Vilâyet

Birinin idaresine verilen şahıs, toplum, memleket veya ülke mânâlarına gelen vilâyet; sofiye ıstılahında, sâlikin, nefis ve enaniyet cihetiyle fâni olması ve Hazreti Vacibü’l-Vücud’a karşı yakınlık kazanması yolunda, üzerinde Zât-ı Hayy-ı Kayyûm’un hâkimiyetini duymasıdır ki; bu seviyeye ulaşan hak yolcusu, ilâhî tevellîye erer, temkine mazhar olur ve kurb ufuklu yaşar. Vilâyetin mebdeine اَللّٰهُ وَلِيُّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُواۙ يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ “Allah îmân edenlerin muhibbi ve veliyyü’l-emridir, onları (hidayet ve tevfikiyle) karanlıklardan ışığa çıkarır.”1 nurefşân beyanıyla; müntehâsına da أَلَۤا إِنَّ أَوْلِيَۤاءَ اللّٰهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ “Bil ki Allah’ın veli (kul)ları için hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olacak değillerdir.”2 şerefbahş fermanıyla işaret buyrulur.

Vilâyete mazhar olana “veli” denir ki; bu aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın mübarek isimlerinden biridir. Bu isme tam bir “mâkes-i münevver” ve “mir’ât-ı mücellâ” olmuş veli, “fenâ fillâh” ve “bekâ billâh”a da mazhar sayılır. Ancak velinin bu mazhariyeti onu, Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’dan müstağni kılamaz. Bilakis, mertebesi ne olursa olsun, bütün hak dostlarının en bereketli feyiz kaynaklarından biri, hatta vesileliğinin hususiyeti itibarıyla birincisi, “mişkât-ı nübüvvet” ve “kevser-i hakikat” olan Hz. Zât-ı Ahmediye (aleyhissalâtü vesselâm) ve O’na tebaiyettir. Bu husus, Kur’ân-ı Kerim’de birkaç yerde gayet “net” olarak vurgulanır ve o menba-ı feyz ve maden-i hakikate dikkatler çekilir. İşte o pür-envâr beyanlardan biri:

قُلْ إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُون۪ي يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ “De ki eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin…”3

“Gülşen-i Râz”da bu gerçek şu renkli ifadelerle dile getirilir:

نَبِـي چُون آفتَاب آمَد وَلِي مَاه……مُقَابِل گَردَد اَندَر «ل۪ي مَعَ اللّٰهِ وَقْتٌ»

زِ(إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ) يَابَد اُو رَاه……بَـخَلوَتـخَانَــهءِ (يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ)

“Nebi güneş, veli de ‘Benim Allah’la öyle bir anım vardır ki’4 mülâhazasıyla serfiraz olan o güneşe karşı ay gibidir. Veli ancak [Eğer siz O’nu seviyorsanız]’dan [Allah da sizi sever] halvethânesine yol bulur.”

Evet, ay, güneşten nurunu aldığı gibi, veli de ancak, nebiye uymak suretiyle tenevvür eder.. eder ve Hak ziyasını aksettiren bir mir’ât-ı mücellâ olur. Bir mânâda bu mülâhaza enbiyâ için de söz konusudur; bu itibarla da O Sultan-ı enbiyâdır.

فَإِنَّهُ شَمْسُ فَضْلٍ هُـمْ كَوَاكِبُهَا……يُظْهِرْنَ أَنْوَارَهَا لِلنَّاسِ فِي الظُّلَمِ

وَكُلُّ اٰيٍ أَتَى الرُّسُـلُ الْكِرَامُ بِهَا……فَـإِنَّمَـا اتَّصَلَتْ مِنْ نُورِه۪ بِهِمِ

“İnsanlığın İftihar Tablosu, bir fazilet güneşi, onlar da yıldızlar gibidirler ki, insanlara ışıklarını ancak her yanın karanlığa gömüldüğü durumlarda izhar ederler. (Aslında) Peygamberân-ı izâm’ın gösterdiği her mucize, Peygamber aleyhissalatü vesselâmın nurunun onlara ittisali sebebiyledir.” Ruhun şâd olsun Bûsîrî..

Veli kelimesi, ya fail mânâsına gelir; o takdirde, günahlara karşı tavır alan ve ibadet ü taata karşı da dişini sıkıp sabreden; yahut mef’ûl mânâsına hamledilir ki, o zaman da, Cenâb-ı Hakk’ın inayet, riayet ve hıfzına mazhar olmuş tali’li demektir ki; bu izah, bir kudsî hadiste ortaya konan, Allah’la kul arasındaki zımnî mukavele ile tam uyum arz eder. Üzerinde pek çok durulan bu kudsî hadisin metnini teberrüken kaydetmek istiyorum:

إِنَّ اللّٰهَ تَعَالٰى قَالَ: مَنْ عَادٰى ل۪ي وَلِيًّا فَقَدْ اٰذنْتُهُ بِالْحَرْبِ. وَمَا تَقَرَّبَ إِلَيَّ عَبْد۪ي بِشَيْءٍ أَحَبَّ إِلَيَّ مِمَّا افْتَرَضْتُ عَلَيْهِ. وَمَا يَزَالُ عَبْد۪ي يَتَقَرَّبُ إِلَيَّ بالنَّوَافِلِ حَتّٰى أُحِبَّهُ. فَإِذَا أَحْبَبْتُهُ كُنْتُ سَمْعَهُ الَّذ۪ي يَسْمَعُ بِه۪ وَبَصَرَهُ الَّذ۪ي يُبْصِرُ بِه۪ وَيَدَهُ الَّت۪ي يَبْطِشُ بِهَا وَرِجْلَهُ الَّت۪ي يَمْش۪ي بِهَا. وَإِنْ سَأَلَن۪ي لَأُعْطِيَنَّهُ وَلَئِنِ اسْتَعَاذَن۪ي لَأُع۪يذَنَّهُ.

“Allah Teâlâ buyuruyor ki: Her kim Benim velilerimden bir veliye düşmanlık ederse, şüphesiz Ben ona ilan-ı harp ederim. Kulum kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevgili hiçbir şey ile Benim kurbiyetime mazhar olamaz. Bir de kulum nafileler ile Bana yaklaşır ha yaklaşır ve nihayet öyle bir hâle gelir ki artık Ben onu severim. Onu sevince de, onun işiten kulağı, gören gözü, tutup yakalayan eli ve yürümesine vasıta olan ayağı olurum (Hâsılı; onun işitmesi, görmesi, tutması, yürümesi doğrudan doğruya meşîet-i hâssa dairesinde cereyan etmeye başlar). Böylesi bir kul Benden birşey isterse istediğini muhakkak ona veririm. Bana sığınırsa onu hıfz ve sıyanetim altına alırım.”5

Bu açıdan hemen her devirde vilâyetin iki önemli buudu üzerinde durulmuş ve bu iki şey bir vâhidin iki yanı olarak kabul edilmiştir:

1. Sâlikin, kılı kırk yararcasına hukukullaha riayeti.

2. Buna karşılık Cenâb-ı Hakk’ın da onu hıfzına, riayetine ve kelâetine alması.

Bu hıfz u riayet, nebide masumiyet, velide de mahfûziyet şeklinde tecellî eder.. ve bu iki husus birbirinden farklı şeylerdir.

Evliyâ-i kirâmın mükerremiyeti muhakkak, kerameti hak; ama her veli için şart değildir. Bir velinin kendi vilâyetini bilip-bilmemesi ihtilaflı olsa da, bir kısım mazhariyetlerinin bulunduğunda şüphe yoktur.

İbrahim Ethem bu hususiyetleri: “Kesben olmasa da kalben dünyayı terk etme; bütünüyle Allah’a yönelme ve sürekli O’nun teveccühünü bekleme..”

Yahya b. Muaz: “Üns billâh’a ulaşma yolunda her sıkıntıyı göğüsleme ve her şeye katlanma..”

Bâyezid-i Bistâmî: “Onca ibadet ü taat ve kulluktaki fevkalâde hassasiyetine rağmen, başkaları tarafından bilinme arzusuna kapılmama…” şeklinde kaydetmişlerdir ki, Harraz’ın ifadesiyle, bu evsâfı haiz olan hak dostuna Cenâb-ı Hak kendini anma kapılarını aralar.. sâlik, zikirden lezzet almaya başlayınca, Hazreti Mezkûr da elinden tutar onu “kurb” zirvesine ulaştırır. Sonra da vefa ve sadakatine göre ona “üns billâh” hil’atini giydirir. Ve artık bu zirvede sâlik, sadece O’nu duyar, O’nu düşünür, O’nunla oturur kalkar ve O’ndan ötürü olanların dışında, ağyâra karşı da tamamen kapanır. Hatta O’ndan gelen ikram ve ihsanlardan bile mekr olabileceği mülâhazasıyla tir tir titrer. Evet, Peygamber’in peygamberliği ve bu kudsî mazhariyetin bir tezahürü olan mucizelerini izhar etmesi O’nun misyonunun gereği olmasına karşılık, velinin kendini de, kendiyle alâkalı tecellîleri de gizlemesi edeptir.

Bu hususu İbnü’l-Arabî şöyle ifade eder:

سَتْرُ الْكَرَامَةِ وَاجِـبٌ مُتَحَقِّقٌ……عِنْدَ الرِّجَالِ فَلَا تَكُنْ مَخْذُولًا

وَظُهُورُهَا فِي الْمُرْسَل۪ينَ فَر۪يضَةٌ……وَبِهَا نُـزِّلَ الْوَحْيُ تَنْـز۪يـلًا

“Hak dostları nezdinde kerameti gizlemek vaciptir. (Zinhâr izhar edip) mahzül ve rüsva olma! Peygamberlerin (onların elleriyle gösterilen harikaları) açıklamaları lâzımdır. (Zira) vahyin gelişinin bu (harika)larla iktiranı vardır.”

Buradaki keramet hissî keramettir ki, gönle geleni bilmek.. bazı gaybî şeylerden haber vermek.. tayy-i mekân edip az zamanda çok mesafe almak.. tayy-i zamanla serfirâz olup, kısa bir süre içinde pek çok şey yapmak… gibi harikalar bu türdendir.. ve bu yolun zirve kâmetleri, bu kabîl şeylere yönelmeleri bir yana, “min gayri kasdin” kendilerinden zuhur edenlerden dahi fevkalâde rahatsızlık duymuşlardır.

Buna mukabil bir de; dinin ruhuna vukuf.. mekârim-i ahlâka muvaffakiyet.. hukukullah ve hukuk-u ibâda olabildiğince riayet.. bildikleriyle amel ve bereket.. mârifette yakîn, amelde ihlâs, ibadet ve muamelâtta ihsan şuuru… gibi mânevî kerametler vardır ki; avamın görüp bilemediği, dolayısıyla da değer vermediği bu ilâhî ihsanlar, havâssın ağlarını gerip avlamak istedikleri değerler üstü değerlerdir ve izharından kaçınılsa da, talebi Hakk’ı taleptir.. vilâyet-i kübrânın vârisleri de hep bu mazhariyetin kahramanları arasından çıkmıştır.

اَللّٰهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُخْلِص۪ينَ الْمُخْلَص۪ينَ الْمُتَّق۪ينَ الْوَرِع۪ينَ الْمُقَرَّب۪ينَ الْمُحِبّ۪ينَ الْمَحْبُوب۪ينَ، اٰم۪ينَ.

1 Bakara sûresi, 2/257.

2 Yûnus sûresi, 10/62.

3 Âl-i İmrân sûresi, 3/31.

4 el-Kelâbâzî, Bahru’l-fevâid s.208, 335; es-Sehâvî, el-Makâsıdü’l-hasene s.565.

5 Buhârî, rikak 38; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/256.

-+=
Scroll to Top