USÛL, FÜRÛ VE TESETTÜR

Soru: Farklı bir yaklaşım tarzı olarak tesettür meselesini İslâm dinindeki usûl, fürû kavramları çizgisinde değerlendirdiğinizi biliyoruz. Bunu biraz açar mısınız?

İslâm dininde, inanç ve amel adına mükelleflere teklif edilen hususlar “usûl” ve “fürû” diye iki ayrı bölümde mütalâa edilir. Bunlardan hayatî ehemmiyet arz eden esaslar, usûl kategorisine giren hususlardır.. fürûa gelince o, hep bu usûl üzerine bina edilir. Bu açıdan denilebilir ki, usûlün olmadığı yerde, sistemli fürûdan bahsetmek mümkün değildir.

Buna göre لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ başta olmak üzere, sair iman esasları akidede usûldür. İman esasları, muhakkıkîn yaklaşımı ile dört asla irca edilebilir ki, bunlar; Allah’a, ahirete, peygamberlere iman; bir de ubûdiyet veya adalettir.

Namaz, oruç, hac, zekât veya diğer ibadetler, bu asıllar üzerine bina edilen ve asla göre fürûat sayılan amellerdir. Ancak fürûat demek, Türkçemizde anlaşıldığı şekliyle “olmasa da olur” gibi bir mefhumu akla getirmemelidir. Bunların fürûat olması, asıl ile olan münasebet ve mukayeseleri neticesi ve tamamen yukarıdaki taksim ve tasnif itibarıyladır. Yoksa ibadetsiz imanın tam olmayacağı izahtan vârestedir.

Tesettür emrini, bu esaslar çerçevesi içinde incelediğimizde, önce onun, hicretin yedi veya sekizinci yılı; yani peygamberliğin yirminci senesinde farz olduğunu görürüz. Bu demektir ki, İslâm’ın ilk yirmi yılında kadınlar, cahiliye dönemindeki giysilerini devam ettiriyorlardı.

Burada, hikmet-i teşri açısından dikkati çeken en önemli husus, teşride meselelere ehemmiyet sırasına göre yer verilmesi ve öncelik tanınması ya da geriye bırakılmasıdır. Bu itibarla da, gönüllere لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ hakikatinin yerleştirilmesi en önemli mesele olduğu için, öncelik ona tanınmıştır. 13 yıllık Mekke dönemindeki nazil olan hemen bütün âyetler ve Allah Resûlü’nün metlüv, gayri metlüv bütün tebligatı hep bu mevzu etrafında örgülenmiş gibidir.

Öyleyse bizim de, tebliğ ve irşadda daha çok bu önemli noktaya dikkatleri çekmemiz gerekmektedir. Allah’ın büyük gördüğü şeyleri büyük görmek, küçük gördüğü şeyleri de küçük kabul etmek kalbin takvasındandır. Aslında bu, din-i mübin-i İslâm’ın da temel bir kuralıdır. Allah’ın vaz’ettiği şeyleri kendi ölçüleri içinde kabullenme ve hayata taşıma, Allah’a olan imanın, O’nunla olan irtibatın önemli bir göstergesidir.

Tesettür meselesi, farziyetinin gereği tartışılmaz olmasının yanında iman ve imanî hakikatlerin önüne geçirilmemelidir. Hele “Tesettür -örtünme keyfiyeti mahfuz- ille de şu şekilde olacak!” denilmemelidir. Zira tesettür başka, çâr ve çarşaf başka şeylerdir. Çarşafın, tesettür yollarından biri olduğu muhakkak. O, Osmanlı döneminde bazı yörelerde kullanılmaya başlanmış bir giysi çeşididir. Onun mazisi birkaç asır gibi yakın bir tarihe dayanır. Hatta çarşafın bazı yörelerde kullanıldığı o dönemlerde bile Bağdat ve Şam gibi merkezî şehirlerde kullanılmadığı bilinen gerçeklerdendir. Hakikat böyle iken, bir tesettür türü üzerinde imanî meseleler ölçüsünde durmak ve ona her şeyin aslı nazarıyla bakmak, dinî emirlerdeki ilâhî tertibi altüst etme demektir. Bu, dinde aslî bir mesele olmadığı hâlde, daha sonraki dönemlerde ibadetmiş gibi ortaya çıkartılan bir husus olması itibarıyla dinin ruhundaki itidale de münafîdir.

Ayrıca objektif bir değerlendirme kabul edilmese de, tesettürün belli kostümlerle yorumlanması konusunda şahsî kanaatimi de beyan etmek istiyorum: Müslümanın yemesi, içmesi, oturup kalkması, evi, sokağı, çarşısı, pazarı; onun sanat telakkisini, ruh zarafetini, gönül inceliğini aksettirici bir mahiyette olmalıdır. Bu açıdan da, bazı kılık ve kıyafetlere avamca bir gözle bakıldığında dahi onda estetik zevkin olduğunu söylemek çok zordur.

O hâlde tesettür emrini hayatına tatbik etmekle mükellef olan bizler, kendi iradelerimizle herhangi bir giyim tarzını seçebiliriz. Manto, pardösü, çarşaf, çâr veya kırmızı, mavi, sarı, yeşil… vs. Bunda bir standardizeye gitme, dinin ruhundaki esnekliği ve dolayısıyla da evrenselliği öldürme demektir. Kaldı ki, tenevvüde de ayrı bir güzellik var… Bir zamanlar Çin’de Mao’ya kadar herkes, yakasız gömlek giyerdi.. ve onlar bu hâlleriyle çok çirkin bir görünüm arz ederlerdi. Aynı zamanda hayatı böyle standardize etmek ve bazı kalıplar içine sokmak, halka zorluk çıkarmak demektir. Bu ise kolaylık dini olan İslâmiyet’in ruhuna zıttır.

Öte yandan, yanlış bir anlayışın tesirinde kalan bazı kesimler -maalesef- bazı kılık ve kıyafetler karşısında, kelimelerle ifade edilemeyecek ölçülerde tahrik olmaktadırlar. Dini bilmeyen kimseleri tahrik etmeme, dinde çok önemli bir esastır. Aksi hâlde, gücü ve kuvveti elinde bulunduran bazı kimseler, bırakın fürûatı, usûlü dahi yaşama ve yaşatma imkânını vermeyebilirler. Yakın Çağ itibarıyla tarihimiz bunun nice örnekleriyle doludur.

Netice itibarıyla; usûle ait meselelerin anlatılması ve hayatın her ünitesine girilip, imanla gönüllerin itminana kavuşturulmasına şiddetle ihtiyaç duyulduğu günümüzde, yukarıda arz ettiğimiz ölçüler içinde, usûl sayılmayan meselelerde takılıp kalmak, bırakın inanmayanları, inanan insanların bile cephe almasına vesile olabilir. Onun için günümüz şartlarını idrak edip realitelere sırtımızı dönmeden, İslâmî hakikatleri anlama, yaşama ve anlatma zorunda olduğumuzu bir kere daha hatırlama mecburiyetindeyiz.

-+=
Scroll to Top