Yeni Bir Dünyaya Doğru

Cihan tarihinde hiçbir devir, bu asrın son yarısında olduğu kadar teknik buluşlarla dolu olmamış, insanoğlu da bu kadar maddî zenginliği bir arada görmemiş ve bu seviyede teknolojik refaha ermemiştir. Ne var ki, insanın mânâlandırılması, ihtiva ettiği cevherler itibarıyla yorumlanması ve ledünnî değerlerine göre bir yere oturtulması bakımından da hiçbir çağda, bu dönemde olduğu kadar tereddüde düşülmemiş, zıtlaşmalara gidilmemiş ve belirsizlik içinde kalınmamıştır.

Bu asra doğru gelinirken, bütün ilim mahfillerine, varlık ve insana ait, o güne kadar kabul edilen bütün değerlerin tasfiyeye tâbi tutulacağı düşüncesi hâkimdi. Aklın her şeyi aydınlatacağı, ilmin, varlık ve eşya ile alâkalı topyekün tıkanıklıkları açacağı, fizik, kimya, astrofizik ve biyoloji gibi ilimlerin kâinatı bir baştan bir başa keşfedecekleri ve tabiata ait bütün problemleri çözecekleri vehmediliyordu. Oysaki, aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen, hayal edilen şeylerin tahakkuk etmesi bir yana, zan ve tahminlerin aksine çok ciddî gelişmeler oldu. Max Planck’den sonra başlayıp, oldukça hızlı bir tempoyla gelişen “dalga mekaniği” ve “çekirdek fiziği”, her şeyi maddede arayanların ve eşyayı buğulu bir cam arkasından seyredenlerin ilim sandıkları bitevî gümânlarını yıktı.. ve görünen âlemin yanında pek çok görünmeyen âlemlerin bulunabileceği gerçeğini de ortaya koydu. Bugün artık, paramparça olan, zaman-mekân-madde-enerji fanusu, kulaklarımıza alışageldiğimiz şeylerden farklı mânâlar fısıldıyor.. ve âdeta bizi, yeni anlayış, yeni izah ve yeni yorumlara zorluyor. Yıllardan beri ilim yuvaları üzerindeki hâkimiyetlerini devam ettiren bizim sâir fi’l-menâm (uyur gezer) entellerimiz, yarım asır önceki bayat şeyleri sayıklayadursunlar, dünya köklü değişmelerin ağında ve yepyeni yapılanmalara gebe. Var olduğu günden bu yana, ölüm anaforları etrafında, hep şüphe ve kuşku soluklayıp duran determinizm, bugün iflah etmeyen bir girdap içinde son sözlerini söylüyor.. daha doğarken, anomali olarak doğan materyalizm, babasının red ve inkârına uğradıktan sonra, anasının sarıp sarmalayıp bir kilise bahçesine bırakmasının hissettirdiği nesepsizlik duygusuyla iki büklüm.. zaten komünizmin yalancı semavî kuleleri çoktan yerle bir oldu ve onun yedeğinde hayatı yorumlayanlar gidip hezimet gayyalarını boyladı…

Evet, bir yandan böyle tarihî yalanlar, zamanın tefsiriyle gerçek yorumlarını bulup birer birer tasfiye olurken, diğer yandan da, metafizik ve metapsişik gelişmeler, beş duyu çeperlerini zorlaya zorlaya onda üst üste gedikler meydana getirerek düşünce hayatında yeni ufuklar açmaya başladı. Orta Çağ’da dünyanın belli bir kesimi, eşya ve hâdiselere hiç mi hiç iltifat etmediği, iltifat etmek bir yana, ilim-irfan yuvalarının yerine sihir, kehanet ve falın tedris edildiği hurafehaneler ikame ettiği için, daha sonraki çağlarla başa çıkamamış ve devrilip gitmişti.. şu son çağ ise, gökleri ve gökler ötesini bütünüyle defterden sildiği ve yeryüzüne takılıp kaldığı için bu güne kadar hep sürüm sürüm süründü.. şimdilerde de kendi tezatlarının girdabıyla iç içe ve âdeta bir karadelikler ağında.

Evet, ömrünü, tabiatı tahlil ve yorumlamaya vakfetmiş bu dönemin materyalist ve bön insanı, kendi özüyle, kendi mânâsıyla hiç mi hiç ilgilenmediği gibi, Rabb’iyle münasebetlerinde de sığ kaldığı, hatta bütün bütün tabiata, eşyaya ve aklın oyunlarına teslim olduğu için bir bunalımlar “fasit daire”si içine girdi. Ne acıdır ki, ilim ve teknolojinin desteğinde, tabakat-ı beşer çapındaki umumî çalkantıların, menfaat ve çıkar uğrunda kıran kırana boğuşmaların, vahşilere rahmet okutturacak şekilde kan dökmelerin, kana girmelerin tabiî görüldüğü bu kanlı devrede, bizim zavallı entelijansiyamız körkütük batı hayranı yaşıyordu. Onun batı yamaçlarında böyle bir “mâşuk-u meçhul” adına türküler söyleyerek yanıp yakılmasına mukabil, garbı o ürperten ruhu ile tanımış Bergson, Boutroux, Hamlin ve daha niceleri ilim ve tekniğin her meseleyi halledemeyeceğini ilan ediyor, onları sorguluyor, batıyı ırgalıyor ve modern çağın bütün tabularına karşı yığınları uyarmaya çalışıyorlardı ki; biz de böyle bir uyanışın ve hele kendini bütün kesimlerde hissettirecek şekildeki bir uyanışın yaşı yirmi beş sene ya var ya da yok.

Evet, geç de olsa, nihayet bizde de, bugüne kadar sımsıkı bağlı bulunduğumuz o acayip tecrübî düşünceden (deneysellik) o putlaştırılan pozitivizmden, o tuhaf akliyecilikten (rasyonalizm) aşka ve kalbî hayata; tabiata bağlılıktan da ruhanîliğe ve uhrevîliğe doğru hızlı bir yöneliş hissedilmeye başladı. Bu yönelişin hedefine ulaşması ise, Allah’a, ahirete ve fizik ötesine inananların, materyalistlere ve tabiatçılara galebe çalmalarıyla gerçekleşecektir.. ve bu galebe aynı zamanda, yılların mağduru, mahkûmu mü’minlerin mâkus kaderlerini de değiştirecek en büyük zaferlerden biri olacaktır.

Çeyrek asırdan beri bizim neslimiz, her yerde bu zafer esintileri altında tabiatperestliğin; dolayısıyla da ilmî maddeciliğin iflas ve hezimetini müşâhede ede ede, bunca zamandır ruhun, ruhaniyatın, metafiziğin, psikolojinin yerine ikame edilmek istenen o azgın akılcılık, o her şey olma iddiasındaki ilimcilik, kendi sahalarındaki yeni tespit ve yeni tecrübelerin ağına alınarak iddiaları sınırlandırıldı ve ağızlarına da fermuar vuruldu.

Ne var ki, çağlar boyu, belli bir dünya tarafından hep hüsnükabul görmüş ve âdeta bir ilâh gibi alkışlanmış bu şımarık ilimcilik, bu aptalca akılcılık, “nefs-i emmâre”den kurtulmuş ruhlarda, âsâb, hassasiyet ve damar gibi mekanizmalar, nefsin firavunluğuna vekalet ettikleri gibi, bunlar da teknik ve teknolojinin kefaleti altında daha bir süre mevhum rububiyetlerini devam ettireceğe benzerler. Ama bu, kat’iyen uzun sürmeyecektir; zira, bugün artık yüz elli yaşına ulaşmış batı kültürü ve batı medeniyetinin, kendi kendine verdiği mânâ bütünüyle değişmeye yüz tutmuştur. 19. asrın yarısından itibaren başlayıp düşe kalka bugünlere kadar gelip ulaşan ve bir kısım müstağriplerce hakikat ölçüsü sayılan nesnelerin çoğu şimdilerde, itibarlarını yitirmiş, gözden düşmüş ve yerlerini birer birer başka değerlere bırakmaya başlamışlardır.

Günümüzde sadece İslâm dünyasındaki düşünürler değil, batının cins kafaları da Allah’a ve dine yöneliyor ve bu yönelişi de insan olmanın ve salim düşünmenin gereği sayıyorlar. Bugün şairlerin ve ruhçu filozofların yanında, tabiat âlimleri, hatta materyalistler ve bir kısım eski Marksistler bile, sürekli fizik ötesi arayışlarıyla yeni bir bakış zaviyesi peşindeler.

Keşke Kur’ân arayan bu gönüllere, Kur’ân’la gelen mesajı, O’nun kendi solukları seviyesinde sunabilseydik.! Herhalde bu mesaj onlarda bir sayha tesiri icra edecekti. Ses bu kadar cılız, temsil bu kadar zayıf, samimiyet bu kadar yıkık dökük, “Düşman bu kadar kavî, tâli’ de bu kadar zebun” olduğu halde, dünden bugüne Philip Hitti, Jean-Paul Raux, George Bernard, Fyodor Dostoyevski, G.M. Rodwei, Edward Montel, Descartes, Voltaire, John Davenport, Lamark, Paskal, Dr. Gustave Le Bon, V. Hugo, Carlyle, E. Renan gibi yüzlerce ilim, düşünce ve sanat adamı O’nun haşyet tüten mehabetli iklimi karşısında iki büklüm olup yerlere kadar eğildiler. Bunca devâsâ kâmetin, Kur’ân ve Sahib-i Kur’ân hakkındaki o muhteşem itirafları, o gürül gürül kabul gören solukları, yarım asır önceki batı temerrüdünü esas alan ve onların arkasında aptalca saf bağlayıp duran bizim entelijansiyamız için ne müthiş bir şamardır!

Kur’ân’ın, her biri bir hüccet has talebelerinin düşünce ve beyanları mahfuz, dünyanın değişik yerlerinde neşet eden bu en seçkin dimağların, bu en âteşînî zekâların, Allah’a ve imana yönelişleri, mukavemetsiz, zayıf, beden varlığı mülhidlerin, sıkıştıklarında “el-amân Allahım!” diye bağırıp-çağırmaları şeklindeki ümitsizlik, çaresizlik ve dehşet psikolojisine de hamledilmemelidir; evvelâ, modern batı, bugün sahip bulunduğu imkânları itibarıyla çaresizler dünyası sayılamayacağı gibi, bu dünyada yeniden dine dönen aydınları da şaşkınlar ve şoke olmuş insanlar listesine almamız mümkün değildir.

Çağımızda dinî duygu ve dinî düşüncenin yeniden ön plana çıkması, ne şundan ne de bundan; o, insanın kendi kendini yeniden idrak etmesinden, Allah’a olan ihtiyacından ve Allah’sız edemeyeceği hakikatinden; yani vicdanın sesinin duyulmasından, varlığın perde arkası sırlarının dışarıya sızmasından, Allah rahmetinin gönüllerimizde bir kere daha perdesiz, hâilsiz hissedilmesinden kaynaklanmaktadır.

Aslında gerçek bir ilim adamı ve gerçek bir mütefekkirin inançsız olması ve hele Allah’ı kabul etmemesi anlaşılır gibi değildir. Bir kere, “Zât-ı Ulûhiyet”i inkâr etmek için varlığın perde önü, perde arkası her hâline ıttılâ’ şarttır. Hiç kimse böyle küllî bir bilgiye sahip bulunduğunu iddia edemeyeceğine göre inkâra, cahilce ve aceleden verilmiş bir karar nazarıyla bakılabilir. Bu itibarladır ki, Allah’a inanmak değil, O’nu kabul etmemek insanın boyunu aşan bir mevzudur.

Bizdeki bir buçuk asırlık müstağriplerin, o anlaşılmaz tuhaflıklarından vazgeçerek bu gerçeği anlamalarını ne kadar arzu ederdim…

-+=
Scroll to Top