Üçüncü Bölüm KADER – İRADE VE HİDAYET İLİŞKİSİ

Bizim tespit edebildiğimiz şekliyle hidayetin iki mertebesi veya çeşidi vardır:

Birincisi: Şeriat-ı fıtriye şartları içinde cereyan eden, cebrî hidayet.

İkincisi: İnsan iradesinin nazara alındığı hidayet.

1. ŞERİAT-I FITRİYE ŞARTLARI İÇİNDE CEREYAN EDEN HİDAYET

Her varlık, yaratılış ve fıtrat kanunlarına göre kendisi için takdir edilen hedef ve gayeye doğru giderken cebrî bir istikamet takip etmektedir. Buna ilâhî sevk demek daha uygundur.

İnsanın ilk yaratılışı, anne karnındaki ceninin bir rüşeym hâlinde gelişmesi ve embriyolojik safhalardan geçmesi işte hep böyle bir sevk ile cereyan etmektedir.

Umum mahlukat için de, maslahatları istikametinde devam edip duran böyle bir sevk ve insiyak günümüzde herkes tarafından bilinen bir mevzu. Buna tabiatperest ve maddeci zihniyet “İçgüdü” veya “Sevk-i Tabiî” diyedursun, bunun ilâhî bir sevk olduğuna vicdan dünyası ittifak hâlindedir. Zaten tevhid delilleri arasında saydığımız “Hidayet Delili” de –başlı başına müstakil bir mevzu olarak– bu şekilde cereyan eden sevk ve hidayetleri, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın varlık ve birliğiyle irtibatlandırmaktadır.

Zerrelerden kürelere kadar yani, atom çekirdeği etrafında dönen elektronlardan, gökyüzünde Mevlevî gibi dönen yıldızlara, galaksilere ve bütün gök cisimlerine kadar her şey bu sevk sayesinde kendisine düşen vazifeyi yerine getirmeye çalışmaktadır. Her şey, Allah karşısında matlup hâli alabilmek için, çizilen istikametten zerrece inhiraf etmeden varmak istediği hedefe doğru süratle koşar.

Tavuk yumurtaların üzerine yatar ve bütün bir kuluçka devresinde sabırla bekler. Aç durur, susuz kalır, kendisi ateşler içinde yanar ama, nöbetini terk etmez. Tavuk, çıkacak civcivlerden acaba haberdar mıdır? Daha sonra başlarına vurarak ellerindeki taneyi alacak olan bu tavuk, niçin onlar için böyle bir çileye katlanmaktadır?.. Cevabı bizce bellidir: Cenâb-ı Hak onu, o istikamete sevk etmektedir.

Ya o civcive ne demeli.. miadı dolup belli gün gelip çattığında, yumuşacık gagasıyla kabuğunu kırıp dışarıya çıkan bu civciv, evet, yumurtanın dışında, yumurtaya göre çok daha mükemmel ve geniş olan bir hayatın varlığını acaba nereden bilmektedir ki, oradan çıkmak için büyük bir gayret sarf etme ihtiyacını duymaktadır.

Dünyaya yeni gelen bir çocuk, hemen annesinin memesine sarılır ve emmeye başlar. Evvelâ, çocuğun doğumuna yakın anne memesine süt stoku yapan kim? İkinci olarak çocuğa orada süt olduğunu ve süt emme tekniğini öğreten ve rehberlik yapan kim? İşte bu ve benzeri bütün sorulara verilecek tek cevap vardır: O da bunların hepsi ilâhî bir sevk ile olmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim yer yer bize, bu ilâhî sevkleri hatırlatır. İşte onlardan birkaçı:

a. وَأَوْحَى رَبُّكَ إِلَى النَّحْلِ أَنِ اتَّخِذ۪ي مِنَ الْجِبَالِ بُيُوتًا وَمِنَ الشَّجَرِ وَمِمَّا يَعْرِشُونَۙ ۝ ثُمَّ كُل۪ي مِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ فَاسْلُك۪ي سُبُلَ رَبِّكِ ذُلُلًاۘ

“Rabbin, bal arısına şöyle ilham etti: Dağlarda, ağaçlarda ve hazırlanmış kovanlarda yuva edin; sonra her çeşit üründen ye, sonra da Rabbinin gösterip müyesser kıldığı yollara koyul.”1

Evet, arı, bal yapma tekniğini işte böyle bir irşad, talim ve hidayetle öğrenmiştir.

Allah arıya bal yapmasını, dağlarda, ağaçların kovuklarında ve kovanlarda barınmasını vahyediyor. Arı da bu vahiy ile petek yapmasını öğreniyor. Petek yapımında kullandığı hendese, hiç de arının bilebileceği ölçülerle olacak gibi değil. Demek petek yapımında kullanılan hendese de arıya vahiy ile öğretiliyor. Sonra arı kendisine has bir uçuşla çiçekten çiçeğe konuyor ve onlardan çeşitli hüzmeler alıyor. Bu arada gidiş gelişlerinde yolu kaybetmemek için belli bir metot kullanıyor. Geçtiği yerlere âdeta kendisine has izler bırakıyor ve dönüşünü de aynı izler üzerinden yapıyor. Nihayet, çiçeklerden topladığı hüzmeleri getirip peteklere koyuyor.

Kovanda da fevkalâde bir idare görüyoruz. Evet, burada da açık bir sevk-i ilâhî müşâhede ediliyor. Öyle ki, sistemini kurmuş güçlü bir devlet mekanizması ancak kovandaki kadar düzgün çalışabilir.

Kovana hâkim bir ana arı vardır, bir de vazifeleri sadece telkîh olan sayısı çok az erkek arı. Diğer arılar ise durma ve dinlenme bilmeden çalışan arılardır. Bunlar ise bir sistem içinde kendilerine düşen vazifeyi aksatmadan yerine getiren işçi arılardır.

Yumurta bırakma mevsimi gelince ana arı bütün peteklerin ağzına yumurtalarını bırakır. Tabiî kovanda bulunan az sayıdaki erkek arılar da fıtrî vazifelerini ifa ederler. Bunlar vazifelerini yaptıktan sonra artık işleri kalmamıştır. Dolayısıyla, kovanda tufeylî olarak sadece bal yemekle meşgul olurlar. Ana arı bunlardan birkaçını bırakarak diğerlerinin hepsini ifnâ eder, öldürür. Bıraktığı erkek arılar ise gelecek sene işe yarayacaklardır.

Erkek arıların, tufeylî olarak yaşamalarına müsaade edilmediği gibi, yabancı bir arının da kovana girip yerleşmesine müsaade edilmemektedir. Bu fevkalâde idarî ciddiyetin yanında bir de aynı oranda temizlik görürüz. Öyle ki, çiçeklerin özünü ve hüzmesini alan arı, peteğe döndüğünde şayet temizlik kurallarına uygun olmayan bir kılıkla dönmüşse, meselâ vücudunun bir yerinde çamur varsa, o hâliyle peteğe kabul edilmez. Veya bir arı yapısı itibarıyla kanun ve kurallara başkaldırıp anarşistlik yapıyorsa, o da derhal petekten uzaklaştırılır.

Acaba minnacık bir kafa taşıyan arıya bunları öğreten kimdir? Öğreten kimdir ki, elli milyon sene evvel yaşamış arıların yaptığı balla, bugünkü arıların yaptığı bal, terkip ve hendesî ölçü bakımından hiçbir farklılık göstermemektedir. Arı tekâmül etmemiş. Yaratıldığı andan itibaren yaptığı işin âlimi olarak yaratılmış, öyle de devam etmektedir. Peteğinin deliklerini altıgen olarak hazırlaması, üçgen veya dörtgen olarak hazırlamaması hikmetinden alın da, bal yapış keyfiyetine kadar, evet, önümüze nefis bir yiyecek ve aynı zamanda şifa kaynağı olarak gelen balın her safhasında biz, bir vahiy ve ilham esintilerini duyar gibi olmaktayız. Biz duyar gibi olmaktayız ama, ihtimal arı, bu ilham esintilerini kat’iyen duymakta ve yaptıklarını, gayr-i şuurî sevklerle yapmaktadır. Evet, arının bu icraatını sevk-i ilâhîye vermeden izah etmeniz mümkün değildir.

Hâsılı, arıya bal yapma sanatını Allah öğretti. Ana arıya, erkek arılara ve diğerlerine ayrı ayrı vazife görmeyi yine Allah talim etti. Allah’tır ki, ana arıyı orada hâkim, diğerlerini de ona itaatkâr kıldı…

b. Karınca da Cenâb-ı Hakk’ın ilhamına mazhardır:

حَتّٰى إِذَۤا أَتَوْا عَلٰى وَادِ النَّمْلِۙ قَالَتْ نَمْلَةٌ يَۤا أَيُّهَا النَّمْلُ ادْخُلُوا مَسَاكِنَكُمْۚ لَا يَحْطِمَنَّكُمْ سُلَيْمٰنُ وَجُنُودُهُ وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ

“Sonunda karıncaların bulunduğu vadiye geldiklerinde bir karınca ‘Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin. Süleyman ve ordusu bilmeden sizi ezmesin.’ dedi.”2 âyeti bize bunu anlatmaktadır.

Karınca bu sözü nasıl söyledi? Elbette onun kendine göre bir dili ve karıncaların birbirleriyle görüşebilmelerinin bir şekli vardır. Şimdilerde zoologlar şunları heceliyorlar:

Mevcut iki karınca yuvası var. Bunlardan biri küçük bir hendeğin öbür tarafında bulunmaktadır. Yuvalardan birinden alınan bir karınca diğer yuvaya bırakılır. Çok kısa süren bir sessizlikten sonra, arkadaşlarını kaybetmiş yuvanın karıncaları, arıların kovandan boşaldıkları gibi yuvalarından boşalır, diğer yuvaya doğru ilerlemeye başlar ve üzerine çubuk uzatılmış hendekten geçerek diğer yuvaya hücum ederler. Şimdi bu karıncanın kaybolduğunu ve diğer yuvada bulunduğunu, arkadaşlarına kim haber vermiştir? İşin mütehassısları meseleyi şöyle izah etmektedirler:

Diğer yuvaya bırakılan karınca elektromanyetik dalgalar hâlinde çıkardığı şerarelerle, arkadaşı olan karıncalara gizli bir mesaj göndermiş ve başına gelen hâdiseyi ve nerede bulunduğunu koordinatlarıyla onlara haber vermiştir. Gayet gizlilik içinde cereyan eden bu muhavereden sonra da arkadaşları bu karıncayı kurtarmak için seferber olmuşlardır.

Demek ki, karınca da konuşuyor.. Cenâb-ı Hak, ona öğrettiği dili hususî bir ihsan olarak Hz. Süleyman’a da talim buyurmuştu. Onun için Hz. Süleyman âyette anlatılan şekliyle, karınca arkadaşlarını uyarınca tebessüm etmiş ve mazhariyetinin buudlarını “tahdis-i nimet” suretinde ilan ederek Rabbine yönelmişti.3

Karıncalar, cumhuriyet sistemi gibi bir sistemle idare edilmektedir. Bütün karıncalar çalışır ve yuvaya gıda stoku yapma işinde aktif görev alırlar. Tembel hiçbir karınca yoktur. Taşıdığı yük bazen kendisine ağır gelince, hemen arkadaşlarını çağırır ve bu ağır yükü birkaç karınca omuzlayarak yuvaya taşırlar. Onlar yaz boyu durup dinlenme bilmeyen bir gayret içindedirler. Sonunda yaptıkları stok kışı idare edecek duruma gelince, yuvalarına sığınır ve kapıları da kapatırlar.

Ancak bazen onlara göre bir terslik olur. Nemli toprakta stok edilmiş buğday veya arpalarda nemlenme görülür. Bu durumda yapılacak şey, buğdayı veya arpaları dışarıya taşıyıp güneşlendirmektir; karıncalar da işte bunu yapar. Tahıl kuruduktan sonra da, tekrar içeriye taşırlar. Ancak, bazen bu taneler çimlenmeye başlayabilir… Bu durumda hemen taneyi ikiye böler ve ayırırlar. Şayet parçalardan birisi yine çimlenecek olsa, onu da tekrar ikiye bölerler. Böylece taneyi kendi istifadeleri çerçevesinde tutmuş olurlar. Şayet çimlenmesine göz yumsalar o tane onların işine yaramaz.

Karıncaya bütün bunları kim öğretmiştir? Bizim hafıza kuvvemiz kadar bir bünyeye sahip olmayan bu varlığa bütün bu girift meseleleri acaba kim talim etmiştir?

Her zaman olduğu gibi cevabımız yine bellidir. Karıncaya bütün bu hayat serüvenini ilham eden Allah’tır. Ve onlar böyle bir ilhamla sevkolunmaktadır.

Ebû Hüreyre’nin (radıyallahu anh) rivayet ettiği bir hadis-i şerifte, Allah Resûlü bize şöyle bir hâdiseyi nakletmektedir:

“Peygamberlerden biri, bir vadiden geçerken, gölgelenmek için bir ağacın altına oturmuştu. Oturduğu yerde de bir karınca yuvası bulunmaktaydı. Karıncanın birisi bu peygamberi ısırdı. O da kendisini ısıranın ne olduğunu bilmediği için yuvayı yaktırdı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak’tan ona şöyle bir ikaz geldi:

“Bir karınca seni ısırdı diye, durmadan Allah’ı tesbih eden bir ümmeti mi yakıyorsun?”4

Görülüyor ki, karıncalar da bir ümmettir ve bizim bilmediğimiz bir dille, onlar da Cenâb-ı Hakk’ı tesbih etmektedir.

Hâkim’in Müstedrek’inde rivayet ettiği bir diğer hadiste de Efendimiz şöyle buyurmaktadır:

“Hz. Süleyman yağmur duasına çıkmıştı. Giderken de çoluk çocuk kim varsa hepsini götürmüştü. Ayrıca herkes evindeki davar ve hayvanlarını da yanlarına almışlardı. (Orada herkes yalvaracak, koyun ve kuzular meleşecek ve Cenâb-ı Hakk’ın rahmetini celbetmek için herkes kendi diliyle tazarru ve niyazda bulunacaktı.)

Hz. Süleyman ve yanındakiler yolda giderken, bir manzara Nebi’nin dikkatini çekti: Sırtüstü yatmış, büyükçe bir karınca, antenlerini el gibi kullanarak havaya kaldırmış ve kendi diliyle bir şeyler söylüyordu. Hz. Süleyman dikkat kesildi ve karıncanın şu şekilde dua etmekte olduğunu duydu: ‘Allahım, ben Senin mahlukatından bir mahlukum. Senin vereceğin rızıktan müstağni olamam. Eğer bize su gönderirsen sulanırız, rızka mazhar oluruz. Gayrı ne diyeyim. Bundan böyle ya su gönderir bizi yaşatırsın ya da biz böyle helâk olur gideriz.’

Hz. Süleyman, karıncanın bu içli feryadını duyunca etrafındakilere şöyle dedi: ‘Artık geriye dönün. Sizin duanızdan başka bir dua sebebiyle Allah yağmur gönderecektir…’ ”5

Karınca bütün bunları sevk-i ilâhî ile, Cenâb-ı Hakk’ın ilham ve irşadıyla yapıyordu.

c. Kur’ân-ı Kerim, bütün hayvanat cinsinin kendileri arasında bir ümmet olduğunu ifade ederek şöyle buyurmakta ve kaderin bu yönüne dikkat çekmektedir:

وَمَا مِنْ دَۤابَّةٍ فِي الْأَرْضِ وَلَا طَۤائِرٍ يَط۪يرُ بِجَنَاحَيْهِ إِلَّا أُمَمٌ أَمْثَالُكُمۘ مَا فَرَّطْنَا فِي الْكِتَابِ مِنْ شَيْءٍ ثُمَّ إِلٰى رَبِّهِمْ يُحْشَرُونَ

“Yerde yürüyen hayvanlar ve kanat çırpıp uçan kuşlar da ancak sizin gibi bir ümmettir. Kitap’ta Biz hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Onlar sonra Rabbilerinin huzurunda toplanacaklardır.”6

Ebû Dâvûd’un rivayet ettiği bir hadiste de Efendimiz: “Eğer köpekler bir ümmet olmasalardı öldürülmelerini emrederdim.”7 buyurmaktadırlar. Evet, onlar da kendilerine göre bir millet teşkil etmektedirler.

Kelaynakların nesli tükeniyor diye ilim adamları telaşa kapılmışlardı. Zira her varlığın, ekolojik dengede bir yeri vardır. Onun tükenmesi ise, dengeden bir gedik açılması demekti. Şimdi her varlığa böyle ekolojik dengede bir yer tutmayı kim öğretmiş ve kim talim etmiştir? İşte biz bu meseleye cebrî hidayet veya şeriat-ı fıtriye şartları içinde cereyan eden hidayet nazarıyla bakıyor ve bütün bu sevklere ve insiyaklara da bu zaviyeden yaklaşıyoruz.

2. İNSAN İRADESİNİN NAZARA ALINDIĞI HİDAYET

Allah (celle celâluhu), çeşitli vesileler göndererek insanları hidayete erdirir. Peygamberler insanların hidayetine vesile olduğu gibi gönderilen kitaplar da yine aynı şekilde insanların hidayetine vesiledir. Tebliğ yapan insanların yaptıkları tebliğ ve irşad faaliyetleri de bu mânâda birer vesile ve vasıta kabul edilebilir. Ancak burada unutulmaması gereken bir nokta vardır; o da şudur: Cenâb-ı Hak, böyle çeşitli vesileler gönderir, ama hiç kimseyi bu vesile ve vasıtaları kabullenmeye zorlamaz.

Durum böyle olunca da peygamber hanesindeki bir insan bile bazen hidayete eremez. Bazen de tam tersi olur; Firavun sarayında bir mü’min-i âl-i Firavun ve Âsiye yetişir. Tabiî bu çeşit hidayette daima beşer iradesi devreye girmektedir. Allah (celle celâluhu), hidayete götürücü bütün vesileleri yaratır. Hidayeti yaratmasına gelince o, insan iradesine bağlıdır. İrade dediğimiz mahiyet ve hüviyeti meçhul bu izafî varlık, burada da bir âdi şart olmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim’in birçok âyetinde bu tür hidayet ele alınmaktadır. Biz, bunlardan bir ikisini zikretmiş olacağız:

a. وَأَمَّا ثَمُودُ فَهَدَيْنَاهُمْ فَاسْتَحَبُّوا الْعَمٰى عَلَى الْهُدٰى فَأَخَذَتْهُمْ صَاعِقَةُ الْعَذَابِ الْهُونِ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَۚ

“Semud milletine doğru yolu göstermiştik, ama onlar körlüğü doğru yolda gitmeye tercih ettiler. Kazandıklarının karşılığı olarak onları alçaltıcı azabın yıldırımı çarptı.”8

Demek oluyor ki, esasen Semud kavmine hidayet vesilesi ulaşmıştır. Bu Hz. Salih’tir (aleyhisselâm). Fakat onlar kendi irade ve ihtiyarlarıyla körlüğü tercih etmişler ve temerrütle burunlarının doğrultusunda giderek gayyaya yuvarlanmışlardır.

b. Allah (celle celâluhu), hidayete vesile olmaları için nice peygamberler göndermiştir. Ta ki, kendi iradeleriyle sapıtanlar, hiçbir mazeret ileriye süremesinler:

رُسُلًا مُبَشِّر۪ينَ وَمُنْذِر۪ينَ لِئَلَّا يَكُونَ لِلنَّاسِ عَلَى اللّٰهِ حُجَّةٌ بَعْدَ الرُّسُلِۘ وَكَانَ اللّٰهُ عَز۪يزًا حَك۪يمًا

“Peygamberlerden sonra, insanların Allah’a karşı bir hüccetleri olmaması için, müjdeleyen ve korkutan peygamberler gönderdik. Allah Aziz’dir, Hakim’dir.”9

İnsanlar sapıklıklarına karşı hiçbir mazeret ileri sürecek durumda değildir. Çünkü ard arda gelen peygamberler, insanlara hakikatleri bütün çıplaklığı ile anlatmışlardır. Kötülüklerin encamını ve iyiliklerin insanı hangi zirvelere ulaştıracağını bir bir söylemişlerdir.

إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ بِالْحَقِّ بَش۪يرًا وَنَذ۪يرًاۘ وَإِنْ مِنْ أُمَّةٍ إِلَّا خَلَا ف۪يهَا نَذ۪يرٌ

“Biz seni hak ile müjdeleyici ve inzar edici bir peygamber olarak gönderdik. Geçmiş her ümmet içinde de mutlaka bir uyarıcı (peygamber) bulunagelmiştir.”10

Evet, hiçbir ümmet yoktur ki, içinde bir nebi zuhur etmiş olmasın. Bu itibarla her ümmete mutlaka nebi gelecek, mübeşşir ve münzir olarak onlara hakikatleri tebliğ edecek ve ardından da iradeleriyle onları dinleyenler hakkında Allah (celle celâluhu) hidayetini yaratacaktır. Sapıklığı tercih edenler ise dalâlette kalacaktır ki, bu da onlar için de Cenâb-ı Hak, dalâlet murad etmiş olacaktır. وَمَا كُنَّا مُعَذِّب۪ينَ حَتّٰى نَبْعَثَ رَسُولًا “Biz peygamber göndermedikçe hiç kimseye azap etmeyiz.”11 âyeti bu hakikati ifade etmektedir.

Allah (celle celâluhu), herkese hakkı-hakikati öğretmek ve işin neticesinde itiraza hiçbir mahal bırakmamak için peygamberler gönderdi. Onlar da birer hidayet meşalesi gibi ümmetleri arasında yol gösterici oldular. Bizim payımıza düşen ise bir meşale değil bir hidayet güneşiydi. Zira bize gelen Hz. Muhammed Aleyhisselâm’dı, Nebiler Sultanı’ydı.

Dolayısıyla bizler için de hiçbir mazeret söz konusu olamaz. Çünkü Efendimiz’in mübarek sesini soluğunu duyduğumuz gibi, o günden bu güne Kur’ân’ın füsunkâr ifadeleri her an içimizi okşayıp durmaktadır.

Bununla beraber, Cenâb-ı Hak, ayrıca kemal-i kereminden her asrın başında birer müceddit gönderdi.12 Onlarla içimizi saran toz ve dumandan gönüllerimizi temizledi. Evet, onlar vasıtasıyla her asrın insanı, dinî hayatına yeniden bir canlılık getirdi. Fakat bütün bunlar olurken insanın iradesi nazardan uzak tutulmadı. Yani, Cenâb-ı Hak, hidayete götürücü vesile ve vasıtaları yaratarak hidayeti yaratmayı kulun istemesine bağladı. Bu bölümde cebrî bir hidayet söz konusu değildir.

Bazen de Allah (celle celâluhu), insanların liyakatini nazara alarak, hidayet ve dalâleti doğrudan doğruya yaratır.

Allah (celle celâluhu), Nebi’sini gönderir. O Nebi, Hz. Ebû Bekir’e dini tebliğ eder. O da hiç duraklamadan tebliğ edilen mesajı kabul eder ve hakikat karşısında birden eriyiverir. Gönlü hidayetle apaydın olur, derken gider “Sıddîkıyet”in zirvesine yükselir.

Yine Allah (celle celâluhu), Nebi’sini gönderir. Bu sefer de karşısına Ebû Cehil gibi biri çıkar. Cenâb-ı Hak, ezelî ilmiyle onun hidayete liyakatinin olmayacağını bildiğinden onun hakkında dalâleti yaratır. O da hakkındaki bu hükmü fiilleriyle tasdik eder. Her geçen gün küfür ve küfranını artırır. Baş aşağı gider. Sonunda hayatını, Bedir’de Allah Resûlü’ne karşı kılıç kullanırken noktalayarak bir çukura, hem de ebedî olarak yuvarlanır.13

c. Zaten Kur’ân-ı Kerim her iki hidayet şeklini şu âyette bir arada toplamış ve her iki hidayet şekline de dikkati çekmiştir:

وَاللّٰهُ يَدْعُوۤ إِلٰى دَارِ السَّلَامِۘ وَيَهْد۪ي مَنْ يَشَۤاءُ إِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ

“Allah Dârüsselâm’a çağırır. Dilediğini de doğru yola eriştirir.”14

Cenâb-ı Hak, çeşitli vesileleri kullanarak insanları hidayete, sırat-ı müstakîme davet eder. Ancak, hidayete gelince, onu bizzat Kendi meşîetine bağlar. Dilediğini hidayete erdirir, dilediğini de dalâlette bırakır.

Meselenin bir küçük yönü insana aittir. O, Allah’ın davetine icabet eder ve hidayet vesilelerinden istifadeye çalışırsa, Allah da meşîetiyle tecellî eder ve onu hidayete erdirir.

Kur’ân-ı Kerim bir hidayet kaynağıdır. Ondan ancak Allah’ın diledikleri istifade edebilir ve Kur’ân sadece onlar için bir hidayet vesilesi olur. هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَۙ “Müttakiler için bir hidayet kaynağıdır.”15 denilmekle bu hakikate işaret edilmektedir. Kelimenin mânâ-i masdarî olmasından anlıyoruz ki, kul evvelâ müttaki olmaya çalışacak ve Kur’ân’dan istifade etme liyakatini ortaya koyacaktır ki, bu kula ait yöndür. Bu hususun Cenâb-ı Hakk’ın meşîetine bakan tarafı ise birkaç âyet aşağıda anlatılmakta ve şöyle denmektedir:

أُۨولٰۤئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ

“İşte onlar Rabbilerinden bir hidayet üzeredirler.”16

Onlar ki gaybe inanmışlar, namaz kılmışlar, oruç tutmuşlar, zekât vermişler ve kendilerine gelen kitaba da kendilerinden öncekilere gelen kitaplara da inanmışlar ve ahireti tasdik etmişlerdir. Bu davranış onları müttaki olma seviyesine çıkarmış ve Allah (celle celâluhu) da onlar için hidayet dilemiş ve hidayet yaratmıştır.

d. Ve yine Allah (celle celâluhu), Peygamberine hitaben şöyle buyurur:

وَكَذٰلِكَ أَوْحَيْنَۤا إِلَيْكَ رُوحًا مِنْ أَمْرِنَاۘ مَا كُنْتَ تَدْر۪ي مَا الْكِتَابُ وَلَا الْإ۪يمَانُ وَلٰكِنْ جَعَلْنَاهُ نُورًا نَهْد۪ي بِه۪ مَنْ نَشَۤاءُ مِنْ عِبَادِنَاۘ وَإِنَّكَ لَتَهْد۪يۤ إِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍۙ ۝ صِرَاطِ اللّٰهِ الَّذ۪ي لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِۘ أَلَۤا إِلَى اللّٰهِ تَص۪يرُ الْأُمُورُ

“Ey Habibim! İşte sana da buyruğumuzla Cebrail’i gönderdik. Sen kitap nedir, iman nedir, bilmezdin. Fakat Biz onu, kullarımızdan dilediğimizi onunla doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz sen de insanlara göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın yolunu, doğru yolu göstermektesin. İyi bilin ki, işler sonunda Allah’a döner.”17

İşte bu âyette de anlatıldığı gibi, hidayette iki mertebe görüyoruz. Birinci mertebede sadece vesile ve vasıtalık var ki, Kur’ân-ı Kerim bu vesile ve vasıtalığı da bazen hidayete erdirme olarak vasıflandırmaktadır. Esasen bu tür hidayete erdirme vesilelikten öteye de geçmez. Hidayetin ikinci mertebesine gelince bu, Cenâb-ı Hakk’ın insan gönlünde hidayeti yaratmasıdır. Bu yaratmayı Cenâb-ı Hak, vesilelerle yaptığı gibi bazen de doğrudan doğruya yapmaktadır. O’nun bu şekilde hidayete erdirmesi ise, sırf bir lütuftur. Büyüklerimiz buna “Cebr-i Lütfî” demişlerdir. Rabbimiz’den niyazımız, bizleri de böyle cebrî bir lütuf ile hidayete erdirmesidir.

Neticede bir kere daha ifade edelim ki, hem hidayet hem de dalâlet doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın yaratmasıyla vücuda gelir. Bu mânâyı ifade eden şu hadis-i şerif de bu hakikati tam tenvir eder:

بُعِثْتُ مُبَلِّغًا أَنَا وَدَاعِيًا وَلَيْسَ إِلَيَّ مِنَ الْهُدٰى شَيْءٌ وَخُلِقَ إِبْل۪يسُ مُزَيِّنًا وَمُبْغِيًا وَلَيْسَ إِلَيهِ مِنَ الضَّلَالَةِ شَيْءٌ

“Ben tebliğ ve davet edici olarak gönderildim. Hidayet meselesinde benim hiçbir müdahalem ve salâhiyetim söz konusu değildir. Şeytan da bâtılı süslü göstermek ve sizi azdırmak için gönderilmiştir. Onun da dalâlet hakkında bir söz ve salâhiyeti yoktur.”18

İnsan, iradesiyle talepte bulunur. Sonra da Cenâb-ı Hak talep edilen şeyi yaratır. Şu kadar var ki, insanın sevap cihetine iktidarı çok az olmasına rağmen, günah ve şer cihetine surî bir iktidarı vardır. Zira şer ve günahlar tahrip nevindendir. İnsan bir kibritle bir evi yakabildiği gibi, çok küçük bir iradeyle de şer ve günah işlemeye güç yetirebilir. Hâlbuki ona isabet eden bütün sevap ve hayırlar Cenâb-ı Hak’tan gelmektedir. Kula düşen ise bu sevap ve hayır kapısında sebat edebilmektir. Onun kasdı ve azmi hayır olduğu müddetçe de Allah (celle celâluhu), ona hayır ve sevabı nasip edecek ve onun için bütün hayır yollarını kolaylaştıracaktır. Hidayet, bu zaviyeden bakılacak olursa herkes için ve her zaman ve zeminde lâzımdır.

1 Nahl sûresi, 16/68-69.

2 Neml sûresi, 27/18.

3 Bkz.: Neml sûresi, 27/19.

4 Buhârî, cihâd 153; Müslim, selâm 148.

5 ed-Dârakutnî, es-Sünen 2/66; el-Hâkim, el-Müstedrek 1/473.

6 En’âm sûresi, 6/38.

7 Tirmizî, sayd 16, 17; Ebû Dâvûd, edâhî 22; Nesâî, sayd 10.

8 Fussilet sûresi, 41/17.

9 Nisâ sûresi, 4/165.

10 Fâtır sûresi, 35/24.

11 İsrâ sûresi, 17/15.

12 Bkz.: Ebû Dâvûd, melâhim 1; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 6/324.

13 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/33; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 2/46.

14 Yûnus sûresi, 10/25.

15 Bakara sûresi, 2/2.

16 Bakara sûresi, 2/5.

17 Şûrâ sûresi, 42/52-53.

18 ed-Deylemî, el-Müsned 2/11; el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 3/204.

-+=
Scroll to Top