Vâridât ve Mevhibe
Bağış, ihsan, Hak vergisi ve ekstra ilâhî lütuflar mânâsına gelen mevhibe; kalbe gelen, içe doğan ve insanın gönlüne tulû eden vârid –biz bunu daha ziyade çoğul olarak “vâridât” şeklinde kullanırız– tasavvufçulara göre, yoldakilere Cenâb-ı Hakk’ın özel bir teveccühü, bir iltifatı, bir atiyyesi ve bazı ahvâlde hususi bir tenvir ve irşadıdır ki, buna, hak yolcularının her şeyi doğru görüp doğru değerlendirmeleri için zaman zaman onların iç dünyalarında tecellî eden “envâr-ı sıfât” veya “envâr-ı esmâ” demek de mümkündür.
Başta peygamberân-ı izâm, sonra bütün evliyâ, asfiyâ hatta bir kısım küçük veliler dahi yerinde bu kabîl vâridâta mazhar olabilirler. Ne var ki, enbiyâ-i izâma vârid olan bu tür vâridâtın, ilham olsun, vahy-i gayr-i metlüv olsun, Allah’tan geldiği kat’îdir; nefis ve şeytanın karışması, karıştırması da asla söz konusu değildir; bu itibarla da, bağlayıcıdır ve hüccettir. Nebilerin dışındakilere gelince onlar, böyle bir teminatı haiz olmadıklarından ilham, mevhibe ve vâridâtlarının muteber sayılması, Kitap ve Sünnet mizanlarıyla tartılıp test edilmelerine bağlanmıştır. Ayrıca, bu kabîl mevhibe ve vâridlerin ilzam edici ve bağlayıcı bir yanı da yoktur.
Lügat itibarıyla mevhibe ve vâridât arasında, yukarıda da işaret edildiği gibi açık bir fark bulunmasına rağmen, sofiye bunları çok defa aynı anlamda kullanmış ve her ikisiyle de, içe doğan ve kalbe gelen ilham esintilerini kastetmişlerdir. Gerçi, bazen bu kelimelerle insan derûnunda beliren sevinç-hüzün, inşirah-inkisar ve kabz u bast hislerinin kastedildiği de olmuştur; ama, çoğunluğun görüşü, onların yukarıdaki yorumlar çerçevesinde, teemmülsüz ve insan iradesine iktiran etmeyen ilâhî esintiler anlamına geldiği istikametindedir. Evet, mevhibe de, vâridât da, göz ve kulakların tavassutu söz konusu olmadan, Hakk’ın mükerrem kullarının kalbine atılan öyle bir ilâhî armağan ve Hak teveccühüdür ki, hiçbir zaman onu akıl, mantık ve muhakeme ile kavramak mümkün değildir.
Böyle bir tecellî bazen kulun teveccühünün önüne geçer; bazen de ciddî bir im’ân-ı nazar ve kararlı bir konsantrasyonu takip eder; ne var ki, her iki durumda da, zihin, his ve şuur üstü bir ekstra teveccüh söz konusudur. Ancak bir kudsî hadiste, şart-ı âdî planında kulun cehdi önde gösterilerek مَنْ تَقَرَّبَ إِلَيَّ شِبْرًا تَقَرَّبْتُ إِلَيْهِ ذِرَاعًا “Bana bir karış yaklaşana Ben bir arşın yaklaşırım.”1 buyrulmaktadır ki, bu da Hak nezdinde insanın irade ve tercihlerinin ne kadar önemli olduğunu hatırlatmaktadır. “Mürîdden gayret, mürşidden nefes.” sözü farklı bir dairede buna iyi bir örnek; “Virdin inkıtaı, vâridin kesilmesine sebeptir.” beyanı ise Hak’la münasebetlerimizde kulak ardı edemeyeceğimiz ciddî bir tenbihtir. Evet, yağmur duası rahmetin gelmesine vesile olduğu gibi vird ü zikir de bârân-ı vâridâtın en önemli sebeplerinden sayılmıştır; evet, “Çocuk ağlamazsa meme vermezler.” kabîlinden, insan da âh u enîn etmezse gök kapıları ona açılmaz. İnsanların Hakk’a teveccühlerinde herhangi bir beklentiye girmemeleri, O’na karşı saygılarının gereği ve amelde muhlis olmanın da iktizasıdır. Ancak, Cenâb-ı Hak, iltifat ve teveccühlerini şöyle veya böyle kullarının Kendisine yönelmesine bağlamışsa, o zaman bütün mevhibe ve vâridlerin sihirli anahtarı da işte böyle bir teveccüh olsa gerek…
Allah’tan gelen bütün mevhibe ve vâridler hep ekstra lütuf dalga boyludur; ama, “Halkın istidadına vâbestedir âsar-ı feyz / Ebr-i nisandan sadef dürdâne, ef’î semm kapar.” (Belîğ) fehvâsınca Kelâm sıfat-ı sübhaniyesinden gelen vâridler de, ister mütemadî esintiler şeklinde olsun, ister tecellî-i berkî suretinde, şahısların donanım farklılığına, ihlâs ve samimiyet derinliklerine göre değişik şekilde zuhur ederler.
Vâridât ve mevhibe bazen hiç beklenmedik bir anda ansızın kalbe geliverir. İfade edeceğini ifade eder ve sonra da zail olur. Bazen de sâlikin, üzerinde durduğu, sürekli meşgul olduğu herhangi bir hususla alâkalı, değişik sinyal ve emareler eşliğinde belirir. İster öyle-ister böyle, şer’-i şerife muvafık her vârid, bir mâide-i semaviye, bir ilâhî armağan, bir irşaddır ve mutlaka temkinle değerlendirilmeli ve hafife de alınmamalıdır.
Aslında Allah, kullarını iyi-kötü, güzel-çirkin, tatlı-acı, sevinç-keder, inkıbaz-inşirah… gibi konularda önceden bir kısım vâridlerle haberdar eder, belli bir üslûpla onları teyakkuza çağırır; konum ve sorumluluklarına göre onlara bazen şahısları adına, bazen de çevreleri hesabına sinyaller verir, gönüllerini uyarır; kazasına karşı atâsına sığınma yollarını gösterir ve anlayanları atâsıyla mükâfatlandırarak onların şükran hislerini şahlandırır; dahası bazen böylelerine ferdî ve içtimaî problemlerinin çözümüyle alâkalı alternatif formüller ilham ederek içinde bulundukları sıkıntılardan sıyrılma yollarını gösterir, basîretli kullarını “cebr-i lütfî” selâmet sahillerine sevk eder. Bazen de mükerrem ibâdına bu kabîl sürpriz vâridâtıyla huzurunu duyurur ve her zaman onları görüp gözettiği ihsasında bulunur.
Ne var ki, bazen, yoldakilerin gönlüne bu tür ilham esintilerinin yanında değişik şeytanî ve nefsanî vâridlerin (ilkaât-ı şeytaniye) zuhur ettiği de olur ki, henüz akı-karayı birbirinden tefrik edemeyen veya sapı-samanı birbirine karıştıran mübtedîler için bu durum çok tehlikelidir. Böyleleri çok defa plastize bir kısım şeytanî nefesleri rahmânî soluklar sanabilirler.
Hakikî insan olmayı harikulâdeliklerde gören, herkesten farklı ve fâik görünme gibi lüksleri bulunan çocuk-meşrep kimseler ekseriya bu kabîl şeylere açık olduklarından, hatta bazıları itibarıyla hırslı bir beklenti içinde bulunduklarından, şeytan, böylelerine bir-iki doğruya yakın ilkaâtı birer yem olarak kullanmak suretiyle, yüzlerce bâtılı hak gösterebilir ve ömür boyu böylelerini değişik yalanları arkasından koşturabilir. Bu konuda aldanmamanın biricik yolu, Sahib-i Risaletin (aleyhissalâtü vesselâm) vesâyeti altında Hak rızası hedefli yaşamaktan, keramet ve zevk-i ruhanî dahi olsa Hakk’a kullukta fevkalâde beklentilere girmemekten geçer.
Bazıları, ilâhî vârid ve melekî mevhibeleri, –vahyin bidâyetinde Efendimiz’de görüldüğü gibi2– beraberinde bir üşüme ve titreme hâlinin hâsıl olacağı ve onu da ruhanî bir haz ve itminanın takip edeceği; aksine şeytanî vâridlerin de, her zaman bir şaşkınlık, bir telaş ve bir aşağılık hissiyle sonuçlanacağı şeklinde, bunları bir kısım emarelere bağlamış iseler de, bunun her zaman böyle cereyan edeceğini söylemek çok zordur. Bu itibarla da bize, Allah’la münasebetlerimizi hiçbir zaman bu kabîl mazhariyetlere bağlamamak, kulluğumuza mukabil O’na karşı alacaklılar gibi davranmamak, aksine derin bir ubûdiyet şuuruyla hemen her zaman verecekliler gibi hareket etmek; hayatımızı Kitap-Sünnet çerçevesinde sürdürmeyi O’nun bize en büyük mevhibe ve vâridi saymak ve fevkalâdeden zuhûrât yerine, Hak rızasını esas almak düşer.
Aslında, esmâ ve sıfât-ı sübhaniyeden esip gelen her vârid, bizde vefa ve samimiyet duygusunu pekiştirmeye matuf özel bir iltifat, bir teveccüh ve bir tenbih mânâsınadır. Böyle bir iltifat ve teveccühle hak yolcusu bütün bütün O’na yönelir, sadece O’nu diler ve O’nun hoşnutluğunu arar ki, bir mânâda ilâhî mevhibe ve vâridlerin yaptığı da/yapacağı da işte budur: Her vârid, beklenmedik bir anda sürprizler yaparak kalbe vürûd eder. Fâniyât u zâilâta karşı âdeta ism-i Kahhâr tecellîsi gösterir; bütün mâsivâullahı siler, süpürür, götürür. Bu esnada ruh bazen sekr yaşasa da, çok defa kendini bir inşirah ve itminan içinde hisseder. Kulluk arzusuyla daha bir şahlanır; derken bu türden vâridât çağlayanlarıyla ubûdiyet tavırları arasında salih daireler oluşur ve hak yolcusu mevhibe sağanaklarıyla âdeta sırılsıklam hâle gelir.
Vâridâtın bu türden vürûdu yanında bir de “envâr-ı sıfât” tecellîsi şeklinde zuhuru vardır ki, yer yer sâlikin kalbiyle beraber kalıbını da nurlandırır ve bu münevver yolcuyu beşerî darlıklardan çıkararak melekî enginliklere ulaştırır; لَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللّٰهِ kenziyle3 onu, aczi içinde bir muktedir, fakrına rağmen de bir ganî kılarak Hakk’ı gösteren bir mir’ât-ı mücellâ hâline getirir. Böyle bir vâridâtı başka vâridler takip eder; Allah onun ilim ve idrak ufkunu genişleterek ibadet ü taat azmini biler.. mâsiyetlere karşı sarsılmaz bir mukavemet bahşeder.. belâ ve musibetlerin hem mahiyet hem de akıbetlerini göstererek dayanma gücünü artırır.. ruhundaki aceleciliğine karşı, her neticenin bir vakt-i merhûnu olduğunu ilhamla da iradesi üzerinde yoğunlaşmasını sağlar.. ve bütün fâniyât u zâilâtın gerçek mahiyetlerini irâe etmek suretiyle gönlünü tamamen bâkiyât u sâlihâta yönlendirir. İşte böyle bir sâlik, Hakk’ın cemalini müşâhede arzusunda dahi olsa, buraya gelirken O’nun emir ve iradesiyle geldiği gibi, buradan giderken de, burada ikamet ettiği sürece de “bilâkayd u şart” O’na teslim olur; hüküm ve kazasını rıza ile karşılar ve hayatının hemen her saniyesini, her salisesini içine doğan o envâr-ı sıfâtla hep pürnur yaşar: Aydınlanmış aklıyla âlem-i mülk ve âlem-i şehadeti doğru okur, doğru yorumlar ve sürekli O’na yürür; tasaffî etmiş kalbiyle âlem-i melekûtu temâşâ eder, ruhanîlerle atbaşı hâline gelir; sır ufkuyla bütün eşyanın verâsına yönelir, esrar-ı ulûhiyeti avlamaya çalışır ve meleklerin “hayhuy”unu duyar gibi olur.
Böyle bir “münevverü’l-kalb ve’l-akl”, Allah’la münasebetlerindeki tamamiyetin yanında, karşısına çıkan değişik problemleri de –biiznillâh– rahatlıkla çözer; atmosferine girenlerin ruhlarına kolaylıkla nüfuz eder ve her zaman çevresindekilerin gönüllerini mârifet ve muhabbetle coşturabilir…
İşte bu kabîl bir envâr-ı sıfât ve şuûn sayesindedir ki, o atmosferin üveyikleri sayılan âriflerin kalbi birer mârifet çağlayanına dönüşür; muhiblerin ruhlarından feyiz ve bereket fışkırır, muhakkikîn-i hükemâ, esrar-ı ilâhiyenin tercümanı hâline gelir; hüşyar gönüllere mükâşefe, müşâhede ufukları açılır ve esmâ-i ilâhiyenin arkasındaki hakâik ayan-beyan ortaya çıkar.
Bazıları, bu envâr-ı vârideyi, ziya-i nübüvvetin müstaid ruhlarda tulûu ve şurûku gibi görmüş; bütün mevhibeleri o menba-ı nur’a müteveccih bulunmaya bağlamış, ellerinden geldiğince hep ona karşı teveccüh-ü tam içinde bulunmuş ve herhangi bir haylûlete meydan vermemeye çalışmışlardır. Onların sema-i risaletin Güneşi’ne karşı, bizim gibi düz insanların da o Şems’e nisbeten kamer mesabesindeki evliyâ ve asfiyâya karşı hassas, açık, saygılı ve önyargısız bulunmamız gerekir ki, o envâr-ı vârideye mazhar olabilelim.
Büyük ölçüde nübüvvet vâridâtı sayılan bu envârdan daha güçlü, daha nâfiz bir nur yoktur. Hâtem-i divan-ı nübüvvetin ziyasına gelince o, bütün envâr-ı nübüvvetin biricik kaynağı ve hepsinin önünde, hepsinden de akdemdir. O, Hak nazarında ve misyonu itibarıyla bir dürr-i yektâ olduğu gibi, kemalâtıyla da bir ferd-i ferîddir. Zâtıyla hilkat ağacının nüvesi O, misyonuyla varlığın ille-i gâiyesi O, Allah nezdindeki yeriyle makam-ı mahbûbiyetin sahibi O ve hullet/hıllet mertebesinin sultanı da O’dur. O’dur cemaliyle karanlıkları yırtan biricik ziya.. O’dur kemaliyle “kâb-ı kavseyni ev ednâ” ufkunun üveyki. O’nun irşadıyla gözler açılmış ve ak-kara birbirinden seçilmiş; O’nun mesajlarıyla varlığın perde arkası sırları ayan olmuş; O’nun bişâretleriyle insanlığın hafakanları dinmiş ve gönülleri oturaklaşmıştır.
Biz, hepimiz Hakk’ı kendine has münezzehiyeti ve mübecceliyetiyle O’nun sayesinde tanıdık; O’nun sayesinde Yaratan’ı sevmeyi ve dostluğuna koşmayı öğrendik. Biz ne hakikî muhabbeti bilir ne de gerçek hulleti anlardık; O’nun neşrettiği nurlar sayesindedir ki, sevip sevilmenin, dost olup dostça davranmanın ne demek olduğunu anladık…
عَلَيْهِ أَكْمَلُ الصَّلَوَاتِ وَأَتَمُّ التَّسْل۪يمَاتِ مِلْءَ الْأَرْضِ وَمِلْءَ السَّمٰوَاتِ
وَعَلٰى اٰلِه۪ وَأَصْحَابِه۪ حَمَلَةِ الْمُحْكَمَاتِ وَالَْمُسَلَّمَاتِ.
1Buhârî, tevhîd 15; Müslim, zikir 2, 20-22, tevbe 1.
2Bkz.: Buhârî, bed’ü’l-vahy 3, bed’ü’l-halk 7; Müslim, îmân 252, 254.
3Bkz.: Buhârî, meğâzî 38, daavât 50, 68, kader 7; Müslim, zikir 44-46.