Yaratan Bilir, Dilediğine Dilediğini Verir!..

Soru: Bir sohbette, أَلَا يَعْلَمُ مَنْ خَلَقَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ1 âyet-i kerimesinin gölgesinde yapılan duaların makbul olacağı ifade edilmişti. Bu ilâhî beyanın zikrinde hangi mülâhazalar söz konusudur?

Cevap: Selef-i salihînden bazıları dua esnasında bu âyet-i kerimeyi çokça zikreder; ondaki derin mânâları elden geldiğince duymaya çalışır, bu ilâhî beyanın çağrıştırdıklarıyla gönüllerini bütün bütün Cenâb-ı Allah’a verir; sonra da ihtiyaçlarını, isteklerini bir bir zihinden geçirerek her şeyi Yaratan’ın ilmine, rahmetine ve kudretine havale ederlermiş. “Yaratan yarattığı mahlûkunu hiç bilmez olur mu? (İlmi her şeye nüfuz eden ve her şeyden haberi bulunan) Latîf ü Habîr O’dur.” meâlindeki âyetin şefaatiyle ve onu mülâhazaya alırken yakaladıkları iman ve inanmışlık ufku sayesinde dualarına icâbet edileceğine, arzularının gerçekleşeceğine inanırlarmış. Doğrusu, kısaca meâlini verdiğim beyan-ı ilâhînin uzak-yakın tedaî ettirdikleri umumen mülâhazaya alındıktan ve onun kazandıracağı ruh hâletiyle Hazreti Latîf ü Habîr’e tam ilticâ edildikten sonra yapılacak duaların makbul olduğu/olacağı aşikârdır. Zira, o şekilde dua eden insan, hâlini bilen, sesini duyan, kendisine acıyan ve bütün ihtiyaçlarını gidermeye gücü yeten bir Hâlık-ı Kerim’e seslendiğinin farkındadır ki duanın kabulü için bu şuur olmazsa olmaz bir şarttır.

Sen Hâlıksın, Ben Mahlûkunum!..

Söz konusu âyet-i kerimede öncelikle Cenâb-ı Hakk’ın yaratıcılığına dikkat çekilmekte ve bir Hâlık-ı Kerim’in huzurunda olduğumuz nazara verilmektedir. Bu hakikati ikrar etme Allah Teâlâ’nın şefkatini celbe vesiledir. Çünkü, yaratılmış olduğunun şuuruyla Yaratıcısına seslenen kul şu duygularla dolacaktır:

“Rabbim, beni Sen yarattın, arzu ve emellerimi, ihtiyaç ve isteklerimi de en iyi Sen bilirsin. Bir zamanlar var olmanın mânâsını, yaşamanın ne demek olduğunu, hayatı, dünyayı, insanlığı… bilmiyordum. Resûl-i Ekrem’den, İslâm’dan ve Kur’ân’dan da habersizdim. Hiçbir şey bilmediğim ve hiçbir şeye ihtiyaç hissetmediğim hâlde Sen sürpriz bir şekilde beni var ettin, insan olarak yarattın; ruhuma imanın tadını tattırdın, bana İnsanlığın Iftihar Tablosu’nu tanıttırdın. Sayısız lütuflarını başımdan aşağı sağanak sağanak yağdırdın. Hiçbir şey bilmediğim, hiçbir eksiklik hissetmediğim, hiçbir şeye ihtiyaç duymadığım ve hiçbir şey arzulamadığım bir dönemde Sen bunları bana lütfettin. Fakat, şimdi bazı şeylere aklım eriyor.. zâhir-bâtın duygularımla bazı şeylere ihtiyacım olduğunu hissediyorum.. şu dünya hayatını ikâme edebilmem için bazı şeylere zaruret derecesinde ihtiyacım olduğunu farkettiğim gibi, ebedî hayatta ebediyete erebilme, ötede Senin cemâlini görebilme, hoşnutluğuna mazhar olup Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) semâvî sofrasına oturabilme misillü daha pek çok şeye ihtiyacım olduğunu.. hatta bunların benim için zarurî olduklarını hissediyorum. Beni Yaratan da, bu duyguları bana veren de Sensin. İçime ebed arzusunu dolduran, gönlüme ebedden ve ebedî Zât’tan başka bir şeyle tatmin olmama hissini koyan da Sensin. Madem yapan, yaratan, donatan Sensin, bütün emellerimi ve eksiklerimi de en iyi Sen bilirsin. Ben başkasının değil, Senin mahlûkunum.. ve başkasına değil sadece Sana el açıyorum.”

İşte, bu mülâhazalarla dopdolu olarak “Rabbim, Hâlıkım, Yaratıcım..” diye seslenme, Cenâb-ı Hakk’ın şefkat, re’fet ve rahmetine müracaat etme demektir.

Evet, Allah yaratandır, yaratan bilir. Teşbihte hata olmasın; bir makinenin kâşifi, o makineyi nasıl en ince ayrıntısına kadar bilirse, Cenâb-ı Hak da yoktan var ettiği mahlûkatı –ilmi, hiç kimsenin bilgisiyle kıyaslanamayacak şekilde– bütün yönleriyle bilir. O bizim her şeyimizden haberdârdır; mahiyetimize ait her hususiyeti, hatta potansiyel derinliklerimizi, o derinliklerle nereye kadar varabileceğimizi de bilir.

Potansiyel derinlik nedir? Seyr ü sülûk-i ruhaniyle veya acz ü fakr, şevk ü şükür, tefekkür ve şefkat yoluyla kalb ve ruh ufkunda seyahat yaparsınız.. ya da selef-i salihînin üçüncü asra kadar hep zühd mülâhazasına bağlı değişik yollarla Cenâb-ı Hakk’a yürüdükleri gibi yürürsünüz. Kabiliyetlerinizin müsaadesi nispetinde inkişaflar olur gönlünüzde. Tıpkı bir tomurcuk gibi açılırsınız yaprak yaprak.. bütün güzelliklerinizi vitrin vitrin sergiler, ahsen-i takvîme yaraşır olgunluklarınızı meşher meşher ortaya koyarsınız. Dün birer çekirdek, bugün de birer tomurcuk hâlinde olan istidatlarınızın yarın renk renk çiçekler vermesi söz konusudur. Olduğunuzdan öte olgunlaşmanız, daha geniş inkişaflar yaşamanız da mümkündür. İşte bugüne kadar ne yaptınız, hangi mesafeleri aldınız; şu anda neredesiniz ve nereye yürüyorsunuz… bunları bilen Allah Teâlâ, yarın neler yapmaya, hangi merhaleleri katetmeye muktedir olduğunuzu ve azmederseniz neler yapabileceğinizi de bilir. Ne bugününüz ne yarınınız ne öbür gününüz ne de daha sonra ötelerde, ötelerin de ötesinde nimetlerle serfirâz olacağınız en mutlu anlarınız… hiçbiri O’nun o muhît ilminin dışında değildir. Hepsi O’nun plânları, projeleri ve ilmî takdirleri istikametinde cereyan eder. İmkân dahilinde olan plân ve projelerin gerçekleşmesi, potansiyel derinliklerinizin meyvelerini vermesi de yine O’nun ilmine ve yaratmasına bağlıdır. Dolayısıyla, dua eden insanın, her şeye kâdir ve her şeyden haberdar bir Hâlık-ı Zülcelâl’e el açtığını ve isteklerinin O’nun bir “ol” demesiyle anında gerçekleşeceğini düşünmesi çok önemlidir.

Latîf ü Habîr

Âyet-i kerimede Cenâb-ı Hakk’ın yaratıcılığı nazara verildikten sonra O’nun kendi mahlûkatını mutlaka bildiği ifade edilerek Esmâ-i Hüsnâ’dan yine “ilim” yörüngeli iki isim zikrediliyor. Esmâ-i ilâhiyenin her biri, o müteâl Zât adına bir güzellik, bir büyüklük ve bir tamamiyetin ifadesidir; onlar, her anılışlarında, mânâ ve nuraniyetleriyle inanılması gereken hakikatlerin sınırlarını belirler, inanan gönüllerde saygı uyarır ve haşyetle çarpan sinelerde teveccüh vesilesi olurlar. Burada da, “Zât-ı Ulûhiyet”i evsâf-ı celâliye ve cemâliyesine uygun şekilde tanıma adına yanıltmayan birer rehber olan Cenâb-ı Hakk’ın güzellerden güzel isimlerinden Latîf ve Habîr isimleri anılıyor. Bunlar birer sırlı anahtar gibi dua edenin eline veriliyor ve onların açacağı hakikat kapılarından geçerek huzur-u ilâhîye varması gerektiğine işaret ediliyor.

Latîf; en ince ve en gizli işleri bütün incelikleriyle bilen, her şeyden haberdâr; yaratıkların muhtaç oldukları faydalı şeyleri lütuf ve yardımıyla ihsan eden, son derece lütufkâr demektir. Latîf ism-i şerifi, bir yandan, ilim ve kudretiyle eşyanın en gizli noktalarına nüfûz eden, kullarının açık-kapalı her yanını bilen; iyi-kötü her söz ve fiil, her hâl ve durum, her niyet ve maksat kendisine malûm olan; diğer taraftan da, varlıkların bütün ihtiyaçlarını görüp gözeten, kullarının en küçük isteklerini dahi –rızasına muvafıksa– lütfuyla veren ve kendisine teveccühde bulunanları asla teveccühsüz bırakmayan Zât mânâlarına gelmektedir.

Habîr ise; doğrudan ilim ve haber sahibi olan, mahlûkatın bütün hâllerine her an vasıtasız olarak vâkıf bulunan, hiçbir hâdise ve hatıra, hiçbir düşünce ve niyet kendisinden gizlenemeyen Zât demektir. Evet, Habîr ismi de, Cenâb-ı Hakk’ın içimizi, dışımızı, gizli-açık her şeyimizi bildiğini ve bize, şahdamarımızdan daha yakın olduğunu ifade etmektedir.

O Cüz’iyyâtı da Bilir!..

Maalesef, bazıları –hâşa ve kellâ– “Allah cüz’iyyat-ı umuru bilmez!” türünden çok çirkin laflar sarfetmektedirler. Bu sözün Zât-ı Ulûhiyet’e isnadı hangi mânâda olursa olsun –bağışlayın– en büyük küstahlıktır. “Bilmez” kelimesini Zât-ı Ulûhiyet hakkında kullanmak küstahlık olduğu gibi, o sözü Hazreti Muhbir-i Sâdık’a isnat etmek de saygısızlıktır. Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (aleyhi ekmelüttehâyâ vetteslimât) bilmediği bazı şeyler olabilir; o –kendisinin de ifade ettiği gibi– Allah Teâlâ’nın bildirmediği bazı şeyleri bilemeyebilir. Fakat, sizin O’nun hakkında o kelimeyi kullanmanız, “bilmez” demeniz doğru değildir; eksiklik ve zaaf hatırlatacak bir sözü O’nunla yan yana getirmekten kaçınmanız sizin edebinizin gereği ve ona karşı saygınızın ifadesidir. Hele Zât-ı Ulûhiyet hakkında öyle bir şey söylemek çok büyük bir hatadır. Hayır, Cenâb-ı Hak cüz’iyyat ve külliyât adına her şeyi bilir; kullarını da, onların ruhlarını, kalblerini, sırlarını, hafîlerini ve ahfâlarını da, onların yapıp ettikleri her şeyin en ince tafsilâtını da bilir. Kur’ân-ı Kerim, “Ben sizin açığa vurduklarınızı da, ketmettiklerinizi de çok iyi bilirim.”2, “Münâfıklar hâlâ anlamıyorlar mı ki, Allah onların kendi aralarındaki fısıldayışlarını da sırlarını da bilir, Allah bütün bilinmezleri bilen Allâmu’l-guyûbdur.”3… gibi yüzlerce âyetiyle O’nun, gayb âlemlerinde, âfâkın derinliklerinde ve ötelerin daha ötesinde olan her şeyi bildiğini ilan etmektedir.

İşte, sohbetimize mevzu teşkil eden âyet-i kerimeden hemen önceki ilâhî beyanda da “Sözünüzü ister içinizde gizleyin, ister açığa vurun, hepsi birdir. Zira Allah gönüllerin künhünü dahi bilir.”4 buyurulmaktadır. Bu âyet, müşrikler ve münafıklar için bir tehdit olduğu gibi, Müslümanlar için de hem bir ikaz hem de –yerine göre– bir müjdedir. Çünkü, bir mü’min ellerini açıp Rabbine niyaz ederken, dile getiremediği duygularının, boğazında düğümlenen hislerinin, tarif edemediği dertlerinin, tasavvurlarının ve tahayyüllerinin dahi o Latîf ü Habîr, o Hazreti Allâmu’l-Guyûb tarafından işitildiğine, bilindiğine inanır. Gözlerinden akan birkaç damla yaşın, içinden gelen acılı bir âhın bile boşa gitmediğinin farkındadır. Kalb ibresini iyi ayarlayıp Cenâb-ı Mevlâ’ya gönlünün sesiyle teveccüh edebildiği sürece dualarının mutlaka kabul göreceği ve hep istediklerinin daha iyilerini bulacağı ümidindedir.

O’nun Kapısında…

Nasıl olmasın ki; vicdanın derinliklerinde duyularak anılan her ism-i mübarek, cismaniyete ait perdeleri yırtar, birer şefaatçi gibi Müsemmâ-i Akdes’i hatırlatır; gözden-gönülden isi-pası siler ve ruha tâ ötelerin ötesini gösterir. İnsan onlarla Hakk’ı yâd ettikçe, kalbinde itminan hâsıl olur. Esma-i Hüsnâ’dan her bir isim, dergâh-ı ilâhîye yönelme istikâmetinde kulun iradesini biraz daha şahlandırır, dua azmine güç verir..

Evet, Latîf ü Habîr isimlerinin zikrine de bu açıdan bakılmalıdır. Madem, öyle bir Hâlıkımız var ki, O’nun ilmi her şeyin inceliklerine nüfuz eder ve O her şeyden hakkıyla haberdardır.. madem her şeyi her şe’niyle bilen Hallâk-ı Kadîr bizim en ince ve en gizli işlerimizi de bütün incelikleriyle bilir, her hâlimiz O’na malûmdur.. ve madem O muhtaç olduğumuz şeyleri lütuf ve yardımıyla ihsan etmeye kâdirdir; istek ve ihtiyaçlarımızı halketmek O’na asla zor değildir.. öyleyse, bize O’nun önünde diz çökmek, samimiyetle içimizi dökmek, ellerimizle beraber gönüllerimizi de O’na açmak, tazarru ve niyazda bulunmak ve o kapıdan boş dönmeyeceğimize kat’iyen inanmak düşer.

İşte, bu mülâhazalar iradelerimizi öyle şahlandırır, bizi öyle heyecanlandırır ve öyle bir yakîn mertebesine ulaştırır ki, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) işaret buyurdukları إِيمَانًا وَاحْتِسَابًا ufkunu yakalarız.5 Duamızın kabul olacağına ve ellerimizi boş olarak indirmeyeceğimize bütün ruh u canımızla inanır, ötelerden yükselen “İste, istediğin verilecektir!” vaadini vicdan kulağıyla biz de duyarız. Duamızda ve o iç yakıcı mülâhazalarda derinleştikçe daha bir hisli hâle gelir, Rabbimize daha bir gönülden sesleniriz:

Rabbimiz, şimdiye kadar Senin kapının tokmağına dokunanlardan hiçbirisini boş olarak geriye çevirmedin. Senin kapında ihtiyaç izhar edenlerden boş dönen hiç olmadığı gibi hiçbir pişman da o kapıdan kovulmamıştır; O kapı Senin kapın, onun başkalarından farkı da her gelene affındır. Şimdi biz de bu kapının dilencileriyiz, bizi sevindireceğinden de eminiz. Rabbimiz, yakarışlarımıza icabet et; ümitlerimizi boşa çıkarma, bizi hüsrana uğratma, elleri boş tâli’sizler olarak geri çevirme!..

1 Mülk sûresi, 67/14.

2 Bakara sûresi, 2/33.

3 Tevbe sûresi, 9/78.

4 Mülk sûresi, 67/13.

5 Bkz.: Buhârî, îmân 27, salâtü’t-terâvîh 1; Müslim, salâtü’l-müsâfirîn173.

-+=
Scroll to Top