Vicdan
İnsanın özü, kendini duyuş ve bilişi de diyebileceğimiz vicdan; insan ruhunun, iyiyi kötüden tefrik edebilen irade, kalbin ayrı bir derinliğinin unvanı sayılan latîfe-i rabbâniye (fuâd), şuur vâridâtıyla zihin ve ihsas televvünlü his halitasından oluşan bir mekanizmadır; insanın, hem kendini hem de bütün varlığı, varlığın Allah’la münasebetini duyan, sezen, yorumlayan ve rükünlerinin canlılığı ölçüsünde imana, mârifete, muhabbete, aşk u iştiyaka menfezler oluşturan melekûtî bir mekanizma. Farklı metafizik derinlikleri haiz olan bu sistemde her zaman bilkuvve (potansiyel olarak), iradenin sesini-soluğunu, “latîfe-i rabbâniye”nin sezi ve müşâhedelerini, zihnin şuur menbalı bilgi ve müktesebâtını, hissin ihtisas dalga boylu sübjektif mevhibelerini ve ihsas televvünlü mârifet çağlayanlarını duyup sezmek mümkündür.
Vicdan, aynı zamanda kendi acz ü fakr ve ihtiyaçlarının farkında olması ve bunları karşılayacak bir güç ve kuvvete dayanma lüzumunu duyması açısından da Zât-ı Ulûhiyet’e iman, teslim ve tevekkül ile sığınıp mârifet, muhabbet, aşk u şevkle mukabelede bulunma konumunda zîşuur bir müşahid ve yorumcudur. İlim ve mârifet adına bütün eşya ve hâdiselerin o talâkatli hitap ve beyanlarını görüp, duyup taakkul, tefekkür, tezekkür, tahattur, tahlil ve terkibe tâbi tutması yanında, kendi iç dinamik ve rükünleriyle, sessiz fakat olabildiğine derin, herkes tarafından rahatça sezilemeyen ama bir hayli engin öyle aşkın bir ifade gücüne sahiptir ki, onu iyi dinleyip değerlendirebilen biri bazen artık başka hiçbir şeye ihtiyaç hissetmeyebilir.
Hemen belirtmeliyim ki, böyle bir mülâhaza ile biz, ne rasyonel düşünceyi tamamen gereksiz görme ne pozitif telakkileri hafife alma ne de telâhuk-u efkâra bağlı müktesebâtı reddetme düşüncesindeyiz. Aksine biz bu mülâhaza ile, kıymet-i harbiyesi ölçüsünde aklın semerelerini, tecrübenin ürünlerini, müşâhede ve zâhirî ihsasların neticelerini değerlendirmeye almanın yanında, yaşanarak duyulan ve sezgi yoluyla kendini hissettiren ve bir bakıma da aracısız hâsıl olan ayrı bir bilgi ve mârifet kaynağının var olduğunu vurgulamak istiyoruz.
İşte bu kaynak, hakikati keşif ve tespitte herhangi bir vasıtaya ihtiyaç duymadan, yaşayıp duyarak çok defa insanı doğru bilgi ve mârifete ulaştıran vicdandır. Böyle bir bilgi ve mârifet her zaman objektif görülmese de, kalbî ve ruhî hayat ufkuna açık olanlar için en az esbab-ı ilimle elde edilen müktesebât kadar önem arz ettiği söylenebilir. Bu arada hemen ifade etmeliyim ki, bu çerçevede vicdanı, ilim ve mârifet kaynağı kabul edenlerin sayısı hiç de az değildir.
Bu mülâhazayı paylaşanlara göre, vicdan yolu bir mânâda, bizlere hakikatin harita ve şemasını sunma yerine doğrudan doğruya bizi onunla buluşturup tanıştırdığından daha ehemmiyetli ve daha sağlamdır. Eşya ve hâdiseleri müşâhede, mütalâa, tevil, tefsir, tahlil, terkip bize hakikati uzaktan temâşâ ve onun etrafında dolaşma imkânını verse de, onunla yüz yüze gelmemizi ve onu “hakikat-i nefsü’l-emriye”sine uygun bir iç müşâhede ile tanımamızı sağlayamaz. Oysaki vicdan, onu vasıtasız olarak bizzat duyar, değerlendirir ve bir hükme bağlar. Bu itibarla da insan birinci şıkta, değişik obje ve nesneleri ilim ufku, âfâkî müşâhede ve özel bakış açısına göre yorumlama durumunda kalır; dolayısıyla da elde ettiği malumat, ulaştığı hakikat, izafîlikten öte bir şey ifade etmez. İkinci şıkta ise, her şeyi vicdanın enginliğiyle “hakikat-i nefsü’l-emriye”sine uygun kavrar ve ona göre bir hükme varır. Bu sayede o, her şeye esas kabul edilen maddeyi aşar; lâmekânî bir hâl alır ve iç dünyasının safvet ve vüs’ati ölçüsünde salt hakikatle rahatlıkla tanışabilir.
Bediüzzaman, değişik eserlerinde farklı bir vicdan resmi ortaya koyar ve ona önemli misyonlar yükler: Ona göre vicdan, tekvînî ve fıtrî kanunlar türünden zîşuur bir fıtrat ve sistemdir. Çekirdeklerdeki neşv ü nemâ kanunu, sperm ve yumurtadaki tekvînî esaslar, bazı sıvılardaki donup genişleme tabiatı… gibi ilâhî meşîetten gelen irade yörüngeli, latîfe-i rabbâniye ufuklu, zihin/şuur derinlikli, ihsas ve ihtisas buudlu bir fıtrat-ı zîşuur; erkânının canlılığı ölçüsünde de, ilim ve mârifet adına mutlaka doğru gören, doğru değerlendiren, doğru konuşan önemli bir lisandır. Öyle ki bazen akıl; nazar, tefekkür ve tedebbürde gaflet edip ihmal gösterse de o, kendi tabiat ve rükünlerinin diliyle her zaman Allah’ı ilan eder; O’nu görüp sezdiğinin ihtisaslarıyla soluklanır; O’nu duyar, O’nu düşünür ve özündeki istinat ve istimdat hâllerinin lisanıyla, tıpkı günebakan çiçekler gibi hem kendi hayat ve revnakdarlığı adına hem de Yaratıcısını ilan hesabına sürekli O’nu takip eder ve basîret gözünü asla O’ndan ayırmaz. Hads (vasıtasız sezgi) her zaman onu teyakkuza çağırır; hadsin bir üstü diyeceğimiz ilham devamlı onun ufkunu aydınlatır; yoğunlaşmış mârifet sayılan arzu hep O’nu gösterir; alev alev kendini hissettiren iştiyak ve magmalar gibi sürekli köpürüp duran ilâhî aşk mütemadiyen onu, Hazreti Mârûf’u rasat ufkuna davet eder ve avans türü televvünlerle ona beden ve cismaniyet üstü hayatın en büyülü yanlarını fısıldar.
Şimdi, isterseniz, bu sırlı mekanizma ve fıtrat-ı muazzamanın rükünleri sayılan latîfe-i rabbâniye, irade, zihin –buna bütün buudlarını birden nazara alarak şuur da diyebiliriz– ve his… gibi latîfelere kuş bakışı bir göz atalım.
Aslında bu rükünlerden her birinin bir zâhir bir de bâtın yanı, bir mülk bir de melekût çehresi, bir fizik bir de metafizik derinliği vardır.
Latîfe-i rabbâniye
Latîfe-i rabbâniyenin, zâhir yönü, mülk ciheti, fizikî yanı sayılan, bizim sine dediğimiz “sadır” onun, bâtınî ve melekûtî derinliklerine, ceberûtî televvünlerine bir mahfaza ve mânânın maddedeki resmi mahiyetindedir. Bu mahfaza içinde kalb; gönül dünyasının dışa bakan ve içi rasat etme konumunda bulunan değişik tecellî dalga boyundaki feyizlere bir “beyt-i lâhut”, “fuâd” da diyeceğimiz latîfe-i rabbâniye ise, bilkuvve (potansiyel olarak) ilâhî isim ve sıfatların mücellâ bir aynası, âlem-i ceberûtun –inkişafı ölçüsünde– bir müşahid-i hâssı, iman nuru ve iz’an ziyasının mahall-i tecellîsi, kamer-i irfanın matla’ı, keşf ü ilhamın âhizesi ve ilâhî vâridâtın da mahzeni ve nâkilesidir. Böyle bir konum ve misyonu itibarıyla onun “şağaf” dediğimiz derinliği, her zaman iştiyak ateşiyle alev alev yanan, âdeta bir fırın ve ocak gibidir ki, çevresinde sürekli aşk u vuslat çatırtıları duyulur. “Sır” ise, o ihata edilmez fevkânîliğiyle her zaman latîfe-i rabbâniyenin omuzlarında, ona dayalı, daire-i ulûhiyete müteveccih lâhûtî bir dürbün veya mücellâ bir aynadır ki, her zaman nüzûl unvanıyla bir kasr-ı tecellî kabul edilegelmiştir; mâsivâ kirlerinden pak olduğu sürece her dem misafiri bulunan bir kasr-ı tecellî.. evet, böyle bir tecellînin vukû ve temadîsi için şuur, idrak ve ihsas ufkunun cismaniyete ait isten-pastan pak olması şarttır. Nâbî merhum ne hoş söyler:
“Âyine-i idrakini pâk eyle sivâdan,
Sultan mı gelir hâne-i nâ-pâke, hicab et!”
Aynı mülâhaza ve mütalâayı, zamanın âlem-i melekûta daha açık bir faslı sayılan gecelere bağlayarak İbrahim Hakkı Hazretleri ise, sesini yükseltip temcid veriyor gibi:
“Dil “beyt-i Hudâ”dır ânı pâk eyle sivâdan
Kasrına nüzûl eyleye Rahmân gecelerde…”
der ve gönüllere teyakkuz çekerek onları gece koylarında halvete çağırır.
“Hafâ” ve “ahfâ” latîfeleri ise, mahiyet farklılıklarıyla beraber, hakikati nâkabil-i idrak bir ufka müteveccih, teveccühlerinde mütelâşî, üstler üstü sır yumağı birer menba-ı hayret, kalak ve heymandırlar.. ve müstakil tahlil isterler. Tecellî-i hâs mânâsında nüzûlün ilk şereflendirdiği mecâlî, hafâ ve ahfâ şâhikaları; ikinci derecedeki mir’ât, sır ufku; üçüncü mevhibe aynası ise latîfe-i rabbâniye otağıdır.
Latîfe-i rabbâniye, gözde gözbebeği, beyinde görme merkezi, hânede kabul salonu, çekirdekte öz, lambada fitil ve Arzda Kâbe mahiyetindedir. İman, nurunu o latîfe ufkundan neşreder.. huşû, takva, muhabbet, rıza, yakîn, tevekkül, temkin, teyakkuz, havf u reca… gibi mârifet yolunun esasları hep onun yamaçlarında boy atar, gelişir. O, öyle bir sırr-ı ehadiyettir ki, ışığı iradenin el açışı, hissin sezişi ve şuurun ona karşı duruş ve teveccühünden akıp gelmektedir. Bu teveccüh kesildiğinde ziya görünmez olur, ışık söner ve latîfe de latîfe-i rabbâniye olmadan çıkar. Bu latîfe-i rabbâniye, hikmet-i vücudu sayılan teveccühünü iman, iz’an, amel-i salih ve mârifetle devam ettirebildiği takdirde her zaman semavî bir çerağ gibi par par yanar ve Hazreti Sıfât’ın bir rasat sistemi veya râsıdı hâline gelir. O, bütün şuur, ihsas ve idraklerimizin önemli bir temyiz elemanı, mârifetin madeni, ruhun da can ocağı ve ışık kaynağıdır. Ona, bu mânâda lâmekânî de diyebiliriz; bu lâmekânî latîfe, ilim ve mârifetin mihenk merkezi, ihsas ve idraklerimizin en hayatî mahzeni, küfür ve dalâletle öldürülmediği veya cankeş edilmediği sürece de her zaman Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhı ve tecellî otağıdır.
İnsan, bu latîfe gözleri ile (basîret) her şeyi olduğu gibi dupduru görür; doğru yorumlar ve yorumlarından da yanıltmayan sonuçlar çıkarır. Onun vesâyetinde insan mükâşefe ve müşâhede ufuklarına açılır, onunla sır ufkunun tabanını deler, hafâ ve ahfâ şâhikalarını tahayyül etmeye başlar. Aksine bu latîfe, günah ve mâsiyetlerle kirlenir, küfür ve dalâletlere açık hâle gelirse, o zaman da كَلَّا بَلْ رَانَ عَلٰى قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ “Hayır hayır! Gerçek şu ki, onlar yapageldikleri o kötü işler yüzünden kalblerini is-pas sardı da (ondan dolayı inkâr yaşıyorlar.)”1 mazmununca, bütün ufukları kararır; temyiz kabiliyetini kaybeder; beyazı siyah, siyahı beyaz görmeye başlar; başlar ve خَتَمَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ2 fehvâsınca Allah da ona mühür basar ve bir daha da kendine gelmesi, fıtrî safvetini elde etmesi çok zor olur. Hatta bazen bütün bütün imkânsızlaşır. Böyle bir mühürlenme ve damgalanmanın kesbi insandan, halk’ı da Allah’tandır. Bu hususu, insanın gaflet ve bir kısım fenalıklara alışması sonucu bir deformasyon şeklinde de yorumlayabiliriz. İman, amel-i salih işlene işlene insan tabiatının bir derinliği hâline gelip sübut mührüyle şereflendirildiği gibi, her biri küfrün ayrı bir kapısı sayılan günahlar da tevbe, inâbe ve evbe ile giderilmediği takdirde, insanın üst üste ve iç içe kaymalar yaşaması kaçınılmaz olur. Bu itibarla, böyle bir “hatm”de kat’iyen cebir söz konusu değildir; zira arzu, intihab, ihtiyar insana, mükellefe; böyle bir temayüle halk’la cevap vermek de –isterse vermeyebilir– Cenâb-ı Hakk’a aittir. Bu tür bir sebeple onun sonucu arasında tenasüb-ü illiyet prensibine göre tam bir münasebet görünmese de şart-ı âdî planında münasebet vardır diyebiliriz.
Latîfe-i rabbâniye kendi çapında bir ayna, Levh-i Mahfuz da kendi azametine göre ayrı bir ayna. Levh-i Mahfuz, onda tecellî eden şeylerle mahiyetinde değişikliğe uğramaz; hep lâyetebeddel bir kitap olarak devam eder. Latîfe-i rabbâniye ise, farklı arızalarla her zaman renk, şekil ve desen değiştirebilir ve bunun farkında olan ruhlar kim bilir günde kaç defa رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا “Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalblerimizi kaydırma…”3 der ve o en ulu dergâha müracaat üstüne müracaatta bulunurlar.
Konumuna göre sağlam bir duruşta olduğu sürece bu latîfe, sıfât-ı sübhaniye ufkunun iyi bir mütalâacısı, ilâhî teveccühlerin mücellâ bir aynası, mârifet, muhabbet, aşk u şevk ve cezb u incizabın da en önemli muharrikidir. İnsan onun gözleriyle öteleri temâşâ edebilir, onun kulaklarıyla çoklara müyesser olmayan harfsiz-kelimesiz hutbeler dinleyebilir ve onunla en kutsal tecellîlerin mihmandarı olabilir.. elverir ki fıtrat-ı asliyesini koruyup onu iman, mârifet ve muhabbetle tezyîn edebilsin. İsterseniz şimdilik bu latîfe-i rabbâniye konusunu Hanîfî’nin şu hoş sözleriyle noktalayıp iradeye geçelim:
“Aşk için sâf eyle gel sûfi derûn-u kalbi kim,
Zeyneder kâşânesin elbette mihmân isteyen.”
***
Usûlüddin Açısından İrade
Lügat mânâsı itibarıyla dileme, isteme, ihtiyâr etme, mütesâvi iki şeyden birini tercihte bulunma anlamlarına gelen bu kelime etrafında önemli dört ayrı cereyan oluşmuştur:
1. İradeyi bütün bütün yok sayarak, insanları da tıpkı cansızlar gibi şuursuz, iradesiz ve muhtâr değil de muztar kabul edenlerin görüşü diyeceğimiz “cebr-i mutlak” cereyanı;
2. İnsanlarda nisbî bir kudret ve irade farzetmekle beraber, bu sıfatların kat’iyen müessir olmadığını, sadece herhangi bir işe temayül gösterildiğinde bir kudret ve istitâat (istitâat maa’l-fiil) hâsıl olduğunu iddia edenlerin mütalâası sayılan “cebr-i mutavassıt” akımı;
3. İnsanı, mutlak mânâda kendi iradesi ve kendi ihtiyârıyla hareket ediyor gören ve “Kul fiilinin hâlıkıdır.” diyen, dolayısıyla da ef’âl-i beşeriyenin Allah tarafından kullara havale edilmiş olduğunu söyleyen “mutlak tefviz” hareketi;
4. Cebr-i mutlaka da, tefviz-i mutlaka da “hayır” deyip; insanın kâsib –ki لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيهَا مَا اكْتَسَبَتْ “Herkesin kazandığı iyilik kendi lehine, işlediği fenalık da onun aleyhinedir.”4 bunu açık seçik ifade eder– Cenâb-ı Hakk’ın da Hâlık olduğunu söyleyen Matürîdî medresesi.
Evet, insanda cüz-i ihtiyârî unvanıyla, bir kesb, bir meyil veya o meyilde bir tasarruf söz konusudur ki, Cenâb-ı Hak, yaratacağı şeyleri, şart-ı âdî planında –O, buna da mecbur değildir– hep böyle bir kesb, meyil veya ondaki tasarrufa göre yaratmaktadır diyen, tefviz-i mutavassıt erbabı kabul edilen Matürîdîler..
Matürîdîler’e göre, maddî-mânevî bütün mahiyetimiz gibi, kudret ve iradelerimiz de mahluktur. Ancak iki türlü kudret olduğu gibi iki nevi de irade vardır:
1. İrade-i külliye
2. İrade-i cüz’iye
İrade-i külliye bilkuvve (potansiyel) bir dileme, isteme ve seçme kabiliyetidir ki, bizimle beraber yaratılmış –şahıstan şahısa küçük bir kısım farklılıklar mahfuz– hiçbir hareket ve aktivitenin söz konusu olmadığı durumlarda bile, mahiyetimizde hep mündemiç ve vicdan mekanizmasının da harekete hazır bir rükn-ü sâmiti sayılır. Böyle bilkuvve bir iradenin hususî ve muayyen bir işe sarfedilmesine gelince ona “irade-i cüz’iye” denir ki, biz, böyle belli bir iş, belli bir hareket istikametinde ortaya konan isteme, dileme, tercihte bulunmaya “cüz’î irade” dediğimiz gibi onu “kasıt”, “azim”, “ihtiyâr” sözcükleriyle ifade ettiğimiz de olur.
Herhangi bir iş ve eserin meydana gelmesinde esas kabul edilen “illet-i tâmme” ise, insanın, şu veya bu istikamette ortaya koyduğu azm u kastın yanında, ilâhî kudret ve meşîetin taallukuna bir unvan olagelmiştir. Ona irade-i külliye veya irade-i cüz’iye demek doğru değildir. O, künhü nâkabil-i idrak bir irade ve kudret-i asliyedir ki, küllî irade mahlukiyetiyle, cüz’î irade de itibarî vücuduyla o kudretin sadece birer tecellîsinden ibarettir.
Dünden bugüne bazı kimseler, irade-i cüz’iyelerini, o nâmütenâhî kudret ve irade gibi müessir tasavvur ettiklerinden kendilerini her şeye kadir ve her istediklerini yapabilecek ölçüde muhtâr sanarak şirke kapı araladı ve bir hayli insanın da dalâlete sürüklenmesine sebebiyet verdiler. Oysaki, bugüne kadar nice devâsâ kâmetler, nice kabına sığmayan cebbarlar, nice firavunlar, nice nemrutlar bir bir geldikleri gibi bir bir gittiler; arkalarında, tarihin küflü sayfalarına emanet kirli birkaç satır ve hafızalarda da mülevves birer hatıra bırakarak geldikleri gibi gittiler. Buna mukabil tarih nice cılız gibi görülen ses ve soluklara şahit olmuştur ki, bunlar iradelerini Allah’ın özel lütuflarıyla derinleştirip güçlendirmeleri sayesinde, her zaman sinelerimizde birer yâd-ı cemil olarak yaşamakta ve hâlâ bugünkü hülyalarımıza, yarınki rüyalarımıza can olup kan olup akmaktadırlar.
Bütün bunlardan anlaşılan şudur; var olmanın da, özel bir mahiyete mazhar bulunmanın da sırlı anahtarı, evvel ve âhir hep o Kudreti Sonsuz’un elinde olmuştur ve olacaktır. O Nâmütenâhî Kudret bazılarının zannettiği gibi kâinatları yaratıp sonra da belli kanun ve nizamlara emanet eden bir kudret-i âtıla değil; O, ilklerden ilk, parça-bütün her şeyi yaratan evvellerden evvel bir ezelî ve canlı-cansız her nesneyi kendi kayyûmiyetiyle devam ettiren/devam ettirecek olan, âhirlerden âhir bir فَعَّالٌ لِمَا يُر۪يدُ “Dilediği her şeyi yapıp yaratan.”5 ebedîdir. Bu müstakim düşünceyi kavrayamayanlar, biraz da her şeyi varlığın dış yüzü itibarıyla ve tekvînî emirlerdeki şartlı determinizmaya göre değerlendirdiklerinden, acz ü ihtiyaç psikolojisiyle itidali koruyamayıp yer yer cebre düştükleri gibi, şartların elverdiği, istek ve dileklerinin karşılık bulduğu, dolayısıyla da bütün bütün küstahlaştıkları dönemlerde de mutlak tefvize saplanarak “ben ben” demeye başlamışlardır. Oysaki insanoğlu, beden ile ruhun, kalb ile aklın, kabiliyet ile inayetin, esbaba riayetle “Müsebbibu’l-Esbâb”a itikadın, irade ile mecburiyetin birleşik noktasında bütün yaratılmışlardan farklı bir câmiiyeti haiz, bir fâil-i münfail, bir muhtâr-ı muztar, bir sahib-i akl u kalb, bir merhamete muhtaç ve merhamet edilen, bir teveccühte bulunduğunda tenevvür eden, çok buudlu garip bir varlıktır ve hiçbir vasfı ve hususiyeti itibarıyla da mutlak ve müteâl değildir. Bu itibarla ıztırara saplananlar, farkına varsınlar-varmasınlar, Allah’a zulüm ve cevr isnad etmiş olurlar. Hep ihtiyârdan dem vuranlar da sonuçta insanı ilâhlaştırmış sayılırlar. “Sırat-ı Müstakîm” erbabı ise ne mutlak cebr iddiasında bulunmuş ne de bilâkayd u şart mutlak ihtiyârdan dem vurmuşlardır; aksine onlar, insanoğlunun acz ü fakrını, ihtiyaç ve ıztırarını Kudreti Sonsuz’un bir şahid-i sadıkı görmüş, arzu ve iradelerini de Allah meşîetinin rahmet televvünlü bir ihsanı bilmişlerdir. Evet onlar, kendi darlıkları içinde mücessem birer ıztırar ve ihtiyaç timsali, Hakk’ın engin rahmeti sayesinde de birer mukayyed muhtârdırlar. Bütün inayet ve lütufların Allah’tan olduğuna inanır, vesilelik planında bunlara mazhariyeti de ihtiyaç, arzu, istek ve temayüllerine bağlayarak sebeple sonuç arasında bir münasebet bulunsun-bulunmasın esbaba riayette kusur etmemeye çalışır ve tercihlerine göre muamele göreceklerini de asla hatırlarından çıkarmazlar.
Evet işte biz her zaman bu çizgiyi korumaya çalışır ve “ef’âl-i ihtiyâriye” dediğimiz şeyleri, irade-i cüz’iye açısından kendimize nisbet ederek “yedik, içtik, uyuduk, oturduk, kalktık..” demede beis görmeyiz ve bu tür işlerin en yakın sebebi olmamız itibarıyla da bu kabîl ifadeleri mahzursuz sayarız. Bununla beraber, bu fiilerin hakikî sebebi biz olmadığımıza, bizim de diğer sebeplerin de birer perde bulunduğuna yürekten inanır ve “Madde âtıl, sebepler şuursuz, bizler tâlib u kâsib, Allah ise biricik Hâlık’tır.” deriz. Aksine, irade-i cüz’iyelerini her şey sayanlar ve taleplerini de bilâkayd u şart var olmanın mutlak sebebi görenler, her zaman itikadî bir inhiraf içinde bulunmalarının yanında çok defa, isteyip talep ettikleri şeylerin gerçekleşmediğini gördüklerinde akidelerinin aksine gidip kopkoyu bir cebre gömülmüş ve ye’se yuvarlanmışlardır. Vâkıa, Cenâb-ı Hakk’ın “Cebbar” ve “Kahhar” ism-i şerifleri, her zaman istediğini râm etmeyi, dilediğine dilediğini yaptırmayı hatırlatmaktadır; ama, böyle bir mülâhazadan O’nun, kulların cüz’î irade ve ihtiyârlarını nazar-ı itibara almadığı mânâsı kat’iyen çıkarılamaz; O, Cebbar u Kahhar olduğu gibi “Rahmân u Rahîm” ve “Âdil u Hakîm”dir de.
İrade denince hâl ehli ondan sıdk, ihlâs, vefa, Hak rızası ve i’lâ-i din… gibi hususlarla alâkalı temayül, niyet, azim ve kararlılığı anlamış ve onu hemen her zaman uhrevî değer hükümlerine bağlı mütalâa edegelmişlerdir. İradeden dem vurup sürekli eğri-büğrü yaşama; yaptığı, yapacağı şeyleri bir karşılığa bağlama; hak etsin-etmesin ömrünü beklenti içinde geçirme; duygu, düşünce ve projelerini riya ile, süm’a ile kirletme, hatta şirkle karartma, iradeye karşı en büyük saygısızlık ve Sahib-i iradeye karşı da bir küstahlık sayılmıştır.
Âriflerin mebde-i hareketlerinde burhana bağlı yürümeleri, her hâllerinde beyanı takip etmeleri ve irfana ulaşma cehdini göstermeleri iradenin ilk hamleleri sayılır. Temayüllerini inkıtasız bu istikamette devam ettirebilene “mürîd” denir. Böyle bir gayretin devam ve temadisi neticesinde hâlis vicdanlara nazar-ı Hak ayan olur; ve bu kez de mürîd murada inkılâp eder. Yani bu ölçüde Hakk’ı arayanı gök ehli aramaya durur ve o kimse de artık Hakk’ın matmah-ı nazarı olur.
İrade, bir temayül, bir cehd, bir gayret, bir azim ve kararlılık olduğu gibi, sonunda şereflendirileceği cezb u incizabla da Hakk’a vuslatın en önemli vesilelerinden biridir. Cenâb-ı Hakk’ın iradeye yüklediği değer sayesinde insan, azm ü cehdi ve sabr u ikdamıyla dünyada uhrevîler gibi yaşar; maddî-mânevî hazlarını terk edip kalben tam bir târik-i mâsivâ hâline gelerek âdeta aşkınlığa ulaşır. İnsan, bir kere dileğini tam ve yerinde tutmaya dursun –aslında o, bunu hakkıyla başarabilir– Hak da murad buyurursa, ruh ilk adımda sıyrılır gafletten ve ulaşır “tebah” ufkuna; serer seccadesini tevbe, inâbe, evbe zeminine; durur takva ve vera’ soluklamaya, sıdk u ihlâsla nefes alıp vermeye; muhasebe ve murâkabeyle mırıldanmaya ve derken yürür tevekkül, teslim ve tefviz zirvelerine…
Bu mânâda, ehl-i irade ehl-i tefviz demektir. Mürîd iradesini evvelâ mürşidin iradesinde ifnâ eder, Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhi salevâtullâhi ve selâmuh) iradesiyle bir “ba’sü ba’de’l-mevt”e ulaşır.. ve tam o ufkun şualarıyla ayrı bir fenâ-i mukayyed zevkiyle “gaşy” içindeyken, ilâhî irade ve meşîetin şiddet-i zuhuruyla hâlî ve zevkî bir fenâ-i mutlak içinde kendini bulur. Buna “fenâ fi’l-irade” diyeceksek, bundan sonra kendini bir farklılık içinde duyuşuna da “bekâ bi’l-irade” diyebiliriz. Böyle bir sâlikin nazarında kelâmcıların “hakâik-i mümkine” dedikleri her şey adem rengine bürünür ve müşâhede ufkunda “Hakikatü’l-Hakâik”ten başka bir şey kalmaz. “Allahım, kendi istek ve dileklerimden teberrîde bulunarak Senin irade, meşîet ve rızanı talep ediyorum!” sözleri her zaman bu ufkun tâliplerinin vird-i zebanı olagelmiştir.
İradeyle alâkalı bu mazhariyetler, cehd ü gayrete, sadakat ve ihlâsa Allah’ın birer lütfudur.. ve zannediyorum yolun başındakilerin bunları duyması da imkânsızdır. İrade hak yolcusunun ilk soluğu ve Hazreti Murâd’a götüren yolun da ilk menzilidir. Sâlik bu menzilde ilm u burhan arası gider gelir; ikinci kademde burhan u irfan temâşâsıyla gözüne, gönlüne ziya saçılır; üçüncü adımda kalbin, sıfât-ı sübhaniye ufkunu müşâhedesiyle ürpertiler yaşar; bir hamle daha yapabilirse sır dürbününü ulûhiyet ufkuna tevcih eder ve donanımının müsaadesi ölçüsünde hayret ve kalaklar yaşamaya durur.
Bazıları da sâlikin iradesini azm u gayreti açısından şöyle bir cehd ü himmet vetiresi içinde mütalâa etmişlerdir: İlk defa kalb iradî olarak sadakat ve ihlâsla Hazreti Matlub’a teveccüh eder; derken cezb u incizabla, iradenin maruz kaldığı/kalacağı usürler yerlerini yüsürlere bırakır. Mevsimi gelip de, yakınlık meltemleri ruhu okşamaya başlayınca, onun bütün benliğini dayanılmaz bir aşk u iştiyak hissi kuşatır; kuşatır da temayüller mukavemetsûz birer düşkünlüğe dönüşür.. ve artık sâlik, her nefes alışverişinde “Ciğerim kebab oldu / Derdime derman yok mu?” der inler. Dahası iradesinin hakkını tam eda etmiş böyle bir babayiğit an olur, aşkı da unutur ve âdeta hep bir gaşy yaşamaya başlar. Öyle ki Leylâ’nın yanında iken dahi Leylâ rüyaları görür ve Leylâ hasretiyle sızlanır. Aslına bakılırsa, tatmayan bilmez.. duymayan anlamaz.. tadanlar söylemez.. söyleseler de çok kimse inanmaz.
Zihin
Zihin; anlama, bilme, belleme melekesi ve şuur aktivitesinin bir havzı, bir kütüphanesi ve âdeta bâtınî bir laboratuvardır. Şuuraltı-şuurüstü müktesebât zihin disketine akar, hafızaya dökülür, işlenir, sonra da tedayi kodlarına bağlanarak dışa vurmaya hazır bir hâl alır ve aktif beklemeye geçer.
Zihin konusunda şuur en önemli bir elemandır. O başka şeyleri duyup değerlendirdiği gibi kendisinin de farkındadır; aynı zamanda basit ihtisaslarının yanında, mürekkep ve oldukça komplike ihsaslara da açık bir donanımı haizdir. Şuuru, insanî duyguların, ihsasların ve ihtisasların merkezi şeklinde yorumlayanlar da olmuştur. Ayrıca onu, kendi muhtevasının (zihnî müktesebât) farkında olması ve akılla irtibatlı bulunması itibarıyla, zâhir-bâtın bütün his âlemine açık bir latîfe olarak yorumlayanlar da az değildir.
İslâm ulemâsının bir kısmı şuuru, zuhûlün zıddı görerek, henüz his hâlinde bulunup akıl ve hafızaya tamamen mâl olmamış, idrakin ilk basamağı, zâhiri bilme ile bir şeyin ilk duyulma mertebesi ve zihnin de ilk tecellîsi diye yorumlamışlardır. Buna göre biz şuura, ruhun mânâya ilk ulaşma köprüsü de diyebiliriz. Bunu şöyle bir vetireyle açmak mümkündür: Ruh, bir şeyin “mahiyet-i nefsü’l-emriyesi”ne muttali olmuş ise o bir “tasavvur”; ilk tesir ve teessür faslı geçtikten sonra, müracaat edildiğinde o bilgiler değerlendirilebilecek şekilde korunmaya alınmışsa o bir “hıfz” ve daha sonra bu müktesebât değerlendirilmek üzere ele alınabiliyorsa o da bir “tezekkür” ve “tahattur” olarak yâd edilegelmiştir.
Şuur, bir mânâda bilmenin ilk ve en zayıf mertebesidir. Zihinde tam istikrar sağlayacağı ana kadar da onun tam değerlendirilmesi söz konusu değildir. O, ağaca nisbeten bir çekirdek, canlıya nisbeten bir sperm keyfiyetinde, zayıf mahiyetli, fakat istikrara açık, vicdan içinde önemli bir rükün ve dayanaktır. Şuur bir yanıyla, zâhirî hâsselerle haricî ihsaslara dayanır ve zihni bu yolla besler. Buna karşılık bir de, nefsin kendinin şuurunda olması hususu vardır ki buna da hiss-i bâtın derler ve zihinleşen vicdanın rüknü de işte onun bu yanıdır. Tam zihinleşip hafızada karar kılmış böyle bir şuura tezekkür, tahattur, tedebbür ve tefekkür taalluk eder ki, bu artık basit ve ibtidâî kabul ettiğimiz tek buudlu şuur değil, tahlil ü terkibe müsait değişik eb’âdı haiz tam bir şuurdur. Terkib ü tahlile giren böyle bir şuur, hafızada birer zihnî surete bürünür ve aklın kullanmasına müsait hâle gelir ki, asıl ilim de işte bu merhaleyi müteakip ortaya çıkar. Akıl, her zaman şuurun çakmasıyla devreye girer ve zihne akan bilgilerin taakkul ve tedebbürüyle ruhî duruma göre kuvve-i müfekkireyi tetikler; böylece tasavvur, taakkul, tefekkür sistemleri bir bir harekete geçer ve şuurdan zihin laboratuvarlarına, bu laboratuvarlardaki tahlil ve terkip imbiklerine yerleşik bilgiler akmaya başlar; derken latîfe-i rabbâniyenin rengine, iradenin desenine göre yeni yeni komprimeler ortaya çıkar.
Zihin, her zaman şuur kanallarıyla beslenir; elde ettiği bilgileri arşivler veya disketler, değişik kuvvelerin değerlendirmesine hazır hâle getirir; ne var ki şuurun da kendine göre önemli bir bilgi kaynağı vardır; işte bu kaynak da histir.
His
Kendi dışındaki nesneleri duyma ve sezme hâli diyeceğimiz his, hiss-i zâhir ve hiss-i bâtın olmak üzere ikiye ayrılır:
1. Kuvve-i bâsıra (görme duyusu), kuvve-i lâmise (dokunma duyusu), kuvve-i sâmia (işitme duyusu), kuvve-i şâmme (koklama duyusu), kuvve-i zâika (tatma duyusu) gibi zâhirî kuvvelerin yanında, hayaliye, iradiye, musavvire, mutasarrife, müdrike, müfekkire, vâhime, zâkire… gibi bir kısım bâtınî latîfeler de vardır ki, bunların hemen hepsi vicdanın diğer rükünleriyle koordinasyon içindedirler ve her latîfe kendini alâkadar eden hususlara kendi boyasını çalar, –hayatiyetini devam ettiriyorsa– onları kendi ufkuna yönlendirir ve yaratılış gayelerine göre bir hedefe bağlar.
Zâhirî duyu organları veya bâtınî latîfelerle duyulup zevk edilen şeylerin sebeplerine şayet haricî bir kıymet atfedilebiliyorsa bu bir ihsastır ve objektif olarak şuurun ilmî kıymeti de işte onun bu yönü itibarıyladır. Aksine, bilinmedik bir sâikle (hiss-i sâika) ihtiyârsız herhangi bir cihete yöneliyor veya sebepleri sezilmedik bir şevk duygusuyla (hiss-i şâika) keyiflenip neşeleniyorsak, bu da bir ihsas-ı bâtın veya daha doğru ifadesiyle bir ihtisastır; sübjektiftir ve kıymet-i ilmiyesi de ona göredir.
Evet, hissin temelinde, sevindirici bir hâdisenin zuhuru, bedenin soğukta üşüyüp titremesi, sıcakta terlemesi, karanlıkta bir ışığın çakması, gelip kulaklarımıza bir sesin çarpması… gibi büyük-küçük herhangi bir sebep varsa o bir ihsastır ve herkesçe anlaşılıp kavranan asıl şuur da işte budur.
Ne var ki, böyle bir şuurla ancak mahsûs olan nesneler duyulup, görülüp kavranabilse de, mâverâ-i tabiat, fizikötesi bütün gayb âlemleri böyle bir ihsas dairesinin dışında kalır ve ayrı bir ihsas isterler. Hz. Musa’nın mahsûsât ufku itibarıyla أَرِن۪ۤي أَنْظُرْ إِلَيْكَ “Görün bana bakayım Sana!”6 talebine لَنْ تَرٰين۪ي “Asla göremezsin.”7 şeklinde cevap verilmesine mukabil, Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhi efdalüssalevât ve etemmütteslîmât) –Miraçta böyle bir rü’yeti kabul edenlerce– mir’ât-ı ruhuna göre O’nun müşâhedeyle şereflendirilmesi, fenâ-i hissiyat ufku sayılan “Kâb-ı kavseyni ev ednâ” mertebesini ihrazı veya ruhu gibi beden-i misalîlerinin de ötelere ait hususiyetiyle mücellâ bir ayna olması itibarıyladır ki, bir hak dostu:
Yâ Resûlallah, yüzün oldu Senin mir’ât-ı Hak,
Zâhir oldu suretinde sırr-ı pâk-i Zât-ı Hak;
Mushaf-ı esrar-ı Mevlâ’dır vücudun serteser;
Sûretin sûresi içre var durur âyât-ı Hak.
diyerek bunu ifade etmeye çalışmıştır.
Hâsılı, zâhir-bâtın her hissin bir ihsas bir de ihtisas yanı vardır. Hissin, ilmî ve objektif olması onun ihsas yanı itibarıyladır. Aksine ihtisas yönü ise sübjektiftir; şahıstan şahsa, hâlden hâle her zaman bir farklılık arz edebilir.
Sofîler, his konusunda şöyle bir tasnif üzerinde duragelmişlerdir:
1. Mübtedîlerin âlem-i mülk ve melekûtla münasebetleri hissiyat iledir; onlar daha ötesini asla idrak edemezler.
2. Mutavassıt bir sınıf sayılan havassın hem mülkle hem de melekûtla alâkaları melekât-ı ruhiye ve akliye iledir.. ve bunlar her zaman ufuk ötesini de müşâhedeye namzet sayılırlar.
3. Ömürlerini kalb ve ruhun zirvelerinde sürdüren haslar üstü haslara gelince, bunların Hak’la irtibatları özel bir mevhibe ve teveccüh eseri olarak latîfe-i rabbâniye ve sır rasathanesiyledir. Hz. Musa’da söz konusu olmasa da, hiss-i zâhirin hicab teşkil ettiği kimseler لَنْ تَرٰين۪ي8 ile mahcûb u mukayyettirler; hiss-i bâtınıyla kanatlanmış ervah-ı neyyire ashabı ise سَتَرَوْنَ…9 bişaretiyle mübeşşerdirler.
Şimdi isterseniz bu önemli konuyu da yine Bediüzzaman’ın veciz bir mütalâasıyla hulâsa edip noktalayalım:
İyiyi kötüden ayırt edip iyilikten lezzet ve inşirah duyan, kötülüklerden de muzdarip ve mükedder olan vicdan dediğimiz fıtrat-ı zîşuurun, latîfe-i rabbâniye, irade, zihin ve his gibi dört ana unsuru vardır ki, bunlar aynı zamanda ruhun da hâssaları sayılırlar. Değişik vazife ve fonksiyonlarının yanında bunlardan her birerlerinin bir de gâyetü’l-gâyâtı vardır: İradenin ibadetullah, zihnin mârifetullah, hissin muhabbetullah, latîfe-i rabbâniyenin de müşâhedetullahtır.. ve takva denilen ibadet-i kâmile de işte bu dört hususu tazammun etmektedir ki, şer’-i şerif bunları hem tenmiye hem tehzîb hem de gâyetü’l-gâyâta sevk etmektedir.10
اَللّٰهُمَّ أَعِنَّا عَلٰى ذِكْرِكَ وَشُكْرِكَ وَحُسْنِ عِبَادَتِكَ،
اَللّٰهُمَّ أَحْسِنْ عَاقِبَتَنَا فِي الْأُمُورِ كُلِّهَا وَأَجِرْنَا مِنْ خِزْيِ الدُّنْيَا وَعَذَابِ الْاٰخِرَةِ.
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى مِفْتَاحِ الْكَوْنِ وَالْأَكْوَانِ وَتَرْجُمَانِ الْقُرْاٰنِ وَاٰلِه۪ وَأَصْحَابِهِ الطَّيِّب۪ينَ الطَّاهِر۪ينَ مَا دَامَ الْمَلَوَانِ.
1Mutaffifîn sûresi, 83/14.
2Bakara sûresi, 2/7.
3Âl-i İmrân sûresi, 3/8.
4Bakara sûresi, 2/286.
5Hûd sûresi, 11/107; Bürûc sûresi, 85/16.
6A’râf sûresi, 7/143.
7A’râf sûresi, 7/143.
8A’râf sûresi, 7/143.
9Buhârî, mevâkît 16, 26, tefsîru sûre (50) 2, tevhîd 24; Müslim, mesâcid 211.
10Bediüzzaman, Hutbe-i Şâmiye s.181 (İkinci Zeyl, İkinci Kısım).