Veli ve Evliyâullah

Veli, malik, sahip, muîn, sadık, nâsır mânâlarına gelip, hak dostu, hak eri; dostluk hisleriyle Allah’a yönelen ve O’nun tarafından dostluk muamelesi gören ermiş insan demektir. Böyle bir mazhariyete ermişliğe de velilik anlamında “vilâyet” ve bu konudaki en üst pâyeye de “kutbiyet” denir.

Kâmil mânâda vilâyet, kulun, nefis ve cismaniyet itibarıyla fenâ bulması, mârifetullah, muhabbetullah, Hak müşâhedesi ve esrar-ı ulûhiyetin inkişafıyla “kurb” ufkuna ulaşıp yeni bir vücud-u câvidânî kazanmasından ibarettir. Mağriplerin ayn-ı maşrık olduğu, hazanın bahara dönüştüğü, fenânın bekâ hâline geldiği böyle bir zirveye ulaşmış hak eri nazarında, artık her şey O’nunla başlar, O’nunla biter; O’nunla doğar, O’nunla batar ve O’nun ziya-i vücuduyla varlığa erer. Böyle bir müşâhid, her şeyi O’na bağlaması ölçüsünde bütün varlığı daha bir farklı ve değişik duyar ve görüp hissettiği her nesnenin, gönlünde “kenzen” bilinen Hakikatler Hakikati’ne bağlı cereyan ettiğini daha bir engince müşâhede eder; eder ve doğup batan sabahların-akşamların çehresinde, sürekli bize göz kırpıp duran pırıl pırıl göklerin derinliklerinde, her zaman bir başka türlü tüllenen mevsimlerin rengârenk güzelliklerinde, engin denizlerin mehîb duruşlarında, ırmakların derin bir vuslat iştiyakıyla deryalara doğru çağıldayıp durmalarında, kuşların-kuşçukların çığlıklarında, koyunların-kuzuların meleyişlerinde kemmiyet ve keyfiyet üstü bir sezi ile hep O’ndan gelen ışıklarla irkilir, O’ndan gelip gönlüne boşalan mânâlarla ürperir. Derken müşâhede ufkunda bütün suretler ve şekiller silinip gider de; o kendini, sadece O’nu görüyor, O’nu duyuyor, O’nu hissediyor gibi bir tefekkür ve zevk zemzemesi içinde bulur.

Böyle bir gönül erinde şevk, bütünüyle iştiyaka dönüşür; cezb, incizab hâlini alır; gaflet her türüyle zeval bulur ve her yanda nur-u Hak ayân olur. Akıl kalble el ele tutuşur ve varlık baştan başa okunan bir kitap rengine bürünür. İnsanı aldatan bütün yalancı mumlar bir bir söner ve her yana âdeta semadan yıldızlar iner. Dünyevîliğiyle dünya fenâ bulur ve ötelere ait bir desenle yeniden kurulur. Zulmetler ard arda yırtılır ve bu yırtıklardan etrafa ışıklar fışkırır. Her varlık hak erine can olur, yoldaş olur.. ve gönül tek bir noktada aradığını hemen her şeyde bulur; bulur ve bütün vahşi yalnızlıklardan kurtulur. İşte böyle ruhanî bir miraçla “üns billâh”a ermiş bir sâliki, Cenâb-ı Hak göz açıp kapayıncaya kadar olsun nefsiyle baş başa bırakmaz; bırakmaz ve o artık, bütün benliğiyle “lillâh”, “livechillâh” ufkuna müteveccihtir, Allah da sonsuz inayet ve riayetiyle onu koruyup kollamaktadır. Ne keder ne tasa, her yanda üfül üfül vefa, onun gönlünde de köpük köpük uhrevî bir safa, her taraf bağ-ı Cennet, o da bir firdevslik olarak: أَلَۤا إِنَّ أَوْلِيَۤاءَ اللّٰهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ “İyi biliniz ki evliyâullah için hiçbir korku yoktur; onlar asla tasa da yaşamazlar.”1 hısn-ı hasîni içinde nefsanî karanlıklardan uzak, rahmânî nurlarla kuşatılmış ve –Hakk’a karşı mehâfet ve mehâbet hisleri mahfuz– sürekli öteden bişaret mesajları almakta ve bunlara tayyibatla mukabelede bulunmaktadır.

“Veliyyullah” veya “evliyâullah” dendiğinde, bundan “âdâullah”ın karşılığı kabul edilen bütün mü’minler anlaşılsa da –ki aslında, Kur’ân ve Sünnet’te evliyâullah sözcüğüyle anlatılan da budur– tasavvufta veli tabirine yüklenen daha başka mânâlar da vardır. Sofîlere göre veli, riyâzet veya daha değişik mücahede yollarıyla, beden ve cismaniyetini aşıp, kalb ve ruhun hayat mertebesine, dolayısıyla da Hak yakınlığına ulaşan, derken şahsı adına fenâ bulup yeni bir mânâ ile bekâya eren, Allah’ın hususî iltifat, ihsan ve teveccühlerine mazhar hak eri demektir. Böyle bir hak dostu, bu pâye ile bulacağı her şeyi bulmuş ve başka arayışlardan da kurtulmuş demektir ki artık o, fâni ve zâil şeyleri kendi çerçeveleriyle hiç mi hiç düşünmez. “Mal-menal varsın başkalarının olsun, bana Allah yeter.” der ve mâsivâya karşı “min vechin” hep kapalı yaşar. Zannediyorum Nâbî merhum da

Evliyâ mâle tenezzül mü eder?

Sıklet-i nâsa tahammül mü eder?

şeklindeki sözleriyle bu hususu hatırlatmak istemişti. Zaten bir veli, Hakk’a tahsis-i nazarda ısrarlı olması, Hakk’ın da sürekli ona ihsan ve iltifatta bulunması itibarıyla, artık onun ağyâra teveccühü asla söz konusu değildir.

Evliyâullah, hemen hepsi de birer kalb ve ruh insanı olmalarına rağmen meşrepleri, mezâkları, mizaçları, mazhariyetleri, vazife ve misyonları itibarıyla ebrâr, mukarrabîn, ebdâl, evtâd, nücebâ, nukabâ, imam, gavs ve kutup gibi farklı ad ve unvanlarla yâd edilirler. Ne var ki, nâm ve nişanları ne olursa olsun, istidatlarıyla “mebsûten mütenasip” hemen hepsinin müşterek vasıfları; sıdk, emanet, ihlâs, takva, vera’, zühd, rıza, muhabbet, hilm ü silm, tevazu, mahviyet, tevbe, inâbe, evbe, haşyet, mehâfet… gibi hususlardır. Ve bunlar, içlerindeki bir kısım meczuplar istisna edilecek olursa, hemen hepsi de bu esaslar çerçevesinde hareket etmektedirler.

Ebrâr:

Ebrâr; iyiler, hayra kilitlenmiş kimseler, riyâzet ve ahlâkî istikametle Hakk’a ermeye çalışan birr u takva erleri.. ve özleri-sözleri doğru, hayatlarını kılı kırk yararcasına yaşayan Hakk’ın sadık kulları demektir.

Ebrârın bir kısmı Hakk’a bağlılık, vefa ve O’nunla gönülden münasebet içinde bulunmanın yanında, sadece kendileriyle meşguldürler; her hamle ve hareketleri Allah rızası çizgisindedir ama, bu hamle ve hareketler şahsî kemalât yörüngelidir. Bunlar, ağları gerilmiş hemen her zaman, mânevî füyuzât avlama peşindedirler; peşindedirler ve bazen kendilerinden de halktan da o kadar uzaklaşırlar ki, vahdet denizinin gaybî vâridât dalgaları arasında istiğraktan dehşete, dehşetten hayrete sürekli gel-gitler yaşarlar da, görenler onları meczup sanır ve alaya alır. Ne var ki, Hak’la münasebetlerinin derinliği ne olursa olsun, bu çizgideki ebrâr, zihinlerde hâsıl ettikleri bulanıklıktan ötürü muktedâ bih (uyulup örnek alınacak kimse) olamazlar.

Ebrârın diğer kesimi ise, her zaman mişkât-ı nübüvvetin ziyası altında hareket ettiklerinden, hep dengeli davranır, her hamle ve hareketlerini vahy-i semavî, kalb ve aklın vesâyetinde planlar ve seslendirirler. Şer’î meseleleri doğru anlar ve iltibaslara meydan vermeyecek şekilde yorumlarlar. Eşyanın perde önü ve perde arkasıyla alâkalı mülâhazalarında hep muvazeneyi korur, vecd ü istiğrak hâlleriyle alâkalı zuhûrât ve ihsaslarını “usûlüddin” prensipleriyle tashih eder ve istinbatlarını çevrelerine öyle sunarlar. Her zaman dünyayı, enbiyânın kriterleriyle değerlendirir, kalben ona karşı tavırlarını belli etmenin yanında, Hak güzelliklerinin meşheri, ilâhî isimlerin tecellîgâhı ve ahiretin de tarlası olması itibarıyla da ona gereken ihtimamı göstermede kusur etmezler. Bunu yaparken de, bütün gayretleriyle Hak hoşnutluğu ve ebedî saadet arkasında dur-durak bilmeden sürekli koşarlar; koşar ve ömürlerinin saat, dakika ve saniyelerini, yedi, yetmiş, yedi yüz veren başaklara çevirerek hep peygamberâne bir azim içinde bulunurlar. Her zaman, gözlerini kendi üzerlerinde hissettikleri kitlelere karşı birr u takva örnekleri sergilerler. Her görüldükleri yerde birer işaretçi gibi O’nu hatırlatır, herkesi O’na yönlendirir ve O’nu gösterirler. Hâsılı bunlar;

İşleri birr u takva, düşleri birr u takva,

Her zaman Hakk’a uyar ve halkı gözetirler.

Mukarrabîn:

Mukarrabîn, Allah’a yakınlıklarıyla ebrâr-üstü kurb kahramanlarının unvanıdır. Bu âli unvan, peygamberler ve meleklerin önde gelenleri için de söz konusudur. Hakk’a yakınlık hususiyetiyle serfiraz bu tali’liler, Hak yolunun mahir üstadları; hakikat meydanının “müşârun bi’l-benân” aslanları; yolculuklarını zirvelerde sürdüren üveyikler; seyr-i ruhanînin en önemli faslını bitirerek ikamete azmetmiş müsafirler; ulaştıkları ufkun vâridâtı adına görüp hissettikleri hakikatler sayesinde, fâniyât u zâilâta “min vechin” gözlerini kapamış haremgâh-ı ilâhî mahremleri; hevâ ve heves çerilerini aşk u iştiyak ordularıyla hezimete uğratmış gönül süvarileri; beden ve cismaniyetlerini kalb ve ruhlarının terkisine bağlamış mârifet erleri; fenâ çöllerini aşıp bekâ billâh bahçelerine ulaşmış huzur sultanları; Hakk’ı yine Hak’la görme ufkuna ermiş müşâhede ve mükâşefe kahramanları; Allah sevgisini tabiatlarının en belirgin rengi hâline getirmiş âşıklar ve Allah tarafından sevildiklerini hissetmenin zevkiyle mest u mahmur mâşuklar; يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ “O, onları sever, onlar da O’nu severler.”2 iltifatının tam mazharı öyle yiğitlerdir ki, biz hepimiz, mevcudatın gerçek rengini onların irfan merceğiyle görür ve duyarız; eşyanın melekût yönünü de yine onların, varlığın çehresine saçtıkları nurlar ile müşâhede ederiz.

Mukarrabînin sayılarıyla alâkalı ehlullah arasında bazı rivayetler var ise de, ki bu rivayetlerden birinde bunlar kutubdan sonra üç yüz “ahyâr”, kırk “ebdâl”, dört “evtâd” ve iki “imam”dan.. diğer bir rivayette ise, kutubdan sonra dört bin kişilik bir veliler ordusundan ibaret gösterilmiştir –bu rakamların hiçbirinde ittifak söz konusu değildir–. Adetleri ne olursa olsun, bu kurb kahramanlarının hemen hepsi de Hakk’ın en mükerrem ibâdıdır ve meleklerle aynı ledünnîlik ve aynı derinliği paylaşmaktadırlar.

Bazı sofîlere göre, hemen her zaman var oldukları kabul edilen (dört bin) hak eri arasında şöyle bir silsile-i meratip söz konusudur: Bunlardan üç yüzü, hayra kilitlenmiş mânâsına “ahyâr”, kırkı mânevî hayatı idarede izzet ve azametin perdedârı “ebdâl” veya “büdelâ”, yedisi salih amel ve ihlâsı tabiatlarının birer derinliği hâline getirmeye muvaffak olmuş “ebrâr”.. farklı diğer bir tasnife göre ise: Bunlardan bir kat daha Hakk’a yakın ve değişik ihsanlarla, iltifatlarla serfiraz, ama sayıları belli olmayan “mukarrabîn” ki, bazıları bu unvana bağlı olarak, demir direkler ve sütunlar mânâsına gelen dört “evtâd”ı, Hak katının soyluları ve seçkinleri anlamında olan “nücebâ”yı; halkın umurunu görüp gözetenler diyebileceğimiz “nukabâ”yı ve bütün bunların üstünde gavs ve kutbu zikrederler. Bazıları bunların hepsine birden “ricâlü’l-gayb” der çıkarlar işin içinden.

Ebdâl:

Ebdâl, “bedîl”in cem’i olup temiz, safderûn, derviş adam mânâlarına gelen ve evliyâullahtan halkın işlerine nezaret etmeye mezun, ilâhî icraatın perdedârları ve alkışçıları hakkında kullanılan bir tabirdir. Osmanlılardan evvel bu kelimeyi İranlılar, kalender, ışık insan, sofî yerinde kullanmışlardı. Sonra Babaîliğe bağlı bir tarikatın adı oldu. Osmanlılar döneminde ise, fütursuzlukları ve pervasızlıkları itibarıyla bir kısım fütüvvet erleri bu ad ve bu unvanla anıldı. Tekye ve zaviyelerde ise ebdâl sözcüğü, hep “ricâlullah”ın unvanı olarak yâd edilegeldi.

Biz, dilimizde, ebdâlı “abdâl” şeklinde kullandığımız gibi, bazen ahmak mânâsına “aptal” dediğimiz de olur. Tıpkı büdelâya bön ve ebleh mânâlarında “budala” dememiz gibi. Bazen de abdal şeklinde yanlış telaffuz ettiğimiz bu kelimenin sonuna bir “-lar” ilavesiyle “abdallar” deyiveririz.

Sofiyeye göre ebdâl, vilâyet mertebesini ihraz ettiği hâlde, çok defa görünüp bilinmeden hayır işlerinde koşan hak erleri demektir.. ve bunlar, birbirinden farklı iki grup teşkil etmektedirler:

Birinci grup itibarıyla ebdâl, bütün kötü hasletlerden sıyrılmış, mesâvi-i ahlâkını mehâsin-i ahlâka çevirebilmiş ve her türlü şekavete karşı duran süedâ zümresinin müdavimi olmuş hak erlerine;

İkinci grup itibarıyla da, üç yüzler ya da kırklar, yediler gibi “evliyâullah”dan muayyen bir misyonu olan belli sayıdaki kimselere denir. Bunların sayılarının, kırk, yedi ya da daha çok ve daha az olması hiç de önemli değildir; önemli olan onların Hak nezdindeki yerleri, pâyeleri, vazifeleri ve hususiyetleridir. Ebdâldan biri vefat edince ondan boşalan yer, hemen alt tabakadan biri ile doldurulur. Bunlardan herhangi biri, bir hizmet münasebetiyle yerinden ayrılmak istediğinde, ya dublesiyle ayrılır ve kendi olduğu yerde kalır veya kendi gider dublesini bedîl olarak orada bırakır. Parapsikolojide, insanın perispirisi veya dublesiyle alâkalı benzer şeyler nakledildiğini hatırlamakta yarar var… Konumuzun dışında olduğu için biz şimdilik o hususa temas etmeyeceğiz.

Bazıları, evtâd, iki imam ve kutbu bunlardan tamamen ayrı ve bir üst tabaka kabul ettiklerinden, ebdâla hâl ehli, ikincilere de makam sahibi nazarıyla bakmaktadırlar. Birincileri “seyr ilallah” yolcuları olarak görmekte, ikincileri de “seyr fillâh”, “seyr anillâh” müntehîleri farz etmektedirler.

Ebdâlı yedi kabul edenlerin bir diğer mütalâaları da şöyledir:

Bu yedi zattan her biri ayrı bir iklimde ikametle, oradaki ilâhî icraata nezaret eder; faaliyet-i Sübhâniye’yi alkışlar ve şuursuz varlıkların şuurdârâne hareket ve aktivitelerinin şuurlu bir temsilcisi olarak Cenâb-ı Hakk’a tayyibâtla mukabelede bulunurlar. Sofîlere göre, bu yedi zatın aynı zamanda belli birer makamı ve o makamlara göre de birer unvanları vardır:

Birinci bedîl, Hz. İbrahim Aleyhisselâm’ın kalbinin aksi ve izdüşümü mahiyetindedir; unvanı da “Abdulhayy”dır.

İkincisi, Musa Aleyhisselâm’ın kalbî hususiyetlerini haizdir, namı da “Abdulalîm”dir.

Üçüncüsü, Harun Aleyhisselâm’ın kalbine ayna durumundadır, hususî ismi de “Abdulmürîd”dir.

Dördüncüsü İdris Aleyhisselâm’ın kalbî özelliğini aksettirir ve “Abdulkadir” namıyla anılır.

Beşincisi, Yusuf Aleyhisselâm’ın kalbiyle murtabıttır ve “Abdulkâhir” unvanıyla meşhurdur.

Altıncısı, İsa Aleyhisselâm’ın kalbî muhtevasına bağlıdır, o da bu mazhariyetiyle alâkalı “Abdussemî” unvanıyla yâd edilmektedir.

Yedincisi, Âdem Aleyhisselâm’ın kalbi üzerinedir; “Abdulbasîr” namıyla bilinmektedir. Bu tespitlerin hiçbiri, âyât-ı Kur’âniye veya Sünnet’le müeyyed olmayıp, ehl-i keşfin müşâhedesiyle sabit ve yoruma açık hususlardandır; bu itibarla da, herkesin kabul etmesi gibi bir durum söz konusu değildir. Ancak, vazife, konum, mazhariyet ve unvan ne olursa olsun, ehlullah silsilesinde bulunanların hemen hepsi “ârif-i billâh”, Hak tarafından müeyyed ve musaffâ kalbleri, müzekkâ nefisleriyle de her zaman ilâhî esrara açık kimselerdir.

Ebdâl unvanı altında ricâlullahın yer ve vazifeleriyle alâkalı diğer bir tevcih de şöyledir:

Bunların üç yüzü Âdem nebinin kalbi, kırkı Hz. Musa’nın kalbi, yedisi Hz. İbrahim’in kalbi, beşi Cibril-i Emin’in sinesi, üçü Mikâil Aleyhisselâm’ın sinesi, biri, birincisi ve vilâyet-i kübrâ temsilcisi olanı da Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhi ekmelüttehâyâ) kalbi üzerinedir ve O’nun aynasıdır. Bunlardan en sonuncusu vefat edince, üsttekilerden biriyle; onlardan biri ölünce de daha yukarıdan bir başkasıyla meydana gelen boşluklar doldurulur ve mevcut adet yeniden tamamlanmış olur.

Ebdâlın sayılarıyla alâkalı rivayetler farklı farklı olduğu gibi, ikamet ettikleri yerler ve yâd edildikleri adlar, unvanlar da oldukça birbirinden farklıdır. Ricâlullah arasında böyle bir sınıfın mevcudiyetiyle alâkalı, yirmi kadar hadis vardır3 ve özet olarak bu hadislerde, onların şu mazhariyet ve mümeyyiz vasıfları anlatılmaktadır: Ebdâlın yüzü suyu hürmetine Cenâb-ı Hak yağmur yağdırır.. düşmanlarına karşı mü’minlere yardım eder.. ve onlardan belâları def ü ref eyler. Ebdâl, yerküre için mânevî bir cazibe merkezi gibidir, Allah esbab-ı mânevî planında onlarla arzı yörüngesinde durdurur.. Cenâb-ı Hak onların hürmetine başkalarını da rızıklandırır.. ebdâl, kendilerine haksızlık yapanları affeder, kötülük edenlere iyilikte bulunur.. sehâvet ve semâhatle hep Cennet yolunda yürür. Kalb selâmeti onların baş şiarıdır ve onlar her zaman Müslümanlara hayırhâhlıkta bulunurlar. Dünyaya karşı asla hırs göstermezler.. ve düşmanlarıyla bile nizâ ve cidale girmezler. Konuşurken, her zaman mübalâğadan uzak durur ve itidali temsil ederler. Bid’atlardan kaçınır, ibadetlerinde de ifrat ve tefrite düşmezler. Seviyeleri ne olursa olsun asla kendilerini beğenmezler. Kazaya rıza, haramlara karşı tavizsiz davranma ve Cenâb-ı Hakk’a karşı da fevkalâde bir gayret ve saygı içinde bulunma.. ve ne olursa olsun kimseyi lanetlememe, ebdâlın en önemli hususiyetleri olarak zikredilmektedir.

İbn Teymiye ve İbn Kayyim gibi hadisçiler, ebdâlla alâkalı hadislerin bütününü mevzû görerek reddetmişlerdir.4 İmam Süyûtî, konuyla alâkalı rivayetler birbirini takviye ettiğinden, bu hadislerin mânevî tevatür derecesine yükselebileceği mülâhazasıyla mevzua farklı bakmıştır.5 Hafız Sehâvî ise, kendince orta bir yol takip ederek, konuyla alâkalı rivayetlerin hemen hepsinin zayıf olduğunu söylemiş ve mülâhaza dairesini açık bırakmıştır.6 Konu bu kadar karmaşıklaşınca, herhâlde bize de “Her şeyin doğrusunu Allah bilir.” deyip sükût etmek düşecektir…

Ebdâl kelimesine yakın diğer bir tabir de “büdelâ” sözcüğüdür. Türkçede galat olarak “ebdâl”ı “aptal” şeklinde kullandığımız gibi “büdelâ”yı da “budala” yaptığımıza daha önce işaret etmiştik.

Bedel’in çoğulu olan “büdelâ”, sofîler arasında ricâlullahtan yedi önemli kimsenin müşterek unvan-ı mahsusu olarak bilinmektedir. Bunlar, yerinde tayy-i mekân eder ve yerinde de nuraniyet sırrıyla bir anda farklı bölgelerde bulunabilirler. Bu intikal ve bulunuşlar dublelerin ve misalî vücudların aksi mi, yoksa, bizzat vücudun “tayy-i mekân” etmesi mi?. konu net değildir. Aslında, bazen büdelâ, kendileri bile böyle esrarlı bir intikalin farkına varamayabilirler. Fütuhât-ı Mekkiyye sahibi büdelâyı yediler diye kaydeder ve yaklaşık olarak şu mütalâada bulunur: Büdelâ, yedi ayrı iklimde Cenâb-ı Hakk’ın icraatının nezaretçileridirler. Bunlar, Cenâb-ı Hakk’ın şuûnât-ı Sübhaniyesini temâşâ eder ve insan ufku itibarıyla hem o icraata perdedâr görünürler hem de alkışlarlar. Bunların hepsi üveysiyyü’l-meşrebdir; dolayısıyla da herhangi bir pîrin daire-i irşadına girmeleri söz konusu değildir.

Nücebâ:

Herhangi bir şeyin özü, usâresi, aslı ve insanların asîli mânâlarına gelen necîbin çoğulu bu tabir; ricâlullahtan kırklar veya kırkların bir kısmı hakkında kullanılan ayrı bir unvandır. Muhakkikîne göre bunlar, urûclarını nüzûlle ikmal etmiş ve “seyr minallah”la halka yönelmiş, onların ıslâhlarıyla meşgul olan birer yaşatma kahramanıdırlar; oturur kalkar halkı Hakk’a yönlendirir, gönülleri iyilik duygusuyla şahlandırır ve fenalıklara karşı da mânevî setler oluştururlar. Dua, niyaz ve teveccühle, gelmesi muhtemel felâketlere karşı durur, musibetleri göğüsler ve yerinde, bir kısım devâhîye karşı kurban olmaya âmâde bulunduklarını ilan ederler; eder ve her zaman bir feragat örneği sergilerler. Bunların sineleri her zaman yüksek bir fedakârlık hissi, merhamet ve şefkat duygusuyla çarpar. Hayatlarını başkalarının saadetine adadıklarından, ömürlerini başkalarının sıkıntılarıyla hep bir dert küpü gibi geçirirler. Tıpkı mercanlar gibi sinelerinde kan ve inler dururlar bir ömür boyu. Başkalarından esip gelen sevinçlerle bir damla mutlu olsalar da, insanların ızdırapları adına, görüp duyduklarıyla hemen her zaman buruk yaşarlar; buruk yaşarlar; zira onlar yüklendikleri misyon itibarıyla peygamberlerin vârisleridirler.

Nukabâ:

Nukabâ; bir cemaatin başı, kâhyası ve teftiş edip denetleyen mânâlarında nakîbin çoğulu bir kelime olup, ruhanîler gibi insanlardan hiç ayrılmayan onların yanlışlarını düzelten ve rıfk u mülâyemetle herkesi hayra yönlendiren pîr-u pîrân demektir. Rifâî ve Bedevî medreselerinde, münhasıran seyr u sülûk-i ruhanîlerini ikmal ederek postnişîn olanlara nukabâ dense de, muhakkikîn-i sofiyece bunlar bâtınî derinlikleri zâhirî ufuklarının önünde, iç mükâşefeleri dış müşâhedelerine faik, nazarları her zaman melekût âleminde ve ilâhî esrara âşina olmalarının yanında, insanların sırlarına da –O’nun izniyle– vâkıf bir kısım müzekkâ nefislerdir ve âlem-i mülkle âlem-i melekût arasında bir nevi tercümanlık hizmeti görür, kendi istidatları, kabiliyetleri ölçüsünde, muhataplarının seviyelerine göre varlığı yorumlar ve ısrarla her şeyden Yaradan’a ulaştırabilecek yollar bulmaya çalışırlar. Onların nazarında kâinat kelime kelime, satır satır, cümle cümle, paragraf paragraf her parçasıyla mânidar bir kitaptır ve bu kitap iç içe mesajlar ihtiva etmektedir. Evet işte bu hüşyar gönüllerde ve dillerde sürekli:

“Bir kitabullah-ı âzamdır serâser kâinat,

Hangi harfi yoklasan mânâsı hep Allah çıkar.”

(R. M. Ekrem)

hakikati nümâyândır.

Evtâd:

Ağaç veya demir kazık demek olan “veted”in cem’i evtâd, tasavvuf erbabınca, ricâlullahtan birbirine sımsıkı bağlı, biri birisiz edemeyecek kadar iç içe cem-i sahih teşkil etmiş dört kişilik bir erenler grubunun unvanıdır. Bunlar hemen her asırda İdris, İlyas, İsa ve Hızır (alâ nebiyyinâ ve aleyhimüsselâm) gibi dört büyük nebinin misyon yörüngelerinde seyr u sülûk-i ruhanîlerini sürdürür ve onların gölgelerinde vazifelerini eda ederler. Evtâdın, gördüğü hizmet itibarıyla unvanları “Abdulhayy”, “Abdulalîm”, “Abdulmürîd” ve “Abdulkadir” olup, Hz. Âdem, Hz. İbrahim, Hz. İsa ve Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhimüssalâtü vesselâm) iç muhtevalarını aksettirir.. veya onların hakikatini zılliyet planında temsil ederler. Hak’la irtibatları Cebrail, Mikâil, İsrafil ve Azrail’in (aleyhimüsselâm) mirsadıyladır. Bunların her biri Kâbe’nin bir rüknüne nâzırdır ve bu rükün de onun gerçek makamının kapısı, merdiveni mesabesindedir.

Muhyiddin İbn Arabî, evtâdın yedilerden ibaret olduğunu ve daha önce sebkat ettiği üzere, vazifelerinin de onlar arasındaki mânevî hiyerarşiye göre yürütüldüğünü vurgular ki; bilmediğimiz böyle bir konuda bize sadece sükût edip geçmek düşer..

Bazıları nücebâ, nukabâ, evtâd gibi ehlullahın bütününe birden, mânevî güç ve kuvvet sahibi hak erleri mânâsına “ricâlullah” diyegelmişlerdir. Bunların en belirgin yanları hudû ve huşûları, her zaman mağlub-u tecellî-i Rahmân olmaları, görüldüklerinde Hakk’ı hatırlatmaları ve mütemâdî Hak huzurunda bulunmanın hâsıl ettiği mehâfet ve mehâbetle hep saygılı hareket etmeleri, mukteza-i beşeriyet ve bahsi hacâlet-âver meselelerde –bunlar meşru çerçevede cereyan eden hususlar olsa bile– hicapla tir tir titremeleri, her şeyde değişik bir tecellî dalga boyuyla Hakk’ı duymaları, Hakk’ı duyduklarında da âdeta kendilerini unutmaları, bütün mazhariyetlerini O’na bağlayıp, kendilerini tamamen hiç görüp, hiç bilmeleri ve çok defa başkaları tarafından da bilinmemeleridir –bu son durumları itibarıyla böylelerine “ricâlü’l-gayb” veya “cündullah” da denir ki, Fatih cennetmekân hazretleri temel mefkûresini seslendirdiği bir manzumesinde herhâlde:

“Fazl-ı Hakk u himmet-i cünd-i ricâlullah ile,

Ehl-i küfrü serteser kahreylemektir niyyetim.”

diyerek, kuvve-i kudsiye sahibi bu zatlara işaret etmektedir–.

Ayrıca insanların gönüllerine esrar-ı ilâhîyi duyurma hizmetleri açısından bunlara “ricâlü’l-feth”, herkes tarafından her zaman bilinip tanınmamaları itibarıyla “ricâlü’l-gayb”, çok defa cezb u incizab yaşamaları zaviyesinden “ricâlü’l-kuvve”, her zaman afv u safh yolunda yürüyüp, kendilerine kötülük yapanlarla bile iyi münasebetler peşinde olmaları bakımından da “ricâlü’l-mennân” denir.

Gavs:

Yardım etme, imdada yetişme, medet-resân olma, ruhanî himayede bulunma mânâlarına gelen gavs, tasavvuf erbabınca, mânevî mertebelerin en yükseğini ihraz eden zatlar için kullanılan bir tabirdir.

Bu pâyeyi ihraz eden zat; hususî bir ilâhî teveccühle şereflendirilmiştir ve –Allah’ın izniyle– Hızır gibi, sıkışanlara, darda kalanlara imdâdât-ı Sübhaniye işaretiyle yetişir.. böyle bir hususiyeti haiz olmayana “gavs” denmeyeceği gibi, kutbiyeti içinde imdâdât-ı Rabbâniye âyinedarlığına müstaid bulunmayan kutuplara da gavs ismi verilmez.

Böyle bir zat, gavsiyetle beraber kutbiyeti de haiz olursa, ona “gavs-ı âzam”, aksine kutbiyet pâyesiyle serfiraz bir şahıs da gavsiyetle şereflendirilmişse, ona da “kutb-u âzam” denir. Burada, her unvanın farklı bir mahmilinin olabileceği de unutulmamalıdır.

Aslında bu yüce pâyelerle şereflendirilenler, zılliyet planında hakikat-i Muhammediye’yi temsil ettiklerinden, ilâhî hakikatlere mir’âtiyet açısından Peygamber’in (aleyhissalâtü vesselâm) maiyyetindedirler. Bu itibarla da onlar, “Zâtıma mir’ât ettim zâtını / Bile yazdım âdım ile âdını.” (Süleyman Çelebi) gerçeğine cüz’iyet çerçevesinde mazhar sayılırlar. Evet, “O’nu Hak âyine-i zât etti / Zât-ı yektâsına mir’ât etti.” (Hâkânî) sözü evvelen ve bizzat hakikî insan-ı kâmil olan Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’a (aleyhi ekmelüttehâyâ) aittir; sâniyen ve bi’l-araz da izafî insan-ı kâmillere masruftur.

Sofiye; her asırda bir gavsın bulunduğuna ve onu, yaşadığı dönem itibarıyla bütün “ricâlullah”ın başbuğu, insanlar arasında ilâhî inayete ermenin kapısı, mâneviyat âleminin hakemi ve ilâhî füyûzatın da ilk tecellî merkezi kabul ederler. Yerinde izah edileceği gibi gavs, eğer kutbiyeti de haiz bulunuyorsa, kendisi kutb-u ekber, pâyesi de kutbiyet-i kübrâdır.

Bu mansıpla şereflendirilmiş bir mânâ kahramanının öyle mazhariyetleri vardır ki, değil bizim gibi sıradan insanlar, hak erlerinin en ileri seviyedeki müntehîleri bile onların çoğunu idrakten âcizdirler. Bir kere, bu mânâdaki bir kutbiyet, esmâ-i ilâhiyenin en câmi aynası, varlığın özü ve usâresi, hakikat-i Muhammediye’nin de mazhar-ı tâmmıdır. Bu imtiyazladır ki o, –biiznillâh– hakikat-i Ahmediye’nin (aleyhisselâm) vesâyetinde ve mişkât-ı Muhammediye’nin ziyası altında, zılliyet planında tam bir sahib-i salâhiyettir.

Ehlullah, dünden bugüne, bu pâyeyi ihraz etmiş kimseler olarak, Abdulkadir Geylânî, Ebû’l-Hasenü’l-Harakânî, Şeyhü’l-Harrânî ve İmam Rabbânî gibi zatları zikredegelmişlerdir. Kutbiyetle beraber gavsiyeti de haiz bu kimseler, yer yer “kutb-u âzam”, zaman zaman da “gavs-ı âzam” şeklinde yâd edildikleri gibi “kutbiyet-i kübrâ”yı temsil etmeleri açısından da kutuplar kutbu mânâsına “kutbu’l-aktâb” unvanıyla anılmaktadırlar.

Bu zatlar, ekmeliyetin temsilcileri olmaları açısından, dava-i nübüvvetin hâlis vârisleri ve hilâfet-i Muhammediye’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) de has mümessilleri sayılırlar. Böyle bir pâyeyi ihrazda tezkiye-i nefs, tasfiye-i kalb ve mücahedenin tesiri ne ölçüde önemli olursa olsun, yine de her şey ذٰلِكَ فَضْلُ اللّٰهِ يُؤْت۪يهِ مَنْ يَشَۤاءُۘ وَاللّٰهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظ۪يمِ “Bu, Allah’ın bir fazlı ve ihsanıdır, onu dilediğine verir. Allah, büyük lütuf ve ihsan sahibidir.”7 medlûlüne bağlı bir hazine-i hâssadan gelmektedir.

Bu yüce pâye, bazen tek bir fertle, bazen samimî bir kardeşlik, ivazsız bir ittihat, tam bir ittifakla rıza-i ilâhî etrafında kenetlenmiş bir şahs-ı mânevî tarafından da temsil edilegelmiştir. “Hâlisen livechillâh” iman ve Kur’ân’a hizmet eden değişik cemaat ve heyetlerin böyle bir mazhariyeti haiz olacaklarını kabul etmede bir mahzur olmasa gerek.

Kutup:

Kutup, insanlar arasında, yer-gök ehlinin matmah-ı nazarı, Hakk’ın kâmil mânâda halifesi, Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhi ekmelüttehâyâ) has vârisi ve her devirde bulunan insan-ı kâmilin de unvanıdır. İnsanlığın İftihar Tablosu’ndan (aleyhissalâtü vesselâm) sonra bu pâye, dava-i nübüvvetin hakikî vârisleri olmaları itibarıyla, hilâfet sıralarına bağlı olarak, Râşid Halifeler’le temsil edilmiştir. Daha sonraki dönemlerde ise, hakikî müçtehid ve mânâ âleminin sultanları, zâhir ve bâtının da kahramanları aktâb, evliyâ u asfiyâ ile…

Kutbiyet, mânevî mertebelerin en yükseğidir, bazen kutup, kutbiyetle beraber gavsiyeti de haiz olur ve bu önemli buudla o daha bir derinleşir ve tam bir menba-ı feyz-i ilâhî hâline gelir; gelir ve Hakikat-i Muhammediye’nin (aleyhi ekmelüttehâyâ) has ve hâlis bir vârisi olma mazhariyeti ile, bulunduğu çağda Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhi salevâtullahi ve selâmuh) vesâyetinde ve zılliyet planında O’nu temsil eder ve O’nun vazifesini görür.

Bir kutup, hususî mazhariyetleri ve vazifesiyle mütenasip özel donanımı açısından tıpkı Kutup Yıldızı gibi tektir, yektâdır; yer ve gök ehlinin de gözdesidir. Her zaman melekûta açık bu sırlı santralin âyân-ı zâhire ve bâtına üzerinde, tıpkı ruhun ceset üzerindeki aktivitesine benzer bir tesir ve nüfûzu söz konusudur. Onun nüfûzu mârifetine, mârifeti Hakk’ın ilmine, o da, “ne aynı ne de gayrı” çerçevesiyle Hazreti Zât’a tâbidir. Kutup zatında bir damladır; ama göz bebeğiyle güneşlere açık bir damla.. o bir zerredir; ama bütün semalara ayna olabilecek bir zerre.. o bir sıfırdır; ama sonsuzu aksettirecek kadar zâtî değerlere dayalı bir sıfır.

Kutup, bir gözü bütün mükevvenâtta, diğeri eşyanın perde arkasında sürekli mârifet avlar ve gönlüne akan hikmet ibrişimleriyle varlığın ruh ve mânâ desenlerini işleyerek, çevresine lâhûtî dantelâlar sunar. O her zaman bir güneş gibi etrafına ışık saçar ve dört bir yanı aydınlatır.. sürekli ummanlar gibi köpürür ve gönüllere hayat ifâza eder.

Kutup, kendi ruhundaki potansiyel zenginlik ve derinlikleri tam inkişaf ettirip ortaya koyan bir insan olması itibarıyla, beşerî çerçevenin çok çok üstünde bir performans kahramanıdır. O, hiss-i melekiyesi itibarıyla, kalbi İsrafil’e, nutku Cebrail’e, kuvve-i cazibesi Mikâil’e, kuvve-i dâfiası da Azrail’e ayna bir kâmildir. Bu açıdan da o, bütün âlemlerin “min vechin” kalbi olma mesabesinde bir merkez insan/kendi çağı itibarıyla Allah’ın halifesi, hakikat-i Muhammediye’nin (aleyhi efdalüssalevât) has talebesi ve temsilcisi, “taayyün-ü evvel”inin zaman üstü bir şuâı ve ilâhî esrarın bütün gönüllere intikalinde de nuranî, şeffaf bir vasıtasıdır. Teşriî emirlerde olmasa da, tarifî emirlerde verâset-i nübüvvet cihetiyle o bir vâzı’dır. Şia’nın bu pâyeyi, münhasıran Hz. Ali’ye bağlamaları ve Mehdi ile noktalamaları onlara ait özel bir içtihat ve genişi daraltma mânâsına bir tahdittir. Allah dilediği her müstaidi bu şerefle şereflendirebilir ve onunla kendini anlatabilir.

Ayrıca, ehlullah tarafından kutup, “kutbu’l-irşad” ve “kutbu’l-vücud” diye ayrı bir tasnife daha tâbi tutulmuştur. Bunlardan “kutbu’l-irşad”, “kutbiyet-i kübrâ” pâyesiyle nübüvvetin ruhunu, kutbu’l-vücud ise “Hâtemü’l-evliyâ” namıyla “Hâtem-i nübüvvet”in bâtınını temsil etmektedir. Her devirde birkaç kutbu’l-irşad’ın bulunabilmesine karşılık, kutbu’l-vücudun sadece bir tane olabileceği, konunun üstadlarına ait bir mülâhaza. İşte bu kutup, hangi melek-i mukarreb ve nebiy-yi mübeccelin yörüngesinde seyahat ederse etsin veya kimin kürsi-i nişîninde bulunursa bulunsun o her zaman Hz. Kutbu’l-Enbiyâ (aleyhi ekmelüttehâyâ) Efendimiz’in ziya-i vücuduna ve imdâd-ı ruhanîsine müteveccihtir.

Bazıları, Hz. Âdem’den bu yana gelip geçen kutbu’l-vücudların isimlerini tasrih etmişler ise de, bu mülâhaza fazla hüsnükabul görmemiştir. Ekseriyetin ittifak ettiği bir husus varsa, o da, hangi devirde olursa olsun kutbu’l-vücudun “Abdullah” ve “Abdulcâmi” unvanıyla yâd edilmesidir. Aslında, ebdâl, nücebâ, nukabâ, evtâd ve kutupla alâkalı bütün bu konularda Hz. Sahib-i Şeriat’tan herhangi bir şey sâdır olmamıştır. Bütün bu tasnifler keşfe, müşâhedeye dayandırılmaktadır. Bu açıdan da, çerçevenin daha geniş, daha dar ve daha farklı olabileceği ihtimalden uzak tutulmamalıdır.

Her şeyin doğrusunu Allah bilir ve bize de:

﴿رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَۤا إِنْ نَس۪ينَۤا أَوْ أَخْطَأْنَا﴾

﴿رَبَّنَا فَاغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَكَفِّرْ عَنَّا سَيِّاٰتِنَا وَتَوَفَّنَا مَعَ الْأَبْرَارِ﴾8

demek düşer.

اَللّٰهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ، وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلًا وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ.

وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى ذَاتِ الْمُحَمَّدِيَّةِ اللَّط۪يفَةِ الْأَحَدِيَّةِ شَمْسِ سَمَاءِ الْأَسْرَارِ

وَمَظْهَرِ الْأَنْوَارِ وَمَرْكَزِ مَدَارِ الْجَلَالِ وَقُطْبِ فَلَكِ الْجَمَالِ

وَعَلٰى اٰلِه۪ وَصَحْبِه۪ نُجُومِ الْهِدَايَةِ وَعُيُونِ الْعِنَايَةِ.

1Yûnus sûresi, 10/62.

2Mâide sûresi, 5/54.

3Bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/112, 5/322; Ma’mer b. Râşid, el-Câmi’ s.249.

4Bkz.: İbn Teymiye, Mecmûu’l-fetâvâ 11/433-434.

5Bkz.: es-Süyûtî, el-Leâliü’l-masnûa 2/280.

6Bkz.: es-Sehâvî, el-Makâsıdü’l-hasene s.43-47.

7Cum’a sûresi, 62/4.

8“Yâ Rabbenâ! Eğer unuttuk veya kasıtsız olarak yanlış yaptıysak bundan dolayı bizi sorumlu tutma.” (Bakara sûresi, 2/286); “Yâ Rabbenâ! Artık Sen bizi affet, kusurlarımızı bağışla ve hayra kilitlenmiş iyilerle birlikte bizim canımızı al.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/193)

-+=
Scroll to Top