Vicdan ve Ruhun İklimi
Gerçek hayat, vicdan ve ruhun öteler esintili duru ikliminde yaşanan hayattır; önü ve sonu itibarıyla da asla elemi, kederi, hasreti yoktur.
Hayatı, bütünüyle cismaniyete bağlayan düşünce; mide, bağırsak ve yemek borusunu insan varlığı üzerinde en hâkim unsurlar hâline getirmiş ve insanı bedenî hazlarının âzâd kabul etmez kulu, kölesi yapmıştır.
Yıllar var ki, bu kahredici anlayış içinde insanımızın hem duygu ve düşünceleri, hem de ruhî ve vicdanî temayülleri kaynayıp gitmiştir. Cismaniyetin bu öldürücü girdabında fert, sadece, yiyen, hazmeden, ıtrahta bulunan, şehvetini tatmin yollarını araştıran tâli’siz bir mahlûk; yuva, bağrında bu çeşit bahtsızları barındıran bir tavla; yığınlar da, sağda-solda münbit meralar araştıran sürülerden farksızdır.
Yine bu melun anlayışa göre, geçmiş-gelecek her şeyiyle birer masal, öteler ve ebed düşüncesi faydasız birer hülya, ruhanî zevkler ise, birer garip tesellisinden başka bir şey değildir. Varsa da-yoksa da hâl’i değerlendirip hayattan kâm almak ve bedenî zevklerle gününü gün etmek…
Oysaki, geçmişten gelen inanç ve azmimiz, geleceğe açık düşünce ve tavrımız, bizlere, yaşamaktan daha zevkli, daha güzel şeyler fısıldar. Bizler, gönüllerimizin ihtiyacı olan ve fakat bir türlü erişemediğimiz bütün sevinçleri, saadetleri bu inanç ve bu düşüncede bulur; sonra da her an perde perde ayrı bir vuslata erer gibi oluruz.
Bu aydınlık dünyada geçmişin bağrından ve atalarımızın düşünce ırmağından çağlayıp gelen şeyler, hiçbir zaman ölü birer hatıra ve tarihin sayfaları arasına sıkıştırılmış birer vak’a raporu olmadığı gibi çok eskilerden gelen bu soylu millet ağacının, şanlı bir geleceği bağrında besleyip büyütmesi de kat’iyen bir hayal değildir. Aksine, şanlı cedlerimizden tevarüs ettiğimiz her şey, onların kalb ve his dünyalarının ayrı ayrı perdeden sesleri ve bin bir ibret sayfalarıyla mazinin belagatli bir lisanı olması itibarıyla, daima, yarınlarımıza ışık tutan birer meşale ve bizlere var olma yollarını gösteren birer rehber vazifesini göreceklerdir.
Bu anlayış sayesindedir ki, hemen hepimiz, ileride elde edeceğimiz bir aydınlık devir ümidiyle yaşar; hatta onu, hasretini çektiğimiz “Yitirilmiş Cennet” sayarak rüya ve hülyalarımızda, inançlarımızın kollarıyla yakalamaya çalışır; onun semalarında uçar, onun atmosferine dalışlar yapar, onun havasını teneffüs eder ve bütün bir ömür boyu ondaki yerimizi almak için çırpınır dururuz. Çırpınır dururuz; zira, kaderimiz Âdem Nebi’nin kaderi, cebren iskâna memur edildiğimiz yer eski dünyalara nisbeten mahzun Serendip; bizler ise, kadrini bilemeyip dün elden kaçırdığımız Cennetleri hasretlerle, iştiyaklarla anan, arayan batızedeleriz.
Evet, Âdem Nebi, Cennet’teki memnu’ meyveye el uzatınca yurdundan yuvasından oldu; kendini sıra sıra sıkıntı ve hasretler içinde buldu. Bizler ise, batının melun ve memnu’ meyvesi sayılan, onun medeniyet anlayışına, çarpıcı fanteziyelerine ve yalancı vaadlerine aldanarak her şeyimizi yitirdik ve milletler arası muvazene unsuru olma mevkiinden, devletler arası gülünçlerden gülünç en acınacak seviyeye düştük.
Dünkü yerimiz, şimdilerdeki hasret ve inkisarlarımız içindir ki, bugünkü nesiller, en büyük kahramanlıklar içinde en büyük fedakârlıkları, en derin aşk içinde en çaplı hizmetleri, en sağlam tevekkül içinde en mantıkî sistemleriyle kaybettikleri zirvelere yeniden tırmanma, rüya ve hülyalarında görüp duydukları Cennetleri elde etme; hislerinin hudutsuzluğu, duygularının sonsuzluğuyla düşünce gergeflerini geçmişin kanaviçesi üzerine ve fakat bugünün renk ve desenlerine göre işleme mecburiyetindedirler. Yoksa daha bir süre hasret içinde inler dururuz.
Sinelerinde aşk u heyecan, dillerinde ölümsüzlük nağmeleri, gönül gözleri dünü-yarını bir arada müşâhedeye uyanmış yolu gözlenen bu yiğitler, hiçbir yana iltifat etmeden, hiçbir şey karşısında dize gelmeden, kaderlerinin yazılarını ilan edecekleri noktalara doğru ilerlerken, dünyaları yerinden oynatacak bir müthiş iman, bir müthiş aşk ve bir müthiş heyecanla yollarına devam etmelidirler ki, arkadan gelen inançlı nesillerin iradelerine kuvvet, ümitlerine fer verip karanlık ruhları da yeis ve hasretler içinde bırakabilsinler.
Büyük ölçüde daha şimdiden, dünyanın dört bir yanında aşkla şevkle gerilmiş mü’min nesiller, kendi mübarek dünyalarını ararken, duyup tattıkları, görüp hissettikleri Hakk’ın lütuflarının cazibe ve çarpıcılığı karşısında, ne fânilik ve cismaniyetin aldatıcılığına, ne de her dönemeçte yollarını kesen gulyabânîlerin çokluğuna aldırmadan tâli’li tırmanışlarına devam etmekte ve zirvelerin hesabıyla dolup taşmaktalar bile.
Her gün biraz daha güçlü, biraz daha azimli, biraz daha iradeli ve soluk soluğa koştukları bu yolda, ruhlarının ebedîleştiğini, sonsuzluk düşüncesinin bütün benliklerini sardığını, cismaniyet ve bedenin ağırlıklarından kurtularak melekler gibi birer mânevî varlığa inkılap ettiklerini duyan ve bu yüksek ruh haletinden ayrılmayı asla düşünmeyen bu hasbî ruhlar, gönül verdikleri bu aydınlık yoldan uzaklaşmayı en büyük günah sayacak ve görüp sezdikleri ışıklara, ruhlarını dolduran seslere, daha doğrusu Hakk’ın, gönüllerine saldığı ezelî vaadlere doğru ve geçmiş ömürlerimizi yeniden bize kazandırmak, her biri birer hatıra, şuraya buraya dağılmış bir gül devrinin bütün güzelliklerini bir araya getirmek, sonra da bizlere bütün zamanları birden yaşatmak için kendilerini Cennet esintilerine kaptırmış gibi, alabildiğine şevkli, alabildiğine neşeli, hiçbir şeye takılıp kalmadan, fevkalâde kıvrak, çalımlı ve tıpkı bir zafer yürüyüşüyle hayatın daha bahtlı, daha intizamlı olduğu iklimlere koşacak ve bizlere, gönüllerimize, hülyalarımıza, emellerimize sığmayan en tatlı devirleri yaşatacaklar.