Yeni Yıllara Doğru

Günler gelip bahara dayandığında, bin bir ışığa gebe yaşlı dünya son kez hamlini vaz’etmek için sancıyla kıvrım kıvrım, fakat aynı zamanda neşeliydi. Ufukta yeni bir günün emareleri tülleniyor, şafaklar ümitlere inci diziyor ve yıllardan beri ışığa hasret gönüller, sanki iki adım ötede kendilerini bekleyen bir kısım sürprizlerle karşılaşacakmış gibi pür dikkat ve belirsiz bir sevinç içindeydi…

Derken, duyguda, düşüncede, ilimde, sanatta doğumları doğumlar takip etti.. büyük-küçük, sesli-sessiz hamleler birbirine eklenip gitti.. ve bir baştan bir başa bu garipler dünyası yeni bir “ba’sü ba’del mevt”le yeşerip Cennet yamaçlarına döndü.

İşte, Sızıntı da, bu velûd dönemin umumî vâridâtından sadece bir zerre, o kutlu devrenin dört bir yanı velveleye veren gürül gürül sesinden sadece bir nağme ve bin bir nağmeyle gerilmiş bir enstrümanın tellerinden sadece mütevazi bir tel olarak bu çok sesli koroya iştirak etme ve bu umumî baharda, her yanı saran çiçeklerden bir çiçek olma hülya ve rüyalarıyla “Yâ Hayy!” deyip lütufları sonsuz Yaratan’dan hakk-ı hayat istedi.. hem de ismi gibi iddiasız, mahviyet içinde.. deryaya karışmaya hazır bir damla, güneşle bütünleşmeye namzet bir zerre ve binlerce-yüz binlerce ışık kaynağından minik bir ışık kaynağı olma niyetiyle.

Bin bir doğuma açık mübarek bir dönemin sath-ı mâilinde bulunma bahtiyarlığına ermiş bizler, iradî-gayri iradî, elimizde bu küçük mevkute, kendimizi bir umumî hizmet çağlayanı içinde bulduk; –o çağlayanı var edip, bizlere de onun içinde hizmet imkânı veren Rahmeti Sonsuz’a ruhlarımız feda olsun– bulduk ve bu büyük lütuf karşısında şükranla iki büklüm olduk… O gün bugün de biz onun sımsıcak kanatları altında olduk.. o da nesillerin tertemiz sinelerine taht kurup, hep bir ümit, bir bekleyiş, bir arayış ve bir seziş heyecanıyla; kâh bir katre gibi buharlaşıp “çiy noktası”na ulaştı; sonra da rahmet damlaları hâlinde yeniden baş aşağı toprağın bağrına indi ve kâh çağlayanlar gibi görünüp ümit mahrumu gönüllerin iradelerine fer oldu…

Onun bu yumuşaklardan yumuşak zümrüt ikliminde tenezzühe açılabilen herkes, kuşkuların, tereddütlerin, vehimlerin ürpertici Cehennemlerinden kurtulup, yakînin, itminanın, huzurun Cennetlerinde dolaşabildi ve alevler içinde “berd u selâm”a erdi…

Biz çoğumuz, varlığı onun aydınlık ikliminde tanıyıp sevebildik.. eşyanın perde arkası hikmetlerine onun rehberliğinde adım adım yaklaşarak, sırların büyülü dünyasıyla tanışabildik.. onun kanatları altında ve onun esrara açık satır ve sahifeleri arasında tabiat kitabının latîf manzaralarına, bu manzaraların perde arkası öbür yanlarına ve öbür tarafın erişilmez hazlarına uyandık.. uyandık da, tanıyıp bildiğimizi sandığımız bu sınırlı âlemde, kendimizi sınırsız âlemler içinde bulduk ve nâmütenâhîlere namzet olduğumuzu anladık…

Evet, nice gönül sahibi insanlar, onun ışıktan ve yumuşak dünyası içinde –tabiî iz’ân ve şuurları ölçüsünde– tâli’lerini düşüne düşüne, bu âlemin âhirete bakan öbür ucuna ulaştılar.. ulaştılar da, bağıyla-bahçesiyle, gülüyle-çiçeğiyle, havasıyla-iklimiyle, ruhuyla-mânâsıyla, bu iki dünyayı iç içe birden yaşamaya başladılar.

Şimdi, binler-yüz binler onun sımsıcak hariminde ve ışıktan kanatları altında, şanlı milletimizin geçmişine ait en hisli, en tatlı günlerin rüyalarını görüyor, varlığın bağrından kopup gelen ilâhî bir şiir dinliyor.. yaşadığı aynı hayat içinde daha rengin, daha zengin bir başka hayatın var olduğunu seziyor ve onu idealize etmeye, yakalamaya çalışıyor.

Sızıntı; sürekli mesaj olabilmenin gereği, değişik şartlara göre, yer yer dalgalı ve buğulu görünümü, zaman zaman heyecanı ve müphemleşen solukları yanında, her zaman ince, şefkatli, müsamahakâr ve masmavi havasıyla bağrını hep gariplere açmış, yaralı gönüller için oturup inlemiş, küfre, ilhada karşı çıkmış, bunu yaparken de kâfire-mülhide bir şeyler anlatmayı düşlemiş.. sevincini kedere karıştırıp yaşamış.. itminanı iniltilerle seslendirmiş.. kendi düşünce çizgisine göre duyup anlayanlara; onların seziş ve idraklerine, haz ve neşelerine göre ışıklar, renkler ve seslerle hep yeni, canlı ve orijinal motifler arayışı içinde bulunmuş.. duyup, başkalarına da duyurabildiği; hissedip başkalarına da anlatmaya muvaffak olduğu başarı adına nesi varsa, okuyucusunun kerameti saymış; falso ve fiyaskolarını ise, muhtevaya omuz verenlerin –her zaman itiraflarıyla da destekleyebilecekleri– eksikliklerinde bilmiş.. kayda değer her hizmetini Hakk’ın inayeti sayıp minnet ve şükranlarla soluklamış, her başarısızlığını tedbir ve temkin yetersizliğinde, Hakk’a tevekkül ve teslimiyet eksikliğinde görmüş, nefis muhasebesinde bulunmuş.. durup-dinlenmeden, bir kerecik olsun ara vermeden sürdürdüğü bu mübarek maratonu, gıpta edilecek şekilde noktalamıştır.

Dünden bugüne varlık ve bekasını her zaman Rahmeti Sonsuz’a bağlamış bu minik kaynak, ilk defa neşir hayatına atılırken:

“Sıza sıza göl olur, Akar akar yol olur”

sloganıyla kendini duyurup tanıtmıştı. –Hak indindeki makbuliyetini bilemeyiz– Doğrusu o ki, o artık bugün yüz binlerin sevgilisi hâline gelmiştir.

Sızıntı; çıkış gayesi ve çıkaranların ruhî hayatları itibarıyla, her zaman hakaret ve küfre kapalı kaldı. Kendi cephesinden gelen hakaret, tel’in ve tekfirlere cevap verme bayağılığına düşmedi. Böyle bir derekeye düşmek şöyle dursun, çıktığından bugüne bir kerecik bile tel’ine ve bedduaya “Âmin!” demedi. Tıpkı bir derviş olgunluk ve mahviyeti içinde “Dövene elsiz, sövene dilsiz” kalmasını bildi. Vâkıa zaman zaman düşmanın gadri, dostun vefasızlığı karşısında belki burkuldu, inledi. Ama, kat’iyen bunlara takılıp kalmadı.. “Yâ Sabûr!” deyip yoluna devam etti…

Artık bugün o, inananlar arasında hep vifak arayan tatlılığı, kendi cephesinde kavgadan kaçan sükût ve vakarı, dünya ve ukbayı birden kucaklayan yumuşak ve asude iklimiyle en çok sevilen, kabul edilen mevkutelerin başında gelmektedir.

-+=
Scroll to Top