuru nassçılığa gömülmüş insanların, onlardan istifade edeceğine çok ihtimal vermiyorum. Ama yine de ah ne olurdu onlar da onu tanıyıp tatsalardı! Bu onlar için de ayrı bir derinlik olacak ve düşünceleri, heyecanları ayrı bir tesir icra edecek, ayrı bir zenginliğe ulaşacaktı. Neylersin Allah (celle celâluhu) nasip etmemiş. İcraatından akılların hayrette olduğu Allah’ı tesbih ve takdis ederiz. Bizi nefsin ve şeytanın iğvâsına maruz bırakmasın. Dünyada bizden daha akıllı çok insan vardır. Ancak bir akıl var ki bir tohum gibi küçük ama öldüğü zaman yok olmuyor; aksine başak veriyor. İmam Gazzâlî Hazretleri buna ukbâ buudlu, ukbâ derinlikli akıl diyor. Öbürü sadece bedenin yaşamasında kullanılan akıl ki, bazıları onun da altından kalkamıyor.

İnanmak

Hidayet, zatında Allah’a ait olmasına rağmen, esbap, şart-ı âdî –Üstad’ın tabiriyle meyelanda tasarruf– plânında, insana aittir.30 Zira ondaki bu meyil ve irade hesaba katılarak onun hakkında değişik takdirler yapılmıştır. Ancak Allah (celle celâluhu), bazen birisinin çok ciddî gayreti neticesinde ona hidayet eder, bazılarının da küçük bir temayülüne lütufta bulunur. Böyle bir muamele tamamen rahmetin genişliği, biraz da o insanın samimiyetiyle alâkalıdır. Adalet, bir kimsenin gösterdiği cehd ve gayret kadar karşılık görmesi demektir. Bu muameleye göre, insan, dünyada hiç gözünü kırpmadan ahiret için çalışması hâlinde ihtimal Cennet’e gidebilir. Çünkü adalet, ebedî mesut olmaya karşı ebedî çalışmayı gerektirir. Oysa Allah’ın rahmeti her zaman öndedir;31 kullarına, benim farz kıldığım şeyleri yapın, haram kıldığım şeylerden de kaçının; arada meydana gelen boşlukları Ben rahmetimle doldururum demiştir ki, bu da O’nun rahmetinin enginliğine işarettir.

Evet, Allah’a iman çok güzel ama çok zor bir meseledir. Hucurât sûresinde Allah (celle celâluhu), “İnandık” diyen bedeviler için: “De ki: Siz iman etmediniz ama “İslâm olduk.” deyin. Zira henüz iman kalblerinize yerleşmedi.”32 buyurmakta ve bir sonraki âyette de gerçek inananları, “Gerçek mü’minler ancak Allah’a ve Resûlü’ne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla mücahede edenlerdir…”33 diye tavsif etmektedir. Demek iman, riyazî kat’iyet içinde, aksine ihtimal vermeyecek ve perde-i gayb açılıp aksi gösterilse sarsıntı yaşamayacak şekilde bir iz’an gerektiriyor. Ben, avam halktan öyle insanlar tanıdım ki, akla, mantığa açık bir dimağı olmadığı hâlde, inandığı şeylere, aksine ihtimal vermeyecek şekilde inanıyor ve çok rahat bir şekilde, “Biz toprağın altına girecek, oradan Allah’ın huzuruna gidip hesap vereceğiz. Ne olacak bizim hâlimiz?” diyorlardı. Yani bunlar, insanın kemikleri bile çürüdükten sonra toprağın altında nasıl canlanıyor ve o huzura gidiliyor? diye düşünmüyorlardı. Demek onlar, akıl ve mantığın meydana getirdiği bir kısım boşlukları, safvet ve samimiyetleri ile aşmışlar. Bu durum, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) عَلَيْكُمْ بِدِينِ الْعَجَائِزِ “Size yaşlı kadınların inandıkları gibi inanma düşer.34 sözleriyle ne kadar da örtüşüyor! Yani onlar bir delile, bir işarete ihtiyaç duymadan inanıyorlar.

Sahabe efendilerimizin imanı da bir yönüyle böyleydi; onlar –muhalfarz– Efendimiz’i, peygamberlik mânâsının tersi bir noktada görseler, O’nun hakkında hiç mi hiç kanaatleri değişmezdi. Meselâ, hiçbir zaman “Neden diğer insanlar dört kadınla evlenebiliyorlar da, Allah Resûlü’nün dokuz tane?” diye akıllarının köşesinden bile geçmemişti. Kaldı ki onların çoğunun bir tane hanımı ya var ya da yoktu. Nitekim Suffe ashabı arasında evlenmeye fırsat bulamayan onlarca insan mevcuttu…

Mü’min ve Kâfir Kul

Allah’ın bir mü’min, bir de kâfir kulu vardır. Kâfir O’nu inkâr ediyor hem de âfâkî ve enfüsî onca delil ve burhanlara rağmen. Mü’min ise kâinat meşherini didik didik edip âdeta altını üstüne getiriyor ve O’nu anlamaya, duymaya çalışıyor. İşte bundan dolayı elbette yeryüzü, onu anlayan ve duyana ait olacak; onu anlamsız, çöplüğe atılacak bir cisim, bir nesne olarak görene değil. Zaten Allah (celle celâluhu), dünyayı salih kulları için yarattığını, onları yeryüzünün mirasçıları kıldığını, “Şurası muhakkak ki Biz, Tevrat’tan sonra Zebur’da da: “Dünyaya salih kullarım vâris olacak.” diye yazmışızdır.”35 âyeti ile ifade etmektedir. O hâlde mü’min, dünyanın dört bir yanına yayılmalı ve ruhunun ilhamlarını boş gönüllere üflemeye çalışmalıdır. Ayrıca Allah (celle celâluhu), kâfirlerin, mü’minler üzerinde hâkimiyet kurmalarına fırsat vermeyeceğini beyan etmektedir ki,36 bu da çok önemlidir.

Yalnız burada dilin hususiyetlerini de göz önünde tutarak bir hususa dikkat çekmek istiyorum: Âyette hem “kâfirler” kelimesinde, hem de “mü’minler” kelimesinde harf-i tarif vardır. Bunun anlamı; Allah (celle celâluhu), imanda mutlak kemale ermiş mü’minler üzerine kâfirlerin hâkimiyetine yol vermeyecek demektir. Aksi hâlde, onlar kâmil mânâda mü’min değilseler, kâfirler onların üzerinde hâkim olabilirler demektir. O hâlde herkes başının çaresine bakmalı, kat’iyen ferden ya da cemaaten başka milletlerin sultası altına girmemelidir.

Felak ve Nâs Sûreleri

Bazı ilim mahfillerinde Felak ve Nâs sûrelerinin namazda okunamayacağına dair yanlış bir kanaatin olduğu söylenmektedir. Böyle bir kanaatin uyanmasına, İbn Mes’ûd’un Peygamberimiz’in sağlığında tertip ettiği Kur’ân’da bulunan sûrelerin arasında, bu iki sûrenin olmadığıyla alâkalı rivayet sebep olmuştur.37 Oysa İbn Mes’ûd’dan bize ulaşan bu haber, mütevatir bir habere muhalefetinden dolayı şâz sayılır.38 Zaten İbn Hacer gibi pek çok hadis uzmanı, Efendimiz’in bu iki sûreyi namazda okuduğuna dair gerek Müslim’in el-Câmiu’s-Sahîh’inde39 gerekse Saîd b. Mansûr’un Sünen’inde pek çok sahih rivayetin bulunduğunu kaydetmişlerdir.40

İbn Mes’ûd’dan rivayet edilen mezkûr görüş incelenirken dikkat edilmesi gereken birkaç husus vardır: Öncelikle İbn Mes’ûd, bu iki sûrenin Kur’ân’dan olduğuna değil, mushafta bulunmasına karşıdır. Zira İbn Mes’ûd, Peygamberimiz’in Mushaf-ı Şerif’e bizzat izin verdiği şeylerden başkasının konulmaması hususunda ısrarcıydı. Bâkillânî’nin yorumuyla ifade edecek olursak, bu hususta Efendimiz’in verdiği izin ona ulaşmamış olabilir.41

İlgili rivayete başka bir zâviyeden bakıldığında, Resûlullah’ın bu sûreleri namazda okuduğu sıralarda İbn Mes’ûd Hazretlerinin hazır bulunamamış olduğu da söylenebilir. Ayrıca Merhum Elmalılı’nın da belirttiği üzere İbn Mes’ûd’dan böyle bir rivayetin bulunması, bu iki sûrenin nüzûlünün son zamanlarda olmasından, yahut Mekke döneminde hadis-i kudsî kabîlinden iken Kur’ân olmak üzere tespitine dair vahiy sonradan vârid olması hasebiyle İbn Mes’ûd’un ona vâkıf olmamış bulunmasından kaynaklanmıştır.42

Ayrıca, bu konuda İbn Mes’ûd’un o kanaatinden dönmüş olabileceği mülâhazası da her zaman söz konusu olabilir. Hatta o zat, bu meselenin temel esprisini kavrayamamış da olabilir. Yani Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) sihir yapıldığında ve ayrıca yatarken onları okuduğunu bilen İbn Mes’ûd, bu iki sûreyi Nebiler Serveri’nin kendi dualarından sanmış olabileceği de düşünülebilir.

Bütün bunlardan sonra diyebiliriz ki Felak ve Nâs sûrelerinin namazda okunmayacağına dair bir rivayetin varlığından söz etmek mümkün değildir. Hatta bu meseleye tersten bakılınca şöyle de diyebiliriz: Hadisler bütünüyle incelendiğinde, Efendimiz’in Kur’ân’ın her yerini okuduğunun herkes tarafından duyulduğuna dair bir haberle karşılaşmak mümkün olmadığı gibi, Peygamberimiz’in namazda bütün Kur’ân’ı herkesin bileceği şekilde okuduğu da söylenemez. Aslında böyle olması da çok tabiîdir. Bu konuda her bir sahabi kendi duyduğu şeyleri nakletmiştir. Meselâ Efendimiz’in Secde ve Mülk sûrelerini okuduğuna dair rivayetleri bulunan sahabiler vardır. İbn Mes’ûd, Efendimiz’in Bakara, Âl-i İmrân ve Nisâ sûrelerini okuduğunu söylemektedir. Ümmü Seleme Validemiz de Efendimiz’in Tûr sûresini okuduğunu haber vermiştir. Bütün bu haberlerden yola çıkılacak olursa, Kur’ân’ın diğer yerlerinin namazlarda okunamayacağı şeklinde bir fikir çıkarmanın doğru olmayacağı açıktır.

1el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl 2/204. Ayrıca benzer manadaki hadisler için bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/359; Abd İbn Humeyd, el-Müsned 1/417.

2Mâide sûresi, 5/99.

3Bediüzzaman, Mektubat s.20 (Beşinci Mektup).

4Buhârî, husûmât 1, enbiyâ 31, rikak 43, tevhîd 31; Müslim, fezâil 157.

5Kalem sûresi, 68/48.

6Buhârî, enbiyâ 35; Müslim, fezâil 166-167.

7Ebû Dâvûd, edeb 9; en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 6/70.

8Âl-i İmrân sûresi, 3/191.

9Tirmizî, zühd 11; İbn Mâce, fiten 12.

10Bkz: Nahl sûresi, 16/125.

11En’âm sûresi, 6/107.

12Tirmizî, cenâiz 34; Ebû Dâvûd, edeb 42.

13İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 41/55-56.

14Buhârî, ezân 7; Müslim, salât 10.

15Müslim, salât 12; Ebû Dâvûd, salât 36; Nesâî, ezân 36.

16Âl-i İmrân sûresi, 3/185.

17Tirmizî, kıyâmet 26, zühd 4; Nesâî, cenâiz 3; İbn Mâce, zühd 31.

18Bediüzzaman, Kastamonu Lâhikası s.83.

19Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/198, 204, 205; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 9/98, 123.

20Buhârî, tefsîru sûre (71) 1; el-Fâkihî, Ahbâru Mekke 5/163.

21Buhârî, teyemmüm 1, salât 56; Müslim, mesâcid 3, 5.

22Bakara sûresi, 2/143.

23Buhârî, cenâiz 3; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/237, 6/436.

24Buhârî, cenâiz 3; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/237, 6/436.

25Bediüzzaman, Lem’alar s.335 (Yirmi Sekizinci Lem’a).

26Bkz.: İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 2/100; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 2/150.

27M. F. Gülen, Kırık Mızrap s.159-160 (Rûhumun Emeli).

28Yûsuf sûresi, 12/101.

29Bkz.: Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye s.3 (Mukaddime, Üçüncü-Dördüncü Noktalar); Emirdağ Lâhikası-2 s.42.

30Bediüzzaman, Sözler s.508 (Yirmi Altıncı Söz, İkinci Mebhas).

31Bkz.: Buhârî, tevhid 22, 28, 55, bed’ü’l-halk 1; Müslim, tevbe 14-16.

32Hucurât sûresi, 49/14.

33Hucurât sûresi, 49/15.

34el-Gazâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 3/78; es-Sehâvî, el-Makâsıdü’l-hasene s.290.

35Enbiyâ sûresi, 21/105.

36Bkz: Nisâ sûresi, 4/141.

37Bkz.: el-Bezzâr, el-Müsned 5/29; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 9/234-235.

38Bkz.: el-Bezzâr, el-Müsned 5/29.

39Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 264-265

40Bkz.: İbn Hacer, Fethu’l-bârî 8/742-743.

41Bkz: İbn Hacer, Fethu’l-bârî 8/743.

42Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur’ân Dili 9/6358.

-+=
Scroll to Top