Yeniden Var Olma

Eksiksiz tam bir yenileşme, ancak, ruh, zekâ, his ve iradenin müşterek gayretleriyle mümkündür. Ruh gücünü, bütünüyle kullanmak, geçmişten gelen bilgileri eksiksiz değerlendirmek, sürekli olarak ilham ve mâneviyat esintilerine açık kalabilmek, körü körüne taklitlere takılıp kalmamak ve her zaman nizamiliği takip etmek… İşte mantıkî yenileşmenin birkaç dinamiği!

Ruh zinde, zekâ canlı, his hüşyâr, irade de sıhhatli ise, bugün, geride veya ileride olmanın, üstte veya altta bulunmanın hiçbir önemi yoktur. Kim olursa olsun, ruh ve iradesiyle var olabiliyorsa ve yolunda ilerlemeye talip ise, bugün gerilerin gerisinde bulunsa da, yarın zirveleri tutacağı muhakkaktır.

Çin, o harika surlarını inşa ve o ileri ahlâkî, içtimaî prensiplerini hazırlayıp insanlığa takdim ettiği dönemde, Avrupalı insan, henüz mağaralarda yaşıyordu. Nebiler sayesinde, şarkın dört bir yanı Cennet bahçelerinin ihtişamına ulaştığı hengâmda, Londra şehrinin üzerine kurulduğu yerler, ayıların, kurtların, içinde serbestçe dolaşabildiği ormanlardan ibaretti. Ninova’da, Babil’de, Karnak’ta beşerî harikalar devri sürerken, Sorbon’lar, Oksford’lar, Cambridge’ler henüz rüyalara bile girememişlerdi. Batılı “Orta Çağ” deyip karaladığı bir zaman dilimini –ki gerçekten de onun için öyleydi– koskoyu bir cehalet, bir vahşet içinde idrak ederken, İslâm dünyası, Endülüs’leri, Bağdat’ları ve Buhara’larıyla, ileride Avrupalı’ya da ilham kaynağı olabilecek Rönesansını yaşıyordu…

Cihan var oldu olalı, hiçbir şey kararında kalmamış; gelenler gitmiş, gidenlerin yerlerini başkaları almış ve onları da daha başkaları takip edip durmuştur. Bir zamanın azizleri, başka bir zamanın perişanları; perişan ve derbeder olanları da azizleri olarak ortaya çıkmışlardır. Bu itibarla bugün aziz görünenlerin yarın zelil, bugün zelil sayılanların da yarın aziz olmayacakları iddia edilemez.

Dün üzerinde silindirler geçmiş gibi yerle bir edilen Japonya, bugün dünyayla hesaplaşma yolunda… Dün kolu kanadı kırılıp bir tarafa itilen Almanya, bugün başkalarının korkulu rüyası… Öyleyse, bizim dünyamız neden yerinde kalakalsın! O da pekâlâ kendine gelip toparlanabilir; toparlanıp çağı ile hesaplaşabilir. Kaldı ki, görülebildiği kadarıyla, bu dünya da yeniden derlenip toparlanma, geçmişini onlara borçlu bulunduğu tarihî dinamiklere yönelme ve hızlı bir mâneviyat topluluğu hâline gelme devresine girmiş sayılır.

Bir asırlık bilgi ve tecrübe birikiminin yanında, Avrupa’nın zulüm, tahakküm ve yıllardan beri süregelen sinsice ezme politikalarının da onun metafizik gerilimini bir hayli arttırdığı düşünülecek olursa vasat müsait ve şartlar da tamam demektir. Buna mukabil, hasım dünya ise bohemlik, lâahlâkîlik, mâneviyat buhranları ve cismanî hayat cenderesinde canı gırtlağına gelmiş olma gibi çözülüş sebepleriyle karşı karşıya bulunmaktadır ki, bu hâliyle onun için, bugün olmasa da yarın bir inkıraz kaçınılmaz gibi gözükmektedir.

Bir zamanlar, kısmen dahi olsa, milletimizi de saran zafer ve muvaffakiyet sarhoşluğu, dolayısıyla da, rahat, rehavet, tenperverlik, bugün Batı topluluğunu bütünüyle kıskacına almış ve adım adım onu ölüme götürmektedir. Harb ü darpten usanmış ve uzaklaşmış, kendini her gün biraz daha dünyanın cazibe ve sûrî güzelliklerine kaptırmış bu maddeci yığınlar, bir gün bütün bütün mukavemetleri kırılacak ve kendilerini, etrafında dönüp durdukları girdabın ile’l-merkez” gücüne karşı koruyamayacak, ya başka kuvvet kaynaklarına takılıp başka bir hâl alacak veya tamamen sahneden silinip gideceklerdir. Varsın onlar şimdilik, dünyayı fethettiklerinden, onu zapturapt altına aldıklarından dem vuradursunlar; gelecek, onlara pek de tebessüm edeceğe benzemiyor.

Evet, Babil’den, Mısır’dan, Yunan’dan, Bizans’tan, Selçuklu ve Osmanlı’dan sonra, batı toplumları da, bir mânâda, devirlerini tamamlayıp bugünkü fonksiyonları itibarıyla tarih sahnesinden silinecek ve yerlerini daha inançlı, daha dinç, daha kararlı ve hayata bakışları daha farklı bir kısım yeni milletlere bırakacaklardır.

Dünden bugüne yıkılışa giden yollar hep aynı olmuştur. Başlangıcı, bir iki asır ötelere dayanan bizim yıkılışımız da aynı çizgide cereyan etmiştir. Dinî salâbetimizi muhafaza edememiş ve vahdet-i ruhiyemizi koruyamamış, ananelerimizi devam ettirememiş; gelecek adına hazırlanamamış, gerilememiş; genç nesilleri bu çizgi ve bu anlayışa göre yetiştirememiş; millet olarak genç kalamamış; dolayısıyla da ardı arkası kesilmeyen iç ve dış sarsıntılara mukavemet edemeyerek tıpkı içi boşalmış bir çınar gibi devrilivermiştik.

Şimdi ise, karşı tarafın bin bir rezalet ve sefahet içinde adım adım bir ölüm çukuruna doğru kaymasına mukabil; biz ve bizim çizgimizde olan milletler, sürekli zirvelere doğru yükselmekteyiz.

Bugüne kadar, bâtıl üzerine kurulmuş bir dünyayı, bize hep başka türlü anlattı, başka türlü gösterdi; kuvve-i mâneviyemizi kırdı ve fert fert hepimizi felç ettiler. Batı’nın sanayi ve teknolojik gelişmeleri karşısında şok olmuş aydınlarımız, çağa göre kendilerini yenileyeceklerine, bize ait bütün değerleri terk etmek ve duyguda, düşüncede bütün bütün Batılılaşmak gibi korkunç bir tarihî yanlışlık içine girdiler. Tabii, ne tam Batılılaşabildi, ne de kendi dünyalarında kalabildiler: Öz gitti, mânevî değerler yıkıldı, millet ağacı sarsıldı; ama bütün bunların karşılığı olarak, kendi değerleriyle Batı’yı yakalamak da mümkün olmadı. Olamazdı da; zira, ruh yüceliğine, insanî değerlere bina edilmemiş bir medeniyet, çağlar boyu mânâ ve ruhla haşrüneşr olmuş bir millet için bütünüyle benimsenemez ve kabullenilemezdi. Nitekim öyle de oldu. Oldu ama bu arada millet de kendi ruhundan pek çok şey kaybetti.

Bütün seyyiâtına rağmen Batı, şimdiye kadar bizlere hep bir fazilet kaynağı olarak gösterildi; fenalıklarına bütün bütün göz yumuldu; iyiliklerinin de habbeleri kubbeler gibi destanlaştırıldı.. alkışlandı ve alkışlatıldı; kitleler aldatıldı ve bu bâzicede1 olan da yine millete oldu.

Şimdi, yeni bir devre başlıyor. Bu devrede çözülme ve çökme sırası onlarda.. tabiî doğrulup kendine gelme sırası da bizde ve bizim gibi milletlerde. Bu yeni tekevvünün hızlı veya yavaş yavaş cereyan etmesi, “esbâb-ı âdiye”2 içinde, Allah’ın iradesini temsil edip alkışlayanların gayretlerine bağlı. İnsanlardaki gayret ve teşebbüsler birer dua farz edilecek olursa, Kudreti Sonsuz’un bu mevzudaki halk ve icadına, bu dualara icabet nazarıyla bakılabilir.

Bu itibarladır ki, ne istediğimizi çok iyi bilmeli ve isteyeceğimiz şeyleri sebeplere riayet çerçevesi içinde istemeliyiz.

Maalesef bizler, Tanzimat’tan bu yana bir türlü, ne istediğimizi belirleyebilmiş, ne de bunları usulü dairesinde ifade edip tatbikatına geçebilmişizdir. Ülkenin terakkisi için bilinmesi lâzım gelen içtimaî ve iktisadî kaideleri hiçbir zaman bilememiş, milletin istidat ve kabiliyetlerini değerlendirememiş, onun ahlâkî ve mânevî yapısını hep kulak ardı etmiş.. sadece ve sadece bir zamanlar Batılı devletlerin yükselmesine esas teşkil eden dinamikleri görmüş.. görmüş ve onları değişmez, yanıltmaz esaslar sayarak bir bir kopya etmiş ve şanlı milletimizi mevhum bir kazanç uğruna muhakkak bir zarara uğratmışızdır.

Oysaki, her şeyden evvel, asırlardan beri milletimizin kanıyla, canıyla bütünleşmiş dinî, millî, ahlâkî ve harsî değerlerimiz korunup kollanmalı ve başkalarından alınacak şeyler de ona göre alınmalıydı. Böyle bir hareket daha tabiî, daha fıtrî olurdu; dolayısıyla da daha çok semere alınabilirdi. Ne acıdır ki, bizde öteden beri devam edegelen bütün ıslahat hareketlerinde, bu önemli husus hep ihmale uğramış ve hep göz ardı edilmiştir. Rica ederim, bugün maddî terakkinin zirvesinde dolaşan ülkeler, daha işin başında iken, kendilerince mükemmel saydıkları bugünkü kanunları hazırlayıp, o kanunları hayatlarına hâkim kıldıklarından dolayı mı yükselmişlerdir; yoksa, terakki ettikçe daha değişik şeylere ihtiyaç duyup ona göre yeni içtihat ve yeni kanunlar mı vaz’etmişlerdir..?

Aslında, her meselede onları isabetli görmek, bizim için doğruyu bulamama mevzuunda çok ciddi bir inhiraf; onları kopya ederken dahi, doğru dürüst kopya edememe de bir basiretsizlik ve bir ayıptır.

Bizler, ta Mustafa Reşit Paşa’dan Mithat Paşa’ya, ondan Genç Osmanlılar’a, onlardan da İttihatçılara kadar kat’iyen bunları düşünememiş; kendi insanımızı hep, Fransız, İngiliz, Alman gibi mütalâa etmiş ve onlardan aldığımız düşünce sistemlerini tıpkı konfeksiyon elbise gibi, milletimizin başına geçirmek istemişizdir.

Tanzimat ve onu takip eden dönemlerdeki ferman ve kanunnâmeler hep bu anlayış içinde hazırlanmış, hazırlanırken de “Düvel-i muazzama”ya şirin görünme hedeflenmiş.. ama kat’iyen toplumumuzun temel yapısı hesaba katılmamış.. bu ferman ve kanunnamelerin getirdikleri, götürecekleri hiç mi hiç düşünülememişti. “Gülhane Hatt-ı Hümayûn”u bin bir tantana ve debdebe ile okunurken, halk kitleleri şöyle dursun, bu tumturaklı kelimelerden, cümlelerden devlet ileri gelenleri bile pek bir şey anlamamışlardı.

Şayet Üçüncü Selim’den bu yana gelen devlet adamlarımız, çeşit çeşit ıslahat fermanları adı altında millet ve ülkenin geleceğiyle alâkalı planlar teklif ederken, dinî, değerlerimizi ve millî kültürümüzü muhafazada da biraz olsun hassasiyet gösterebilselerdi, şimdiye kadar milletçe bir hayli mesafe almış olacaktık. Ama her ıslahat döneminde bu cihet hemen hemen hep kulak ardı edildi ve zaten anomali doğan Tanzimat ve Meşrutiyetlerin de doğmalarıyla ölmeleri bir oldu.

Islahat hareketlerine başladığımız o günlerde, bizimle beraber yola çıkan milletler, bugün maddî terakkinin zirvelerinde dolaşıyorlar. Bunun sırrını keşfetmek için oturup uzun uzadıya düşünmeye lüzum yok. Dün, ülke içinde mesailerini tanzim edip mükemmel bir iş bölümü yapabilenler, belli bir ölçüde de olsa, kendi aralarında emniyet ve güven duygusunu yaygınlaştıranlar, millî ve tarihî değerlerini koruyabildiklerince koruyanlar bugün birer millet oldular. Akıbeti ümit vaad edici olmasa bile, birer millet…

Şimdi, istirham ederim, milletimiz için muasır milletler seviyesinde ciddi bir mesaî tanziminden, mükemmel bir iş bölümünden ve yine bizim ölçülerimiz içinde emniyet ve güven duygusunun yaygınlaştırılmasından; her yeri başlı başına eşsiz birer pırlanta sayılan o dinî ve millî değerlerimizi koruyup kolladığımızdan söz edebilir miyiz…?

Bütün bu menfi hususlara rağmen, insanımız hâlâ her yönüyle canlı, geleceğe açık, ne olduğunun ve ne olmak istediğinin şuurunda, mükellefiyetlerini yerine getirmeye kararlı ve baştakilerin hazırlayacağı imkânları beklemektedir. Öyle inanıyoruz ki, şayet bir muhalif rüzgâr esmezse, milletimiz, tarihî tekerrürlerle açılan yollarda devletler muvazenesindeki o muhteşem yerini bir kere daha alacaktır ve Hakk’ın inayetiyle bunu önlemeye de kimsenin gücü yetmeyecektir.

1 Bâzice: Oyun, eğlence, oyuncak

2 Esbâb-ı âdiye: Sebepler dairesi

-+=
Scroll to Top