Ümit Ufku

İmanlarımız ve ümitlerimizle dopdolu, irade ve azimlerimizle yay gibi gergin, hülyalarımızla yarınların yemyeşil yamaçlarına sarkmış, tatlı bir ruhî temâşânın çağrıştırdıklarını şuurlarımızın lisanına dökerek bir kere daha “gelecek” diyoruz. Mânâ ve ruhla mamur bir kökün; fil dişinden, sadeften, inciden, mercandan, billurdan inşa edilmiş bir geçmişin; sırmadan, şaldan, ipekten, atlastan, canfesten örülmüş bir kültürün üzerindeki sis bulutlarının aralandığını, sihirli bir dünyanın uzaktan gözlerimize, gönüllerimize büyüler çalıp geçtiğini âdeta müşâhede ediyor ve insiyaklarımız itibarıyla, tıpkı mızrabını yemiş bir “bamteli” gibi ruhlarımızda ürpertiler hâsıl edecek olan heyecanlı günlerin arefesinde bulunduğumuz velvelesini duyar gibi oluyoruz.

Biraz realite, biraz da hayal, yürüyoruz yarı tekye, yarı mektep koridorlarında; yarı medrese, yarı kışla komplekslerinde; yarı his, yarı mantık yamaçlarında.. yürüyoruz ve gönlümüze göre geçmiş-gelecek zamanların şiirini, mûsıkîsini ve âhengini yaşıyoruz. Kalblerin yumuşayıp tamamen iyilik kesileceği, hislerin tıpkı deryalar gibi buhar buhar yükselip “çiy” noktasına ulaşacağı, gözlerin bulutlardan daha cömert hâle geleceği, toprağın hayatla köpürüp renkleneceği, yeryüzünün kuş yuvaları gibi huzur ve sevgiyle tüteceği, duyguların melekleşeceği ve insanların ruhanîlerle atbaşı hale geleceği ümidiyle, yolda olmanın bütün icaplarına riayet ederek, inançlı ve pürneşe yürüyoruz hayatı bir kere daha duyabileceğimiz ufuklara.

Zaten şimdilerde, geçmiş ve geleceğin birbiriyle kucaklaşacağı; hâlin, bu iki mübarek zaman dilimine dert dökeceği ve ütopyalara ilham kaynağı olacak mekânın o mutlu koyunda, bir zamanlar yitirdiğimiz Cennetlere ermenin sevinç neşideleri besteleniyor.. eşya, varoluş gayesinin hikmetlerini mırıldanıyor.. ay, güneş ve yıldızlar eski hatıraları hikâye ediyor.. öteler o mutlu günlere tebessümler yağdırıyor.. ve her yanda tasavvurlarımızı aşan şehrâyin hazırlıkları yaşanıyor. Görünüş ve ruh enginlikleri davranışlarından, sükût ve imanları beyanlarından daha üstün, zaman üstü tasavvurlarıyla sonsuza açılmış ruhların konup kalktığı bu iklim, bir muhalif rüzgâr esmez ve her şeyi harman gibi savurmazsa –Allah’a sığınalım esmesin ve savurmasın!– bu zamanî ada, var olduğu günden beri insanoğlunun aradığı ada olacaktır; çevresindeki rıhtımları, limanları ve rampalarıyla insanları ebediyete taşıyan ada.

Evet, şu anda bile çevremizdeki eşyayı, içinde var olup geliştiği tarihin bir parçası olarak kurcalayıversek, her şey nutka gelip konuşacak ve bize gelecek adına neler ve neler anlatacaklar. Evet biz, bize ait zamanı, üzerinde anahtarı kurulma bekleyen bir saate veya hareketsiz bir sarkaca benzetebiliriz. Durgun fakat potansiyel bir hareket kaynağı olan bu zaman üstü zaman, zembereğinin azıcık sıkışması veya sarkacın hareket ettirilmesiyle “balans” sağa-sola gelip gitmeye başlayacak ve akrep-yelkovan start almış maratoncular gibi hemen harekete geçerek bize tâli’lerimizin takvimini söyleyecektir. Hatta denebilir ki, bize ait zaman şu anda dahi, geçmişe doğru köküyle bütünleşme, geleceğe doğru kendine yeni ufuklar arama hareketine geçti bile; hikmet buudlu, âheste, ritmik ve peşi peşine baharlar vaad eden harekete.. tıpkı mûsıkîden derin bir eda, engin bir söyleyiş ve iç çekişlere benzeyen nağmeler gibi ses çıkaran bir harekete.

Bu hareketin temel dinamiği iman ve ümit, devamının teminatı da onun aklî, mantıkî ve hissî boşluklara meydan verilmeden peygamberâne bir hususiyet ve peygamberâne bir azimle sürdürülmesidir. Gerisi bizi alâkadar etmez; alâkadar ediyor gibi tavırlara girmek Rabbimize karşı sû-i edeptir. Zaten hâlihazırda olanları ve dünden bugüne hayatiyetlerini sürdüren dinamiklerin tasavvurlar üstü müessiriyetlerini düşünecek olursak, en küçük sebeplerin nelere vesile olduğunu ve en küçük gayretlerin ne büyük bedellerle mükâfatlandırıldığını görür, hayrete düşeriz. Düşünün ki, bize ait değerler, zamanın insafsız dişleri arasında onca çiğnenmesine ve zamanelerin kahr u tedmirine rağmen selâmetle gelip asrımızın sahiline ulaşabiliyor ve biz de “kendi medeniyet unsurlarımız, kendi kültür elemanlarımız” diye onları hemen alıp değerlendirebiliyoruz; hem de milletin duygu ve düşünce yamaçlarında serpilip geliştikleri çağlardaki tazelikleriyle alıp değerlendiriyoruz: Kimi neyle semaa kalkmaya hazırlanan bir Mevlevî gibi, kimi halka-i zikirde konsantrasyonunu tamamlamış bir serzâkir gibi, kimi cihanın kapılarını açmaya zorlayan bir cihangir gibi, kimi de dünyaları aydınlatmaya namzet bir ilim, irfan meşalesi gibi.. evet bir kere, hayallerimizde, o sihirli dünyaya fazla değil yarım adım atıversek, tarihî tevarüslerimiz, bir bölümüyle bize İbn Haldun gibi konuşacak; diğer bir bölümüyle Evliya Çelebi gibi hikâyeler anlatacak; Bâkî gibi bizleri söz zirvelerinde dolaştıracak; Şeyh Galip gibi şiirleştirilen ruh ve mânâ ikliminden bizlere demet demet güller sunacak; Fuzûlî gibi gönüllerimizi şiirin girdaplarında seyahat ettirecek; Nedim gibi duygularımızı nazmın fevvârelerine bindirerek nefislerimize havailikler yaşatacak; Mevlâna gibi derinlik, Yunus gibi sadelik, Âkif gibi samimiyet, Yahya Kemal gibi şiir soluklayacak.. Osman, Orhan ve Hudâvendigâr gibi cihad ve gaza ruhundan nağmeler mırıldanacak; Fatih ve Yavuz gibi devletler muvazenesinde yerimizi almaya yürümenin âdâp ve erkânını öğretecek.. hâsılı, çok sesli bir koro gibi bin senelik tarihimizin usârelerini getirip gönüllerimize boşaltacaktır.

Bu ruh ve mânâ atmosferinde tabiatı düzene sokulmuş, şehirlerinin, kasabalarının, köylerinin mimarî durumu bir kere daha gözden geçirilmiş; fertleri, iman, aşk, vefa, ilim, sanat ve ahlâk gibi insanî değerlerle donatılmış bu dünya, yakın bir gelecek itibarıyla, samimiyetle çarpan şen gönüllerin durağı, gerçekleşmiş millî emellerin meşheri, en engin muhabbet ve aşkların ırmağı, sanat ve sanatseverliğin otağı, iltifatlarla göveren mârifetlerin ummanı, çiçeğinin sözünü yerine getiren meyvelerin bahçesi-bağı, beklentilerinde çevrelerini yanıltmayan hasbilerin son durağı, yürekleri birbirine karşı sımsıcak atan eşlerin, babalarına karşı saygıyla iki büklüm evlatların, evlatlarına karşı şefkatle tir tir titreyen ebeveynin vatan-ı aslîsi, ikametgâhı, hiç olmazsa uğrağı hâline geleceğinde şüphe yok.

Evet burası bir gün, herkesin birbirini kendi gönlüne göre tartıp, tanıyıp, davrandığı, ruhî-bedenî, dünyevî-uhrevî görüp gözettiği, nasihat ve morale ihtiyaç hissettiğinde birbirini hayırhahlıkla kucakladığı, yararlı sükûtları ve faydalı konuşmalarıyla birbirinin hissiyatına saygılı olduğu, şuurlu alâkaların, sımsıcak hüsnü niyetlerin ruhları coşturduğu üfül üfül insanlık esen öyle bir koy hâline gelecektir ki; orada yaşama bahtiyarlığına erenler, orayı, dünya ve Cennet ortası, her yanıyla bütün kirlerden arınmış, bütün sefaletlerden temizlenmiş; maddiyatı, mânevî ve ruhanî şeylerden, malzemesi gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve tasavvurların ulaşamadığı madde ötesinden sürekli ruhların uçuştuğu bir âlem olarak duyacak ve tâli’lerine tebessümler yağdıracaklardır.

Hiç şüphesiz böyle bir dünyada, tabiat daha ruhanî.. ovalar-obalar daha bir uhrevî asudelik içinde.. yalnızlık aynı vuslat.. her şey birbirine karşı sımsıcak ve cana daha yakın.. hisler daha derin ve duyuşlar daha bir bekâ buudlu olacaktır; atkıları ve kanaviçesi ruh ve mânâdan alınan böyle bir dünyada ömürler daha rantabl yaşanır; aşk u şevk gönüllerde birer humma gibi duyulur; her şey inanmış insanların simaları gibi parıldar ve yer yer çevreyi saran karanlıklar gözlerin karası gibi ışığın en önemli rüknü hâline gelir.

Böylesine içli, hülyalı ve şevkle tüten bir dünyayı, onun ruhundaki bir büyüyle, sanki içinde bulunduğumuz bu âlemde herhangi bir yere değil de, inançlarımızın enginliğinde duyduğumuz bir ülkeye, bir saadet ülkesine seyahat ediyor gibi yürürüz şevk u târâbla bütün bir yol boyu.. yürürüz gönül bağladığımıza O’nun gösterdiği çizgide ve O’na ulaşma gayreti içinde. Ümitlerimizle O’na dayanarak; beklentilerimizi O’nun lütuf bahçelerinden dererek. Her şeyi olduracak, her şeye erdirecek O ise ümitsizlik de ne demek? Gül bahçesinde dikenden bahsetmek ayıp olmaz mı? Tâvusun tüyleri arasına saksağan kuyruğu sokuşturmak da niye?.

Bizler O’nun kapısında boynu tasmalı kapıkullarıyız –O bizleri bu duygudan ayırmasın;– gayemiz de kendisini bize tanıtmasının vefa borcunu eda etmektir. Sığındığımız kapı O’nun her zaman, herkese açık olan kapısıdır. Kapının önündekilere el uzatıp onları içeri alacak ve gönülden-sırdan geçen bir uzun yolculuktan sonra her şeyi farklı görüp, farklı duyacağımız vuslat koyuna ulaştıracak da yine O’dur.

-+=
Scroll to Top