Vâsıl1
Erişen, ulaşan, kavuşan mânâlarına gelen vâsıl; tasavvuf erbabınca, beden ve cismaniyetle alâkalı hicaplardan bir bir sıyrılıp, kendine ait uzaklıkları aşarak herkese ve her şeye yakınlardan daha yakın bulunan Cenâb-ı Hakk’ın maiyyetini zevken ve keşfen duyma mânâsına O’na ulaşan müntehî demektir.
İç içe insanı kuşatan cismanî hicapları aşma ve gidip o maiyyet ufkuna ulaşma, bazen fevkalâde bir himmetle, bazen Hak’tan özel bir teveccühle, bazen hususî bir mârifetle, bazen usûlünce seyr u sülûk-i ruhanî yolunda ciddî mücahedelerle, bazen acz ü fakr, şevk u şükür tarikiyle, bazen de esbâb üstü harikulâdeden bir cezb u incizapla gerçekleşir ki, bunların hemen hepsi de ilâhî inayetin değişik tecellî dalga boyundaki televvünlerinden ibarettir. O’nun iltifat ve teveccühü olmazsa, mürîd ya da sâlik ne beden ve cismaniyet perdelerinden sıyrılabilir ne de kendi uzaklığını aşarak o ufka ulaşabilir… Herkese yakınlardan yakın olan O, uğrunda mücahedede bulunan vuslat namzetlerini kendine yaklaştıran da yine O’dur. O yaklaştırmazsa kimse vuslat denen neşveyi duyamaz ve kimse o maiyyeti kat’iyen zevk edemez. “O tecellî eyleyince her işi âsân eder / Halk eder esbâbını, bir lahzada ihsan eder.” (Anonim)
Avam, böyle bir vuslatın –belki de gölgesini– ancak imanla öbür âleme giderek duyabilir; buna rağmen bazen, fevkalâde bir inayete mazhariyeti sayesinde ötelere ve daha ötelere cezbedilip hususî bir iltifat da görebilir.
Hakk’ın mükerrem ibâdı haslara gelince, onlar daha dünyadayken kendi uzaklıklarını aşar, kalb ve ruhun temâşâ ufkundan –bu da herkesin Hak katındaki seviyesine göre gerçekleşir– وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ “Biz ona şah damarından daha yakınız.”2 hakikatini, iman, iz’an ve mârifetlerinin vüs’ati ölçüsünde duyuyor ve görüyor gibi olur ve iç ihtisaslarıyla “maiyyet” soluklamaya başlarlar.
Bunların bir kadem daha önünde bulunan özel mevhibe ve teveccüh kahramanları ise çok defa “latîfe-i rabbaniye” ufkundan ve sırrın sırlı menfezlerinden “bî kem u keyf” ve “bilâzaman”, “bilâmekân” zevken öyle şeyler müşâhede ederler ki, ne göz görmüş ne kulak işitmiş ne de bir başkası tarafından tasavvur edilebilmiştir. Bunlara لَوْ كُشِفَ الْغِطَاءُ مَا ازْدَدْتُ يَقِينًا “Aradaki perdeler kalksa yakînim ziyadeleşmez.”3 kahramanları diyebiliriz.
Bunlar, seyr u sülûkla o mertebe-i kusvâya ulaşmışlarsa, seyirleri “seyr fillâh” şâhikasında, peykler gibi döner dururlar envâr u esrar-ı Hak etrafında.. ve daha bir derinleşirler her hamlede, her sıçrayışta.. evet, vuslat gerçekleşse de sonu gelmez Sonsuz’a seyahatin. Onlar her zaman “ilme’l-yakîn”ler üstü temâşâ peşindedirler; “ayne’l-yakîn”ler ötesi mükâşefeden mükâşefeye koşarlar ve “hakka’l-yakîn”e aralanan kapılardan ruh dünyalarına akseden tecellîlerle her an ayrı bir sermestî yaşarlar.
Böyle bir şâhika, her hakikat eri için, öteleri ve ötelere ait esrarı görme, bilme, duyma ve zevk etmenin yanında, canlı-cansız her nesnenin, latîf-kesîf her varlığın “mahiyet-i nefsü’l-emriyesi”ni, Yaratıcı’yla münasebetini, O’ndan geldiğini, O’na dayandığını, O’nunla kâim bulunduğunu ve neticede O’na döndüğünü/döneceğini gayet net ve vâzıh olarak görüp müşâhede etme zirvesidir. Bu zirveden varlığı temâşâ edebilenler neyin ziya neyin nur, neyin hasret neyin huzur, neyin fânî kimin bâkî, neyin zâil kimin dâim bulunduğunu, herhangi bir iltibasa girmeyecek şekilde açık olarak görür ve nazarî bilgilerini de zevkî, keşfî ve şuhûdî mârifetle teyit etmiş olurlar.
Bu zirve aynı zamanda enbiyâ, asfiyâ ve evliyânın da öteler ötesini temâşâ ve tarassut ufku olması açısından, vuslat erleri için öyle mehâbet televvünlü meserret-bahş bir mahall-i ihtisastır ki, dünyada ona denk başka bir mazhariyet göstermek çok zor, hatta bir mânâda imkânsızdır. Pâye yüksek, vâridât rengârenk, bulunulan şâhika dünya ve ukbânın birden temâşâ edildiği bir yerdir; ama, bütün bu teveccühlerle serfiraz vuslat kahramanı her şeye rağmen mazhariyetleri mevzuunda fevkalâde ketûm ve bir mahviyet insanıdır; ser verir sır vermez.. ve kendi gözünden bile kıskanır Allah’la arasındaki münasebeti ve esrarı. Mademki ululuk ve azamet esbâbın perdedar olmasını iktiza ediyor; öyleyse, mütemadî bir vâsıl da, hiçbir zaman vuslat gibi bir mazhariyete terettüp eden mevhibeleri kasdî ve iradî izhar etmemelidir. Öyle ki, ötelerle münasebetlerini zirvelerde sürdürürken dahi, sık sık dönüp geçtiği yolun mebdeine ve yükseldiği merdivenin ilk basamağına bakmalı; مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ “Seni hakkıyla bilemedik.”4 mülâhazalarıyla soluklanmalı; مَا عَبَدْناَكَ حَقَّ عِبَادَتِكَ “Sana bihakkın ibadet edemedik.”5 sözleriyle kulluk adına aczini itiraf etmeli ve “Lâyık olmadığım hâlde bana bu teveccüh ve iltifat nedendir?” deyip her şeyin bir “atâ” olduğunu –şayet düşünme kabiliyeti varsa– düşünmelidir.
Aslında, esmâ ve sıfât ötesi envâr u esrardan gayri bir şey görmeyen hakikî ârif, eğer vâkıf olduğu esrar-ı ulûhiyeti söylemeye kalkışsa; kendi medhûş olduğu gibi işitenlerin ruhlarına da dehşet ve hayret salar. Bu itibarla o, aşk u iştiyakını bir namus bilip sinesine gömdüğü gibi, ötelere ait esrarı da kendini aşamamış nâmahremlere kat’iyen fâş etmez; etmeye de mezun değildir. Eğer mezun olsa kim bilir neler söyler ve ne dehşetâmiz hakikatlerden bahisler açar.
Gerçi aramızda, esrardan dem vuran bir hayli insan var; ama zannediyorum, böyleleri farkına varmadan rüyalarını naklediyorlar.. evet, her vuslattan dem vuran vâsıl olmadığı gibi, her sâlik de ârif değildir. Hakikî ârif, esmâ ve sıfât âlemini gayet net gören, duyan, hisseden ve duyup hissettiklerini doğru okuyup iltibassız yorumlayan ilâhî inayetle müeyyet bir mârifet kahramanıdır. Bu kahramanın âlem-i kevn u şehadetten süzülen mânâlara vukuf ve ıttılaına “mârifet-i hak”, öteler ve ötelerin de ötesine ait envâr ve esrarı müşâhedelerine de “mârifet-i hakikat” denir. Bu seviyedeki bir irfan erine Cenâb-ı Feyyâz-ı Mutlak, بِغَيْرِ كَيْفٍ وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالِ6 sırr-ı sübhanîsini duyurur; hususî teveccühleriyle onu şâd ve hurrem kılar. Akıl bunu tam kavramasa da, vicdan sistemi, donanımına emanet böyle bir iltifatı dehşet dalgaları içinde hisseder. Lisan sükût cânibine kayar ve ruh da sessizlik murâkabesine dalar.
“Mârifet-i ef’âl” her sâlikin mazhar olabileceği bir mevhibe; “mârifet-i sıfât ve şuûn” özel donanımlı haslara mahsus semavî bir atiyye; “mârifet-i hakikat” ise, meleklik yanlarını inkişaf ettirme bahtiyarlığına ermiş haslar üstü haslara Hazreti Zât’ın bir teveccüh armağanıdır. Anlamayan anlamasın, kabul etmeyen de etmesin, ârifler o esrar ve envârı her zaman can gözleriyle müşâhede eder ve çok defa bir sermestî yaşarlar; evet:
“Ârifin can gözlerinde nûr-i irfan var olur,
Ârife avn-i Hudâ sırr-ı meârif yâr olur.”
(M. Lütfî)
Daha önce “Mârifet” unvanıyla ele aldığımız bir fasılda icmâlen de geçtiği gibi, irfan bir burak, ârif onun süvarisi, mârifet de sermayesidir. Binaenaleyh, bu çerçevede ârif-i billâh olmayan, kendi uzaklığını aşamaz, vuslat denen o fevkalâdeliğe de ulaşamaz. Ona ulaşan bir mârifet eri de, bir daha geriye dönüp ağyâra yâr olmayı düşünmez; nasıl düşünür ki, –Yunus diliyle– o artık ballar balını bulmuş ve cân ü ten sevdasından da kurtulmuş biridir. Gayrı o, tecellî-i Zât ufkunda bulunma demek olan bir “feth-i mübîn”, belki de bir “feth-i mutlak”a vâsıldır. Bu yüksek mazhariyetle şereflendirilmiş bazı vâsıllar, tıpkı “sübühât-ı vech”e memerr olmuş bir tali’li gibi yer yer sıfât-ı sübhaniye ve esmâ-i ilâhiyenin tecellîlerini dahi duyamayacak şekilde mağmur ve müstağrak yaşarlar da kendileri dahil O’ndan başka hiçbir şeyi duyup hissetmezler.
Aslında, bizim vuslat deyip geçtiğimiz bu fevkalâde mazhariyette o kadar çok mertebe ve o kadar çok duyma, hissetme seviyesi söz konusudur ki, aynı yörüngede sefer ve seyahatte bulunan hak erlerinden hemen hiçbiri diğerinin vusûl keyfiyetine tam muttali olamaz. Evliyânın birbirinin mertebelerini bilmeleri Allah’ın bildirmesine bağlı olduğu gibi, vuslat erlerinin vusûl keyfiyetlerinin nasıl olduğuna ıttıla da ilâhî ilhama vâbestedir. O bildirmezse, kimse kimsenin ne olduğunu, nerede durduğunu kat’iyen bilemez; mürşid ve üstadın vusûl esrarını sâlik ve tilmiz bilemez; kâmil bir tilmiz ve ârif bir sâlikin vuslat keyfiyetini de üstad ve şeyhi keşfedemez. Her şeyi Yaratan bilir, başkaları da ancak O’nun bildirdiği kadarına muttali olur.
Bu itibarla, bazen sahabe-i kiram arasında olduğu gibi, pek çok kâmil insan, en azından kemale namzet bulunan hak yolcuları, ârif-i billâh olsalar, varıp irfan ummanlarına dalsalar, gidip Hakk’a ulaşsalar dahi, “üns billâh” yaşayan Hak erlerinin ufkuna ve bulundukları zirveye muttali olamadıklarından/olmalarına izin verilmediğinden, asfiyâ hatta peygamber vârisi de olsalar, diğerlerini kabul etmeyebilir; kabul etmeden de öte gıybet, tahkir ve tezyife gidebilirler. Böyle bir durum bilhassa Hak yolunda yürüyenler için bazen kaybettiren tehlikeli bir iptilâ ve imtihana da dönüşür. Böyleleri, dillerini tutup kalblerini de ahlâk-ı zemîmeden arındırabildikleri takdirde vilâyet semasının üveyikleri olmaya namzet iken, ya meşreplerinin muhabbetinden ya mesleklerini her nasılsa adâvete bina ettiklerinden ya da Cenâb-ı Hakk’ın başkaları hakkındaki takdirlerini hazmedemeyip kıskançlığa düştüklerinden, belki de mekr-i ilâhîye maruz kaldıklarından, kazanma kuşağında sürekli haybetler ve hüsranlar yaşar ve Hak dostlarına tavır almakla farkına varmadan ehl-i küfür ve ehl-i ilhâdı sevindirirler. Kendilerini büyük ve ehliyetli, karşı tarafı da küçük ve değersiz görmek de böylelerine kaybettiren ayrı bir husustur. Allah’a giden yollar mahlukatın solukları sayısıncadır ve hâlisane O’na yürüyen herkesin de belli ölçüde vuslat yaşaması ve “üns billâh” soluklaması ihtimal dahilindedir. Bu yolda, çalım, iddia değil; tevazu, mahviyet ve hacâlet esastır. Bilinemez, ne pejmürde görünümlü kimseler gidip Hakk’a ulaşmışlardır da, en alımlı-çalımlı ve müşârun bi’l-benân kimseler dökülüp yollarda kalmışlardır…
Bu istidrâdî hususu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin mübarek bir sözüyle noktalamak yerinde olur zannediyorum:
“Hakkı gel sırrını eyleme zâhir,
Olayım der isen bu yolda mâhir;
Harâbat ehline hor bakma Şâkir
Defineye mâlik vîrâneler var.”
***
Mürîdin Hakk’ı murad etmesi, sâlikin usûlünce seyr u sülûkta bulunması, vâsılın da kendi uzaklığını aşması; evet, bunların her birinin arızasız gerçekleşmesi, sonra da bu ilâhî teveccüh ve iltifatların temâdîsi, evvelen ve bizzat Cenâb-ı Hakk’ın inayetiyle –Allah, inayetinin eksikliğini göstermesin– sâniyen ve bi’l-araz esbâb olarak mürîd veya sâlikin himmetiyledir. Himmet, vâsılın önemli bir azığı, zâdı-zahîresi; üns de böyle bir şâhika erine bir maiyyet teveccühüdür.
Himmet, kula nisbetle, çalışma, gayret gösterme, azmetme, mübarek bir işe hâlis niyetle yönelme ve sorumluluğun heyecanını bütün benliğinde duyma, hissetme; Allah’a nisbet edildiğinde de, ortaya konan bu faaliyetlere Hakk’ın mukabelesi mânâsına gelir.
Hak yolcuları için himmet önemli bir dinamiktir. Çok defa onunla aşılır, aşılmaz gibi görülen zirveler.. ve bir yönüyle onunla belirlenir sülûktaki seviyeler, vuslattaki zevkler, hâller. Ne var ki, hep farklı farklıdır himmet erleri: Her zaman müteyakkız, zâhir ve bâtın hâsseleriyle bir arayış içinde ve gözü gök kapılarında, sürekli vuslat rüyaları gören bir himmet erinin bulunduğu yerdeki duruşu başka; iradesinin hakkını eda edip bütün hareketlerini yaratılış gayesine bağlayıp sürekli Hak kapısında el pençe divan duran birinin teveccühü başka; bütün himmet gücünü, ömrünün her gün, her saat, her dakika, her saniye ve her sâlisesinde O’nun rızasını kazanmaya hasrederek, her türlü ahvâl ve makamât mülâhazalarından tecerrüd edip yalnız O’nu düşünen, O’nu mırıldanan, O’nu en yüksek bir yakîn ile bilme yolunda sürekli O’nun kapısına müteveccih bulunan, içini yalnız O’na açan, kendi arzu ve isteklerini bütün bütün unutarak yalnız O’nu isteyen ve O’nun maiyyet-i münezzehe ve mukaddesesinde geçen bir ân-ı seyyâleyi her türlü mazhariyete tercih edebilen bir vâsılın kemerbeste-i ubûdiyet içinde tavrı daha başkadır…
Aslında, maddî-mânevî bütün alâkalardan sıyrılarak, ihtiyaçlar üstü bir zaruret hissiyle Zât-ı Hakk’a teveccüh etmek ve O’nda erimek O’nun hakkı, bizim de boyun borcumuzdur. Zaten insan ancak tek mahbûba yetebilecek bir kalbe sahiptir. Bu itibarla da o, latîfe-i rabbâniyesini yerli yerinde kullanmalı, O’na münhasır kılmalı, gönül kapılarını tamamen ağyâr düşüncesine kapamalı ve Hazreti Matlub u Mahbub’a likâ iştiyakıyla, kendi dahil, hiçbir şeyi görmeyecek şekilde O’na tahsis-i nazar etmelidir. “Kişinin kıymeti, himmeti ölçüsündedir.” derler. Eğer bu böyle ise –ki öyle olduğunda şüphe yok– sülûkunu arızasız vuslat ufkuna ulaştırmış bir vâsıl, aynı zamanda tam bir himmet kahramanı demektir.
Lücce sahibi bu kahramanlığı şöyle seslendirir:
گَرْ عُرُوجُ نَفْسْ خَواهِي بَالِ هِمَّتْ بَرْ گُشَا
گانْچِه دَرْ پَرْوَازْ دَارَدْ اِعْتِبَار اَوَّلْ پَرَسْتْ
“Eğer nefsinin yükselmesini istiyorsan himmet kanadını aç; zira uçmada birinci derecede itibar, kanadadır.” Evet, şimdiye kadar himmet kanatlarını açık tutanlar –Allah’ın izniyle– ne yollarda kalmış ne de kurda-kuşa yem olmuşlardır.
Himmeti, cismaniyet itibarıyla dünya ve mâfîhâ sevdasından; ruh açısından mânevî zevk ve hazlardan; kalb zaviyesinden de Cennet ve onun bütün lezâizinden teberrî ederek, umum hâsseleriyle Hazreti “Mâbud-u bi’l-hak” ve “Maksud-u bi’l-istihkak”a teveccüh etme şeklinde anlayanlar da olmuştur ki, zannediyorum, böyleleri bu yorumlarıyla biraz da وَاذْكُرِ اسْمَ رَبِّكَ وَتَـبَتَّلْ إِلَيْهِ تَبْتِيلًاۘ “Rabbinin ism-i şerifini zikreyle ve (fâniyât u zâilâttan sıyrılarak) bütün benliğinle O’na yönel.”7 âyetinin özel mânâsına dayanarak Hakk’a mahrem olanlara has bir kurbet tavrının ifadesi ve farklı bir vuslat çağrısı sayılan “tebettül”ü hatırlatıyorlardı. Efendimiz, böyle bir kurbet tavrının biricik kahramanı ve böyle bir vuslat çağrısının da en nâmdar namzediydi. O, Hakk’a karşı uzaklığını aşmış yakınlardan daha yakındı; yine de, fevkalâde bir himmet ve gayretle o istikamette insanüstü bir cehd içindeydi ve hep O’na müteveccihti. Ama, “daha, daha” demeden de geri kalmıyordu; kalamazdı da; zira O bütün sâliklerin rehberi, rehnümâsı ve bütün vâsılların da pîşuvâsıydı. Bu itibarla, O, herkese Hakk’a kurbet yolunu gösterecek, sonra onlara maiyyet ve üns âdâbını öğretecekti; gösterdi ve öğretti de. O yol himmet istiyordu, o ufuk da ağyâr düşüncesinden tecerrüd. Ne hoş söyler Minhâc sahibi:
دَرْ حَرَمِ حَرِيمِ دُوسْتْ نَگَرْدِي مَحْرَمْ
تَا زِاَنْدِيشَهِء اَغْيَارْ مُجَرَّدْ نَشَوِي
“Ağyâr düşüncesinden bütün bütün tecerrüd etmedikçe Dost hareminin harîmine mahrem olamazsın.”
Evet, sultana ait atlas elbiseleri giyebilmek için kendi partal urbalarını kaldırıp bir kenara atmak bir edebtir. İnsan mahiyetinin en önemli derinliği olan gönül, Hak teveccühlerinin tecelligâhı mânâsına bir “beyt-i Hudâ”dır. Onu ağyâra ait rüsûmdan pâk eylemeyince Sultan oraya maiyyet teveccühünde bulunmaz; O böyle bir teveccüh ve iltifatta bulunmayınca da vuslat olmaz. Hakk’ın, Kendi yakınlığını duyurma teveccühüyle şereflendirdiği her müntehî, kabiliyet ve mir’ât-ı ruhuna göre bir vuslat yaşar. Bazılarının vuslatı ünsle taçlandırılır ve “vâsıl”, bulunduğu mârifet ufku itibarıyla artık bir “enîs” sayılır. Lügat itibarıyla, görüşülen, yakın durulan ve candan dost mânâlarına gelen bu kelime, sofîlerden bazılarınca; kalben, ruhen, hissen Hak beraberliğini duymak suretiyle her şeyin gözden-gönülden silinip gitmesi, mülâhazalarda sadece ve sadece Zât-ı Hakk’ın kalması ve iç ihsaslarla yalnız O’nun hissedilmesi şeklinde yorumlanmıştır ki; bu da “bî kem u keyf” ve “lâzamânî, lâmekânî”, hâlî, zevkî ve belki de şuhûdî bir maiyyettir.
Bazı vuslat erleri mazhar oldukları böyle bir “üns” iltifatını mütemadiyen O’nu zikretmekle seslendirirler ki, böyle bir mazhariyete “üns bizikrillâh” denir. Tamamen mâsivâdan tevahhuş ve tecerrüd ederek mânevî letâifin ihsas ve ihtisaslarıyla sürekli Hazreti Zât’a teveccühte bulunup, bir sâniye, bir sâlise, bir âşire dahi ağyâr mülâhazasına girmeden sürekli huzur soluklamaya da “üns billâh” diyegelmişlerdir ki, kudsî hadis olarak rivayet edilen mübarek, fakat müteşâbih bir sözde “Ben, Beni zikredenin celîsi, Benimle ünse erenin de enîsiyim.”8 buyurulur. Hz. Davud’un muhatap alındığı başka bir ifadede ise şu mülâhazaya yer verilir: “Yâ Davud, Bana müştak ve enîs ol; ağyâra karşı da tevahhuşta bulun.” Herhâlde, üns bâbındaki bu tevahhuş mülâhazalarını, varlık ve içindekilere kendi zatlarından ötürü alâka duymama şeklinde anlamak icap eder. Zira, her şey O’nun esmâ ve sıfâtına dayanmaktadır; bundan ötürü de, ârifler âsârda esmâyı görmüş, nisbî de olsa onlara alâka duymuş, Müsemmâ-i Akdes’e yönelmiş, zamanla bütün nisbetlerden sıyrılarak “üns bizikrillâh” veya “üns billâh” soluklamaya başlamışlardır.
İmam Gazzâlî, “üns billâh”ın herkese müyesser olmayan yüksek bir pâye olduğunu hatırlatır ve şöyle bir söz nakleder:
اَلْأُنْسُ بِاللّٰهِ لَا يَحْوِيهِ بَطَّالُ
وَلَيْسَ يُدْرِكُهُ بِالْحَوْلِ مُحْتَالُ
وَالْاٰنِسُونَ رِجَالٌ كُلُّهُمْ نُجُبُ
وَكُلُّهُمْ صَفْوَةٌ لِلّٰهِ عُمَّالُ
“Üns billâhı her babayiğit kavrayamaz, şu çare-bu çare deyip bütün imkânlarını kullananlar dahi onu idrak edemez. Üns erleri hepsi de necâbetli yiğitler, hepsi de Hak nezdinde hâlis amel sahibi seçkinlerdir.”9
Evet, enîsler, gökler ötesi âlemlerin gözü sürmeli gözdeleri ve Allah’a yakın bulunanların da en tali’lileridir; kendi uzaklıklarını aşmış, O’nun herkese ve her şeye karşı olan yakınlığını duymuş, vâsıl unvanıyla mahremlere has iltifatlar görmüş, ünsiyete kilitli tali’liler.
Ölçülere sığmayan işte bu tür bir üns hâlinde her zaman değişik dalga boyunda tecellîler duyulur: Evet, bazen vâsılın letâifini bir kısım celâlî tecellîler okşar geçer; bu esnada onun bütün benliğini bir mehâfet ve mehâbet hissi kuşatır; bazen onu dört bir yandan cemalî cilveler sarar; bu defa da o kendini daha derin üns esintileri içinde bulur. Birinci durum itibarıyla vâsıl, hep ağaçlar gibi titrer ve hazan yemiş yapraklar gibi sararır; ikinci tür tecellî sağanakları karşısında ise, “Buldum ballar balını, varsın her şeyim yağma olsun!” mülâhazalarıyla soluklanır.. ve o, her an duyup zevk ettiği yeni teveccüh ve iltifatlar atmosferinde kendi varlığı dahil her şeyi ağyâr sayar ve her şeyden uzak durmaya çalışır. Halk içinde de olsa hiçbir hicâba takılmaz; duyması, görmesi, sözü, sohbeti hep O’nunla alâkalıdır. Öyle ki, fâniyât u zâilâtın tahayyülünden bile kaçar; gözleri O’nun ziyasından başka her şeye kapalıdır; O’ndan bahsetmeyen sözleri mâlâyânî ve lakırtı sayar; hatta O’nu hatırlatmayan, hissettirmeyen ve O’na karşı mevcut aşk u alâkayı coşturmayan her hâl, her ifade ve her davranışı tepkiyle karşılar; dahası, O’nunla alâkalı olmayan söz ve davranışları duyup gördükçe içi kanar gibi olur.
Temkin edalı irfan erleri, vuslatta da, ünste de her zaman hürmet içinde bulunur; haşyet, mehâfet ve huşû ile oturur kalkarlar.. onların her hâllerinde bir edeb ve hayâ nümâyândır. Yer yer cemalî tecellîlerin iltifatkâr, recâ edalı ve şefkat buudlu cilveleriyle naza ve şathiyyâta temayül gösterme ihtimali söz konusu olsa da, her zaman teyakkuz içinde ve temkinli davrandıklarından hemen haşyetle titrer; ciddî bir huşû ile “saygı” der inler; hürmetle eğilir ve konumlarına uyan tavra girerler.
Bütün bunlar, hâle ait bir kısım hususiyetlerdir; görmeyen anlamaz; tatmayan bilmez; bilenler bildiklerinin ne kadarını söylerler, o da bilinmez. Bal tadılınca bilinir, gül koklanınca anlaşılır; ahvâl-i ruhaniye de içinde bulunulunca. Bir Hak dostu, duymayanlara karşı duyduklarını şöyle ifade eder:
“Andelîb-i zâr isen gülzâre gel,
Verd-i terden al meşâma taze bû.”
اَللّٰهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ إِيمَانًا يُبَاشِرُ قَلْبِي وَيَقِينًا صَادِقًا حَتَّى أَعْلَمَ أَنَّهُ لَنْ يُصِيبَنِي إِلَّا مَا كَتَبْتَهُ لِي.
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ.
1Vuslat ve vâsıl, daha önce “Sefer” siyâkında geçmişti (Bkz.: Kalbin Zümrüt Tepeleri 3/18). Burada, mürîd ve sâlikle alâkalı bir kere daha zikredilmesi, vuslata terettüp eden nihâî mevhibeler ve bu mevhibeler karşısında gerekli olan temkin itibarıyladır.
2Kaf sûresi, 50/16.
3Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 10/203; es-Sübkî, Tabakâtü’ş-Şâfiiyyeti’l-kübrâ 6/61.
4el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 2/410; el-Âlûsî, Rûhu’l-meânî 4/79, 17/202.
5et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 2/184; el-Hâkim, el-Müstedrek 4/629.
6“Keyfiyeti meçhul, idrak edilemez ve misallendirilemez.” (el-Ûşî, Bed’ü’l-emâlî s.149)
7Müzzemmil sûresi, 73/8.
8Bkz.: el-Kelâbâzî, Bahru’l-fevâid s.252.
9el-Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 4/340.