1. Mekke-i Mükerreme ve Fazileti

Mekke, Arap yarımadasının kuzeyinde Batn-ı Mekke adı verilen ve merkezinde Kâbe’nin yer aldığı bir vadi üzerine kurulmuştur. Vadinin doğusunda Ebû Kubeys, batısında Kuaykıân, güneybatısında Sevr ve kuzeydoğusunda ise Hira-Nur ve Sebir dağları yer alır. Kur’ân’da “ekin bitmeyen bir vadi”100 olarak söz edilen Mekke, sıcak ve kurak bir iklime sahiptir.

Allah’a kulluk maksadıyla yapılan ilk mabet/evin burada yer alması sebebiyle Mekke’nin ayrı bir önemi vardır. Hazreti İbrahim Mekke’nin emin bir belde olması için Allah’a dua etmiş,101 Cenâb-ı Hak da Mekke ve çevresini harem102 kabul etmiştir.

İlk vahyin indiği ve İslâmiyet’in neş’et edip geliştiği yer olması nedeniyle Mekke’nin, Müslümanların nezdinde hep ayrı bir yeri olmuştur. İslâmiyet’in ilk yıllarında Müslümanlar Mekke’de zayıf ve güçsüz bir konumdaydılar. Bu sebeple müşrikler tarafında sürekli taciz ediliyor, psikolojik ve fiziksel olarak işkenceye maruz kalıyorlardı. Kâbe ve çevresi başta olmak üzere o günkü Mekke’nin hemen her ev ve her sokağı bu işkencelerden nasibini almıştır. İslâm tarihinde etraflıca anlatılan bu hâdiselerin izlerini taşıması açısından Mekke, tarihin canlı tanığıdır.

Mekke aynı zamanda doğum yeri ve vatanı olması nedeniyle Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ayrı bir sevgisini kazanmıştır. Resûl-i Ekrem, her fırsatta Mekke’ye olan sevgi ve ilgisini izhar etmiş ve hatta bir rivayette hicret yolundayken Mekke’ye dönüp şöyle demiştir: “Sen ne hoş bir beldesin. Seni ne kadar çok seviyorum! Eğer kavmim beni buradan çıkmaya mecbur etmeseydi senden başka bir yerde ikamet etmezdim”103

Peygamber Efendimiz’in Mekke’yi bu kadar çok sevmesine rağmen fetihten sonra tekrar Medine’ye dönmesi, en sıkıntılı zamanlarında kendisine kucak açan Medinelilere vefasının gereği olsa gerek. Ayrıca Allah için bir beldeye hicret edildikten sonra vatanına geri dönmenin, yapılan hicreti yarım bırakacağına dair gelen rivayetler de bize bu hususta bir fikir vermektedir.

Kur’ân-ı Kerim, Mekke’den bahsederken “şehirlerin anası” mânâsına Ümmü’l-kurâ104 tabirini kullanır. Mekke, dünyanın diğer şehirlerinde yaşayan Müslümanların namazlarında buraya yönelmesi ve hac mevsiminde yine buraya akın etmeleri sebebiyle bütün şehirlerin anası, merkezi konumundadır.

Kur’ân’da, Mekke için Mekke105 ve Ümmü’l-kurâ isimleri dışında Bekke,106 Karye,107 Meâd,108 el-Beled109 ve el-Beledü’l-Emîn110 isimleri de kullanılmıştır. İslâm alimleri bir beldenin isimlerinin çokluğunu o beldenin faziletleri arasında saymışlardır. Sahip olduğu faziletlerden ötürü kaynaklarda Mekke’nin birçok ismi zikredilmiştir.

Hazreti İbrahim’in (aleyhisselam) bu şehre olan duası, Kâbe’yi içinde barındırması, Efendimiz’in ve İslâmiyet’in burada doğup büyümesi gibi sebeplerden dolayı Mekke’nin kutsallığına dair birçok âyet ve hadis zikredilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulur:

اِنَّـمَۤا اُمِـرْتُ اَنْ اَعْـبُـدَ رَبَّ هٰـذِهِ الْبَلْدَةِ الَّذ۪ى حَرَّمَهَا وَلَهُ كُلُّ شَـْئٍۘ وَاُمِرْتُ اَنْ اَكُونَ مِنَ الْمُسْلِم۪ينَۙ

“De ki: Bana bu beldeyi (yasaklarla koruma altına alarak) dokunulmaz ve mukaddes kılan ve her şey Kendisine ait olan Allah’a, yalnız O’na ibadet etmem emredildi.”111

وَقَالُٓوا اِنْ نَــتَّـبِـعِ الْهُدٰى مَعَكَ نُـتَخَطَّفْ مِنْ اَرْضِنَاۜ اَوَلَمْ نُمَكِّنْ لَهُمْ حَرَماً اٰمِناً يُجْبٰٓى اِلَيْهِ ثَمَرَاتُ كُلِّ شَـْئٍ رِزْقاً مِنْ لَـدُنَّـا وَلٰـكِـنَّ اَكْــثَــرَهُـمْ لَا يَـعْـلَـمُـونَ

“‘Doğru söylüyorsun ama biz Sana tâbi olursak yerimizden-yurdumuzdan oluruz.’ dediler. Oysa tarafımızdan bir rahmet olarak Biz onları, her türlü ürünün getirilip toplandığı, güvenli, dokunulmaz bir yere (Mekke-i Mükerreme’ye) yerleştirmedik mi? Ne var ki onların çoğu bu nimetin kadrini bilmezler.”112

Peygamber Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: Allah bu beldeyi haram kıldı. Onun otu koparılmaz, av hayvanı ürkütülmez. Sahibini araştıracak kişi dışında hiç kimse buluntusunu alamaz.”113

Mekke ve Medine’nin faziletini belirttiği bir başka hadiste ise şöyle buyurmuştur: Mekke ve Medine hariç Deccal’ın çiğnemeyeceği memleket yoktur. Mekke ve Medine’ye geçit veren yolların her birinde saf tutmuş melekler buraları korumaktadır.”114

2. Menâsik

Menâsik, “mensek” kelimesinin çoğuludur. Kelime, kök mânâsı itibarıyla zahidane bir hayat sürmeyi ifade eder. Terimleşmiş mânâsıyla menâsik kelimesi, hac ibadeti esnasında yerine getirilmesi gereken vazifeler için kullanılır. Ayrıca hac menâsiki anlamına “meşâir” kelimesi de kullanılmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim’de, Hazreti İbrahim’in, oğlu Hazreti İsmail’le birlikte Kâbe’nin inşasını tamamladıklarında haccın menâsikini kendilerine öğretmesi için Cenâb-ı Allah’a yaptıkları dua zikredilir:

رَبَّـنَا وَاجْعَلْنَا مُسْلِمَيْنِ لَكَ وَمِنْ ذُرِّيَّـتِـنَۤا اُمَّةً مُسْلِمَةً لَكَۖ وَاَرِنَا مَنَاسِكَـنَا وَتُبْ عَلَيْنَاۚ اِنَّكَ اَنْتَ التَّوَّابُ الرَّح۪يمُ

“Rabbimiz! Bizi, yalnız Sana boyun eğen kimselerden eyle. Soyumuzdan da yalnız Sana teslimiyet gösteren bir nesil yetiştir. Ve bizlere haccın menâsikini (hacda yapılması gereken vazifeleri) göster, tevbelerimizi kabul buyur. Muhakkak ki tevbeleri en güzel şekilde kabul eden, çok merhametli olan ancak Sensin!”115

Bu dua üzerine Cenâb-ı Hak, Cebrail’i (aleyhisselam) göndererek hac ibadetinin nasıl yapılacağını Hazreti İbrahim’e (aleyhisselâm) öğretir. Ne var ki Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelinceye kadar bu menâsikte bir kısım tahrifatlar meydana gelmiştir. Cahiliye döneminde de hac menâsiki vardı. Ancak aradan geçen uzun zamanın ve putperestliğin de etkisiyle bu menâsik Cenâb-ı Hakk’ın vaz’ ettiği şekilde uygulanmıyordu. Allah (celle celâluhu) Peygamber Efendimiz’e razı olduğu menâsiki tekrardan talim etmiş, bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz de, “Haccın menâsikini benden alın, benden gördüğünüz gibi yapın.”116 buyurmuştur.

Buna göre; ihram, tavaf, sa’y, vakfe, şeytan taşlama ve kurban, hac menâsikinden sayılmaktadır.

3. Mîkât

Sözlük mânâsı itibarıyla mîkât, bir işi yapmak üzere belirlenen yer veya zaman anlamlarına kullanılır. Fıkhî bir terim olarak hac ve umre ibadetleri yapılırken ihramsız olarak girilemeyecek yerleri çevreleyen sınırları ifade eder. Hacca niyetlenen bir insan mîkât olarak belirlenen sınırlardan içeriye ihramsız giremez. Mîkat mahalleri, Harem bölgesinin giriş kapıları mahiyetindedir.

Kâbe ve çevresi bizzat Cenâb-ı Hak tarafından harem (saygıdeğer ve korunmuş) kabul edilmiş, Peygamber Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mekke’nin, yerlerin ve göklerin yaratıldığı gün Allah tarafından harem kılındığını ve kıyamete kadar da öyle kalacağını ifade buyurmuştur.117 Hac için Mekke’ye gelen kimselerin mîkât olarak belirlenen yerlerde ihrama girip belli kurallara uyması, Harem bölgesinin saygınlığını ihlal etmemesi gerekir.

Bu cümleden olarak ihramlı bir kimse Harem sınırları içerisinde tırnak kesemez, tıraş olamaz, ihram elbisesi dışında bir şey giyemez, eşine yaklaşamaz, insanlarla tartışıp kavga edemez, bitkileri koparamaz, herhangi bir hayvanı öldüremez. Eğer bunlardan herhangi birini yaparsa Harem bölgesinin saygınlığını ihlal etmiş kabul edilir ve dinin belirlediği birtakım cezalara çarptırılır.

Hacı, mîkat sınırlarından içeriye girerken Cenâb-ı Allah’ın, herkese açık olmayan mahrem bölgesine girdiğinin şuurunda olarak adımını atmalıdır. Artık adım adım Beytullah’a yaklaşmaktadır. Dolayısıyla duygu ve düşüncelerini tekrar tekrar gözden geçirmek suretiyle oranın adabına yakışmayan düşünce ve davranışlardan kurtulmaya çalışmalıdır. Allah’ın, kendisini her lahza gördüğünü, hem içine hem dışına muttali olduğunu hissetmeli ve ona göre bir edep takınmalıdır. Bu edebin zahirde neler gerektirdiğini yukarıda sıraladık. Bâtında neler gerektirdiği ise kişinin Allah hakkındaki marifetine bağlıdır.

4. Telbiye

Lügatte “çağrıda bulunan kimseye karşılık vermek, bir davete icabet etmek.” anlamına gelen telbiye bir fıkıh terimi olarak ihrama giren kimsenin şu ifadeleri söylemesidir:

لَبَّيْكَ اَلّٰلهُمَّ، لَبَّيْكَ، لَبَّيْكَ لَا شَرِيكَ لَكَ لَبَّيْكَ، إِنَّ الْحَمْدَ وَالنِّعْمَةَ لَكَ وَالْمُلْكَ، لَا شَرِيكَ لَكَ

Davetine icabet ettim Allahım! Emrine amadeyim. Senin eşin-ortağın yoktur, buyur Allah’ım! Nimeti veren Sensin, hamd Sana yapılır, mülk Senindir, Senin eşin-ortağın yoktur.”118

Araplar, Cahiliye döneminde hac yaparken de telbiye getiriyorlardı. Ancak bu telbiye kabilelere ve putlarına göre değişiklik gösteriyordu. İslâmiyet’in gelmesiyle birlikte telbiyede yer alan şirk unsurları temizlenmiş ve yukarıda zikrettiğimiz hâli almıştır.

Telbiyede, icabet ettiğimizi söylediğimiz davet, Hac sûresi 27. âyette geçen “İnsanlar arasında haccı ilan et.” emri gereğince Hazreti İbrahim (aleyhisselam) tarafından hacca yapılan davettir. Hacca niyetlenen kimse, Cenâb-ı Hakk’ın, insanları hacca çağırdığını duyduğunu ve bu emre imtisal ettiğini bütün âleme ilan eder. Bu bir nevi hac için yapılan niyetin dil ile ifadesidir. Hacı, Mekke’ye varana kadar yol boyunca bu sözleri tekrarlayarak niyetindeki istikameti korumaya çalışır. ‘Senin çağrına uyarak yollara düştüm. Yalnız Senin rızanı hedefliyor, dünya ve ona ait her şeyi mîkat sınırlarının gerisinde bırakıyorum. Hac için yollara çıkabilmek ne büyük nimet. Bu nimeti bana nasip eden Sensin. Bu nimetinden dolayı Sana hamd ederim Allah’ım!’

Telbiyeye, niyet edilerek mîkat mahallinde iki rek’at ihram namazı kılındıktan sonra başlanır. Telbiyenin söylenmesiyle ihrama ilişkin hükümler de yürürlüğe girmiş olur.

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Cebrail Aleyhisselam’ın tavsiyesine binaen telbiyenin yüksek sesle söylenmesini istemiştir.119 Bu sebeple erkeklerin telbiyeyi yüksek sesle söylemesi müstehaptır. Ayrıca Resûl-i Ekrem, yüksek sesle telbiye söylenen ve kurban kesilen haccın daha faziletli olduğunu belirtmiştir.120

Telbiyenin faziletine dair Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Telbiyede bulunan hiçbir Müslüman yoktur ki onun sağında ve solunda bulunan taş, ağaç, toprak onunla birlikte telbiyede bulunmasın, bu iştirak (sağ ve solunu göstererek) şu ve şu istikamette arzın son hududuna kadar devam eder.”121

5. İhram

İhram, sözlükte “haram kılmak, kendini mahrum bırakmak” anlamına gelir. Hacla ilgili bir terim olarak, hacca niyetlenen kimsenin, sair zamanlarda yapılması yasak olmayan bazı davranışları hac boyunca kendisine haram kılması demektir. Türkçede genel olarak ihrama girmek denilince ihramın sünnetlerinden olan, dikişsiz iki parça kumaştan oluşan ihram elbisesini kuşanmak anlaşılır.

Hacca niyetlenen kimse, ya mîkat mahallinden önce veya mîkat mahallinde, üzerinde bulunan günlük elbiseleri çıkararak ihram olarak isimlendirilen dikişsiz iki parça kumaş veya havluyu kuşanır. Hac (veya umre) yapmaya niyet eder, iki rekât namaz kılar ve telbiye getirir. Bu andan itibaren artık ihrama girmiş ve dolayısıyla ihram yasakları da başlamış olur. Bu kimsenin artık haccını (veya umresini) tamamlayana kadar, vücudundan kıl koparması, tırnak kesmesi, süslenme amacıyla yağ, kına, boya, koku… kullanması, dikişli elbise ve önü veya arkası kapalı ayakkabı giymesi, başını örtmesi, avlanması, ailevî münasebette bulunması, bitkilere zarar vermesi, günah işlemesi, başkalarıyla cedelleşip kavga etmesi, çirkin sözler söyleyip kalp kırması… yasaktır.

Bu davranışların yasak kılınması, bunların haccın ruhuna uymayan davranışlar olması bakımından önemlidir. Hacda kısa bir süreliğine de olsa her türlü dünyevîlikten uzaklaşma mânâsı vardır. Bu açıdan, dünyayı hatırlatıp ona çağırması muhtemel olan dikişli ve cazip elbiseler giyilmez, süslenilmez, bedeni güzel gösterecek şeylerden uzak durulur. İnsan, âdeta ilk yaratıldığı tabii haliyle Allah’ın huzuruna gelir. Hele günah işleme, insanlarla münakaşa edip onların kalbini kırma gibi davranışlar ibadetin ruhuyla asla bağdaşmaz.

6. Mültezem

Hacerü’l-Esved ile Kâbe kapısı arasında kalan 2 metrelik kısma “sıkı sıkıya yapışılan yer” anlamına gelen “Mültezem” ismi verilir. Hacılar tavafı bitirdikten sonra burada ısrarla dua eder Allah’tan istekte bulunurlar. Peygamber Efendimiz ile sahabe ve tâbiînden pek çok kimsenin burada dua ettiği nakledilmiştir. Efendimiz’den rivayet edilen bazı hadislerde, Mültezem’de yapılacak duaların kabul buyrulacağı ifade edilir.122 Mültezem’in dışında altın oluğun altı ve Rüknü’l-Yemânî’nin civarı da sahabe ve tâbiînin ileri gelenlerinin durup dua ettiği yerlerdendir.

7. Hacerü’l-Esved

Arapça’da “siyah taş” anlamına gelen Hacerü’l-Esved’in, Hazreti İbrahim tarafından tavafın başlangıç noktasını belirlemek amacıyla Mekke yakınındaki Ebû Kubeys dağından getirilip bugünkü yerine yerleştirildiği rivayet edilir. Hazreti İbrahim gibi bir Halilullah’ın elinin değdiği bu taş, daha sonra Cenâb-ı Hak tarafından aziz kılınmıştır.123

Hacerü’l-Esved’in Cennet’ten gelen bir taş olduğuna dair de rivayetler vardır.124 Belki de gökten gelen bir meteor, bir gök taşıdır, meleklere ait ulvî bir âlemden geldiği için kendisine bu değer verilmiştir. Geliş keyfiyeti ne olursa olsun bugünkü durumuna tesir etmez; o, bizler için mübarek bir taştır.

Fakihler, Resûl-i Ekrem ve ashabdan rivayet edilen uygulamalara dayanarak tavaf sırasında Hacerü’l-Esved’i selamlamanın gerekliliği üzerinde dururlar. Onu istilâm etmek, eğer imkân varsa el ile dokunmak veya öpmek ile gerçekleşir. Tavaf sırasında izdiham varsa öpülmesi ve dokunulması için başkalarına eziyet edilmesi doğru değildir. Zira Hacerü’l-Esved’e dokunmak her ne kadar sünnet olsa da başkalarına eziyet etmemek vaciptir. Öpme veya el ile dokunma suretiyle istilâm etme imkânı bulunamadığı durumlarda uzaktan işaret edilerek istilâm (selamlama) yapılabilir. Nitekim Resûlullah Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Veda haccının tavafında Hacerü’l-Esved’i elindeki değnekle uzaktan işaret ederek istilâm etmiştir.125 Bugün Müslümanların genel olarak yaptığı uygulama ise şöyledir: Tavafın her şavtında avuç içleri Hacerü’l-Esved’e doğru kaldırılır ve sanki dokunuyormuş gibi hafifçe hareket ettirilir. Bu hareketin ardından tekbir getirilerek avuç içi öpülür.

Abdullah İbn Ömer’den nakledildiğine göre Resûl-i Ekrem Efendimiz bir seferinde dudaklarını Hacerü’l-Esved’in üzerine koyup uzun süre ağlamıştı. Daha sonra dönüp Hazreti Ömer’in de ağladığını görünce şöyle buyurdu: “Ey Ömer! İşte burada gözyaşı dökülür.”126

Hazreti Ömer’in de Hacerü’l-Esved’le ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: “Allah’a andolsun ki senin fayda veya zarar vermeyen bir taş olduğunu biliyorum; eğer Resûlullah’ın öptüğünü görmeseydim seni asla öpmezdim.”127

Hazreti Ömer bu sözüyle putperestlikten yeni kurtulan kavmine bir taraftan Resûl-i Ekrem’e harfi harfine inkıyat etmenin önemini anlatmakta diğer taraftan ise onun da nihayetinde bir taş olduğunu, putlara kulluk yapanlar gibi karşısında el pençe divan durmadığını ifade etmektedir. Böylece bir kısım cahil insanların yanlış anlamalarının önüne geçmiş olmaktadır.

8. Hicr

“Engellemek, yasaklamak; bir şeyden bir parça ayırmak” gibi mânâlara gelen hicr, Kâbe’den sayılmakla birlikte ona dahil edilmeyen alana verilen isimdir. Bu alan, ilk yapıldığı zaman Kâbe’ye dahil bulunuyordu. Aradan geçen uzun zamanla birlikte Kâbe yıpranmıştı. Üstelik bir vadinin ortasında yer aldığından dolayı sürekli sel baskınlarına maruz kalıyordu. Yine böyle bir sel baskını neticesinde Kâbe’nin duvarları yıkılmıştı. Bunun üzerine Mekkeliler, Kâbe’yi yıkıp, Hazreti İbrahim’in attığı temeller üzerine yeniden inşa etmeye niyetlendiler. Fakat inşaata başladıktan sonra mâlî imkânlarının inşaatı tamamlamaya yetmeyeceğini anladılar ve binanın daha küçük tutulmasına karar verdiler. Bugün yarım daire şeklindeki bir duvarla ayrılan bölgeyi Kâbe’nin dışında bırakarak inşaatı tamamladılar. Bölgenin Kâbe’ye dahil olduğunu göstermesi bakımından da o günün şartları içinde taşlarla çevirdiler. Daha sonra bu bölgeye Hicr veya Hicr-i İsmail ismi verilmiştir. Hicrin sınırını gösteren yarım ay şeklindeki duvara “terk edilmiş, bırakılmış” mânâsına gelen Hatîm ismi verilmiştir. Hazreti İsmail ile annesi Hacer’in kabirlerinin burada olduğu rivayet edilir.128

Hicr’de kılınan namaz Kâbe’nin içinde kılınmış gibidir. Zira rivayet edildiğine göre Hazreti Âişe şöyle demiştir: “Ben Kâbe’nin içinde namaz kılmayı çok arzuluyordum. Bunun üzerine Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) elimden tutup beni Hicr-i İsmail’e koydu ve, Kâbe’ye girmek istediğin zaman Hicr-i İsmail’de namaz kıl. Çünkü Hicr-i İsmail, Kâbe’den bir parçadır. Senin kavmin Kâbe’yi bina ettiği zaman onu daraltıp Hicr’i ondan ayırdı.’ buyurdu.”129 Resûl-i Ekrem, devamında, “Eğer kavmin küfür döneminden yeni çıkmış olmasaydı Kâbe’yi yıktırıp İbrahim’in temelleri üzerine yeniden inşa ederdim.” Bir başka rivayette ise, “Dışarıda bırakılan kısmını içeri aldırırdım.” buyurmuştur.130

9. Tavaf

Tavaf, sözlükte “bir şeyin çevresinde dönmek, dolaşmak” anlamına gelir. Terim olarak ise usûlüne uygun olarak Kâbe’nin etrafında dönmeyi ifade eder. Tavafta Kâbe’nin etrafında yedi kez dönülür. Her bir dönüşe “şavt” ismi verilir. Dolayısıyla bir tavaf yedi şavttan oluşur. Tavafa, Kâbe sol tarafa alınarak Hacerü’l-Esved’in hizasından başlanır ve yine bu hizada bitirilir. Tavaf’ın yapıldığı alana “Metâf” ismi verilir. Ehl-i keşif bazı Hak dostlarına göre metâf alanında yüzlerce peygamberin bugün kaybolmuş mezarı yer almaktadır.

10. Makam-ı İbrahim

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de iki yerde Hazreti İbrahim’in makamından bahseder. Âl-i İmrân sûresinde, ibadet yeri olarak yeryüzünde yapılan ilk binanın Mekke’deki Kâbe olup, pek feyizli ve insanlar için bir hidayet rehberi olduğu bildirildikten sonra orada apaçık âyetlerin ve Hazreti Hazreti İbrahim’in makamının bulunduğu zikredilir.131 Diğer âyet-i kerimede ise Hazreti İbrahim’in makamının namazgâh edinilmesi istenir.132

Tevafukât-ı Ömeriye’den biri olarak zikredilen hâdiseye göre Hazreti Ömer, Hazreti İbrahim’in makamının özellikle namaz kılınacak bir yer olmasını arzu etmiş, bunun üzerine Bakara sûresindeki âyet nazil olmuştur.133 Resûl-i Ekrem, Veda haccında Kâbe’yi tavaf ettikten sonra makamın arkasında iki rekat namaz kılmış,134 bu da o mekânın âyette sözü edilen Makam-ı İbrahim olduğuna delil sayılmıştır. Ancak Makam-ı İbrahim’den kastın hac sırasında uğranılan bütün mekânlar olduğunu söyleyenler de vardır.135 Bugün Müslümanların genel olarak kabul ettikleri görüşe göre Makam-ı İbrahim, Hazreti İbrahim’in Kâbe’yi inşa ederken iskele olarak kullandığı ve üzerinde tebliğ görevini yaptığı taşın bulunduğu makamdır.

11. Zemzem

Zemzem, kelime olarak “suyun bol olması, gök gürlemesi, arka arkaya ses çıkarma” gibi anlamlara gelir. Özel mânâsı itibarıyla Mescid-i Haram’da Hacerü’l-Esved’in yakınındaki kuyudan çıkan suyun ismidir.

Hazreti İbrahim, Hazreti Hacer ile oğlu Hazreti İsmail’i Allah’ın emriyle Mekke’ye getirmiş ve şu an Kâbe’nin bulunduğu Mescid-i Haram’a yerleştirmişti. Hazreti İbrahim onları bırakıp döndükten sonra yanlarına aldıkları az miktardaki azık iyice azalmıştı. Bunun üzerine Hazreti Hacer yiyecek ve su aramak üzere yakın çevresini dolaşmaya başladı. Safâ tepesine çıkarak etrafı gözetledi. Ardından az ilerideki Merve tepesine koşturdu. Bir taraftan küçük bir çocuk olan Hazreti İsmail’e bakıyor diğer taraftan su ve yiyecek arıyordu. Bu şekilde heyecan ve telaş içinde yedi kez Safâ ve Merve tepeleri arasında gidip geldi. Bu sırada Cenâb-ı Hak, Hazreti İsmail’in yanında yeraltından mucizevî olarak bir su çıkardı.

Suyun çıkması orada hayatın devam edeceği anlamına geliyordu. Zira insanlık, tarih boyunca daima suyun bulunduğu yerlere yerleşmiş, buralarda medeniyetler kurmuştur. Daha sonraları zemzem ismi verilen bu su, yeni bir medeniyetin de doğuşunu müjdeliyordu. Artık Kur’ân-ı Kerim’de “ekin bitmeyen bir vadi136 olarak zikri geçen çorak Mekke vadisi suyla birlikte insanlığı kurtuluşa ulaştıracak yeni bir medeniyetin beşikliğini yapacaktı.

Kur’ân-ı Kerim’de Zemzem’in bahsi geçmez. Ancak hadis-i şeriflerde Zemzem’den bahsedilir. Hatta Kitâb-ı Mukaddes’te Hazreti Hacer ile oğlunun hikâyesinin anlatıldığı bölümde zikredilen su kaynağının da zemzem olma ihtimali vardır.137

Rivayet edildiğine göre Hazreti Hacer, suyun yerden çıktığını görünce bir taraftan su kabını doldurmaya başlamış diğer taraftan da suyun akıp gitmesini engellemek için etrafını kumlarla çevirmeye çalışmıştı. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde bu hâdiseye işaret ederek şöyle buyurmuştur: “Allah, İsmail’in annesine rahmet eylesin; eğer suyun önünü kapatmasaydı Zemzem gürül gürül akıp giden bir ırmak olurdu.”138

Yine başka bir hadiste Cebrail’in (aleyhisselam) Hazreti Hacer’e, Bu suyun yok olacağından, kaybolup çekileceğinden korkma. Burası Allah’ın evidir, Allah dostlarını korur. Bu, Allah’ın misafirlerinin içeceği bir sudur.”139 dediği rivayet edilir.

Mekke’nin fethedildiği gün Kâbe putlardan temizlenince Resûl-i Ekrem ve beraberindekiler Zemzem kuyusundan kovalarla su çekerek Kâbe’nin içini ve dışını yıkadılar. Efendimiz’in, Veda haccında ve umreleri sırasında Kâbe’yi tavaf ettikten sonra Makam-ı İbrahim’in arkasında iki rekât tavaf namazı kılarak ardından zemzem içtiği rivayet edilir.

12. Sa’y

Lügatta “çalışmak, yürümek, koşmak” gibi anlamlara gelen sa’y kelimesi, terim olarak hac veya umre yapan kimselerin Safâ ve Merve tepeleri arasında toplam yedi kez gidip gelmesini ifade eder. Her bir gidişe şavt ismi verilirken sa’y yapılan alana mes’â ismi verilir.

Kur’ân-ı Kerim’de sa’y hakkında şu âyet vardır:

اِنَّ الصَّفَا وَالْمَرْوَةَ مِنْ شَعَۤائِـرِ اللهِۚ فَـمَنْ حَجَّ الْـبَـيْتَ اَوِ اعْتَمَرَ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْهِ اَنْ يَـطَّـوَّفَ بِهِمَاۜ

Şüphesiz Safâ ile Merve Allah’ın belirlediği nişanelerdendir. Kim hac veya umre niyetiyle Kâbe’yi ziyaret ederse oraları tavaf (sa’y) etmesinde herhangi bir günah yoktur.”140

Cahiliye döneminde Safâ ve Merve tepelerinde İsâf ve Nâile isimli iki put bulunuyor ve müşrikler sa’y yaparken bu putları selamlıyorlardı. Mekke fethedildikten sonra bütün putlar temizlenmişti. Ne var ki bazı sahabiler Cahiliye dönemini ve şirki çağrıştırdığı için Safâ ile Merve arasında sa’y yapmayı doğru bulmuyorlardı. İşte yukarıda zikrettiğimiz âyet-i kerimede Cenâb-ı Hak, burada sa’y yapmanın Cahiliye dönemi ve şirkle alâkalı olmadığını dolayısıyla günah sayılmayacağını belirtmiş, inananların gönlüne su serpmiştir.

Bir önceki bölümde Hazreti Hacer’in su bulmak amacıyla Safâ ve Merve tepeleri arasındaki koşuşturmasından bahsetmiştik. İbn Abbas tarafından nakledilen ve genel kabul gören rivayete göre Hazreti Hacer’in bu hareketi sa’yin temelini oluşturmaktadır.141

13. Arafat

Kök anlamı itibariyle “bilme, anlama, tanıma” mânâlarına gelen Arafat, terim olarak haccın temel rükünlerinden olan vakfenin yapıldığı yere verilen isimdir. Bu bölgeye niçin Arafat ismi verildiği hakkında kesin bir bilgi yoktur ancak rivayete göre Cebrail Aleyhisselam, Hazreti İbrahim’e, haccın menâsikini gösterirken Arafat’a geldiklerinde ona, “Arafte?” (Anladın mı? Tanıdın mı?) diye sormuş, o da “Araftu” (Anladım, tanıdım.) diyerek cevap vermiştir. İşte bundan dolayı bu bölgeye Arafat ismi verilmiştir. Bir başka rivayete göre ise Hazreti Âdem ile Hazreti Havva Cennet’ten çıkarıldıklarında yeryüzünün farklı bölgelerine indirilmişlerdi. Bir süre sonra Arafat’ta yeniden buluşup tanışmaları üzerine bu isim verilmiştir. Farklı bir rivayete göre ise her sene hac mevsiminde milyonlarca hacının Arafat’ta bir araya gelmesi, birbirleriyle tanışıp kaynaşmaları üzerine bu bölgenin ismi Arafat olmuştur.

İslâm’ın beş şartından biri olan hac ibadetinde Arafat’ın çok önemli bir yeri vardır. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Hac Arafat(tan ibaret)’tir.”142 hadisiyle onun bu önemine vurguda bulunmuştur. Bu sebeple bütün mezhepler, vakfe zamanı içinde kısa bir süreliğine de olsa Arafat’ta bulunmayanların haccının geçersiz olduğuna hükmetmişlerdir. Arafat’ta yapılması gereken vakfe, Arefe günü (9 Zilhicce) öğle vaktinde başlar, güneşin batışıyla birlikte Müzdelife’ye doğru yola çıkılır.

Hac ibadetini yerine getiren mü’minler iki yerde vakfe yaparlar. Bunlardan biri yukarıda bahsettiğimiz Arafat, diğeri ise Müzdelife’dir.

14. Müzdelife

Arapça’da “yaklaşmak, yaklaştırmak” anlamına gelen z-l-f kökünden türeyen Müzdelife, Arafat ile Mina arasında yer alan ve Harem sınırları içerisinde bulunan bölgenin adıdır. Mü’minlerin, hac mevsiminde, Arafat vakfesinden sonra burada vakfeye durup dua ve zikirlerle Allah’a yaklaşmaları sebebiyle bu ismin verildiği rivayet edilmiştir. Kur’ân’da geçen “meş’ar-i haram” ifadesi, Müzdelife’yi anlatır:

فَـاِذَۤا اَفَـضْتُمْ مِنْ عَـرَفَاتٍ فَاذْكُرُوا اللهَ عِـنْدَ الْمَشْعَـرِ الْحَرَامِۖ وَاذْكُرُوهُ كَـمَا هَـدٰيـكُمْۚ

“Arafat’ta vakfeden ayrılıp sel gibi (Müzdelife’ye doğru) akın ettiğinizde, Meş’ar-i Haram’da Allah’ı zikredin. O size nasıl güzelce doğru yolu gösterdiyse siz de öyle güzel bir şekilde O’nu zikredin!”143 âyetinde de ifade edildiği gibi hacılar, Arefe günü güneş battıktan sonra akın akın Müzdelife’ye gelirler. Geceyi burada dua ve zikirle geçirirler. Sabah namazının kılınmasının ardından vakfeye durur ve güneş doğmadan Mina’ya doğru yola çıkarlar.

15. Mina ve Şeytan Taşlama

Mina, Mekke ile Müzdelife arasında yer alan ve şeytan taşlama, kurban kesme ve bayram günlerinde konaklama gibi hac menâsikinin yapıldığı mekânın ismidir. Mina’da büyük, orta ve küçük cemre olarak isimlendirilen ve sembolik olarak şeytanın taşlandığı üç adet taş yapı bulunur. Bayramın birinci günü tan yeri ağardıktan sonra Müzdelife’den gelinerek sadece Akabe cemresine yedi taş atılır, ilk taşın atılmasıyla birlikte telbiyeye son verilir; kurban kesilir, ardından saçlar kesilerek ihramdan çıkılır. Daha sonra Mekke’ye gidilip ziyaret tavafı yapılır. Bayramın ikinci ve üçüncü günleri de bu cemrelerin her birine yedişer taş atılır.

Mina’da yapılan şeytan taşlama, sembolik bir anlam içermektedir. Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından rivayet edildiğine göre Hazreti İbrahim, Kâbe’yi inşa ettikten sonra Cebrail’in (aleyhisselam) rehberlik yapmasıyla ilk haccını yapmıştı. Ne var ki Cenâb-ı Hak, ona, kurban olarak çok sevdiği oğlu Hazreti İsmail’i kurban etmesini emretti. Hayatı boyunca nice ağır imtihanlara maruz kalan bu yüce peygamber, Allah’ın emrini yerine getirmek üzere hareket etti. Onun bu teslimiyet ve sadakati karşısında şeytan da boş durmuyordu. Tam üç yerde Hazreti İbrahim’in karşısına çıkarak, onu bu emri yerine getirmekten vaz geçirmeye çalıştı. Ancak Hazreti İbrahim her seferinde yerden aldığı bir taş parçasını şeytana fırlattı, onun vesvesesine kulak vermedi.144 Ardından Hazreti İsmail’i tam kurban edeceği sırada Cenâb-ı Hak bir koç göndererek İsmail’in yerine onu kurban etmesini ve imtihanı kazandığını bildirdi. İşte, Mina’da taşlanan üç yapı, şeytanın, Hazreti İbrahim’in karşısına çıktığı bu üç yere işaret eder.

Şeytan, Hazreti İbrahim’e yaptığı gibi, gerek niyet aşamasında gerekse haccın menâsikini ifa esnasında pek çok yerde insanın karşısına çıkar, onu doğru yoldan saptırmaya çalışır. Sağdan yaklaşır, soldan yaklaşır, önden arkadan yaklaşır, alttan üstten yaklaşır. Onun bu çabalarına karşı mü’min, sağduyulu olmalı, Allah’a karşı olan ahd ü peymanını bozmamalıdır.

16. Kurban (Hedy)

Lügatte “yakın olmak” mânâsına gelen “kurb” kökünden türeyen kurban, terim olarak, Allah’a yakınlaşmak niyetiyle belli bir vakitte, özellikleri belli bir hayvanı kesmeyi ifade eder. İbadet amacıyla kesilen hayvana udhiyye (dahiyye), eti için kesilen hayvana ise zebîha denilir. Hac veya umrede kesilen hayvanlara genel olarak “sevkedilip götürülen, sunulan şey” mânâsında hedy ismi verilir.

Hacılar, Zilhicce’nin 10. günü sabahleyin Mina’da Akabe cemresini taşladıktan sonra kurban keserler.

17. Tıraş Olma

Hacıların, ihramlı oldukları sürece vücutlarından herhangi bir kılı koparmaları yasaktır. İhramdan çıkma vaktinin bir sembolü olarak, kurbanlarını kestikten sonra tıraş olur ve ihramdan çıkarlar. Tıraş olurken, vücutlarından ayrılıp düşen kıllarla birlikte affedilmeyip kalan son günahlarının da dökülmesini Allah’ın rahmetinden umarlar. Zira, hac esnasında yapılan diğer ameller gibi tıraş olmak da dinin emrine itaatin bir neticesidir. Dinin emrine itaatin insana sevap kazandırıp günahları sildiğinde ise şüphe yoktur.

18. Medine-i Münevvere

Hac yapanlar Mekke’de hac vazifesini tamamladıktan sonra, Efendimiz’in hicret diyarı Medine-i Münevvere’yi ziyaret ederler. Arap yarımadasının batısında Hicaz bölgesinde yer alan Medine ilk İslâm site devletinin kurulduğu şehirdir. Mekke’nin 450 km kuzeydoğusunda ve Kızıldeniz’in yaklaşık 160 km doğusunda yeralır. Şehrin kuzeyinde Uhud dağları, güneyinde Ayr dağları, doğusunda siyah volkanik akıntıların kapladığı Vâkım harresi, batı kısmında ise Vebere harresi yer almaktadır. Güneydoğudaki yüksek bölgelere Âliye ya da Âvâlî, onun alt kısımlarındaki düzlüklere ise Sâfile adı verilir. Toprağı tarıma elverişli olduğu için İslâmiyet öncesinde de Arap yarımadasında en önemli yerleşim merkezlerinden birisi olmuştur.

Medine, Hicret’ten (622) önce Yesrib ismiyle anılıyordu. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) burayı teşrif edince, “kınamak, azarlamak” gibi olumsuz mânâlar taşıyan bu kelime yerine şehir mânâsına gelen “Medine” ismini vermiştir.145 Bazı hadislerde de hoş ve güzel mânâsına gelen “Tâbe”, “Taybe” gibi adlar verdiği rivayet edilir.146 İslâm’ın ilk döneminde Medine, tebliğ irşat ve diğer faaliyetler açısından çok önemli bir misyon eda etmiş, hayatın her alanında kurumsallaşma örneklerinin sergilendiği bir şehir devleti olmuştur.

Medine, Peygamberimiz tarafından tıpkı Mekke gibi Harem bölgesi ilan edilmiştir. Harem denilmesinin sebebi, zararlılar dışında hayvanların öldürülmesi ve bitkilerin kesilmesinin haram olmasıdır. Evet bu mübarek şehirde, yaş bitkilerin ve ağaçların kesilmesi, hayvanların avlanması, kan dökülmesi, taşının-toprağının başka yere taşınması yasaklanmıştır. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), “Her peygamberin bir harem bölgesi vardır. Hazreti İbrahim’in Mekke’yi harem bölge kıldığı gibi, ben de Medine’yi harem bölgesi yaptım. Medine’nin taze otları biçilmez, ağaçları kesilmez ve orada savaş için silah taşınmaz. Allahım! İbrahim, Senin kulun ve elçin olduğu gibi; ben de Senin kulun ve elçinim. İbrahim’in Mekke’yi harem yaptığı gibi, ben de Medine’yi harem yaptım.”147 buyurmuştur.

Medine, Peygamber Efendimiz’in “Allah’ım! Mekke’ye verdiğin bereketi iki katıyla Medine’ye de ver.” duasına mazhar olmuş mübarek bir beldedir.148 Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) Medine’ye geçit veren dağ gediklerinde birbirleriyle kenetlenmiş meleklerin olduğunu söylemiştir. Bu meleklerin ellerinde kılıçlarıyla orayı korumaları sebebiyle Medine’ye veba ve Deccal’in giremeyeceğini haber vermiştir.149 Ayrıca Medine’ye gelip orada kabrini ziyaret edenlerin büyük sevaba mazhar olacağını şu ifadelerle dile getirmiştir: “Kim sadece beni ziyaret için Medine’ye gelirse kıyamet günü ona şefaat etmek benim boynumun borcu olur.”150

19. Mescid-i Nebevî

Hicret diyarı olmasının yanında Medine’yi farklı kılan hususlardan birisi de içerisinde barındırdığı mübarek mekânlardır. Bunların başında da Mescid-i Nebevî gelir. Efendimiz’in bizatihi yapımında yer aldığı bu mescid, Mescid-i Haram’dan sonra yeryüzündeki en yüce, en kutlu mesciddir. Orada namaz kılmanın ayrı bir ehemmiyeti olduğu hadislerde beyan edilmiştir.151

Mescid-i Nebevî’ye giren kimse Ravza’da iki rekât tahıyyet-ül-mescid namazı kılar. Sonra iki rekât da şükür namazı kılıp duâ eder. Duâdan sonra kalkıp edeb içerisinde Efendimiz’in kabrinin yer aldığı Hücre-i Saadet’e gelir. Yüzünü Muvâcehe’ye doğru Efendimiz’e dönerek edeple selam verir. Resûlullah’ın kendisini gördüğünü, selâmını, duâlarını işittiğini ve cevap verdiğini, âmin dediğini düşünür. “Esselâmü aleyke yâ Seyyidî, yâ Resûlallah, selam Sana ey Efendim, ey Allah’ın Resulü” diyerek selam verir. Kendisi vasıtasıyla Efendimiz’e selam gönderenlerin selamlarını iletir. Sonra da salavât getirerek duaya başlar.

20. Ravza-i Mutahhara

Ravza, bahçe demektir. Tertemiz mânâsına ‘mutahhara’ kelimesi de eklenerek “Ravza-i Mutahhara” denilir ve tertemiz bahçe anlamına gelir. Ravza-i Mutahhara, Mescid-i Nebevî içinde Hazreti Peygamber’in kabri ile minberi arasındaki mekâna verilen isimdir. Burası hadislerde Cennet bahçelerine denk görülmüştür. Efendimiz “Benim evimle minberimin arası, Cennet bahçelerinden bir bahçedir.”152 buyurmuştur. Kâbe mihrâblar mihrâbı, bu muhteşem mihrâbın minberi ise Cennet bahçelerinden daha temiz olan Râvza-i Tâhire’dir. Efendimiz’in mihrâbı, minberi ve mübarek kabr-i şeriflerinin bulunduğu bu alanın uzunluğu 22 metre, genişliği 15 metredir. Mescid-i Nebevî’nin diğer bölümlerinden belirgin bir şekilde ayrılması için zeminine açık yeşil halı döşenmiştir. Bu mübarek mekânda yapılan ibadet ve duaların ayrı bir değeri vardır.

21. Hücre-i Saadet

Ravza’nın hemen yanında Efendimiz’in, Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti Ömer’in kabirlerinin bulunduğu Hücre-i Saadet yer almaktadır. Efendimiz: “Kim hac yapar da ölümümden sonra benim kabrimi ziyaret ederse, beni hayatımda ziyaret etmiş gibi olur.” buyurmuştur.153 Bu sebeple buranın ziyaret edilmesi çok büyük önem arz etmektedir. Bunun yanı sıra, bir kısım ehlullahın bu mübarek mekâna bakışı daha da farklıdır. Onlar, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun mübarek naaşının konulduğu ve kendi ufkunda seyahatine devam ettiği bu kutlu mekânın, yeryüzündeki her yerden daha faziletli olduğu kanaatindedirler.

22. Muvâcehe-i Şerife

Muvâcehe, yüz yüze, karşı karşıya gelmek demektir. Peygamber Efendimiz’in mübarek kabrinin başına gelip yüzümüzü ona döndüğümüzde muvâcehe yapmış, O’nunla yüzyüze gelmiş oluruz. Bu sebeple burası “muvâcehe-i şerife” yahut “müvacehe-i saadet” diye adlandırılmıştır. Peygamberimiz’in mübarek kabrini ziyaret maksadıyla yapılmış bu kıymetli mekân, gümüşle kaplı bir pencere görünümündedir. Hücre-i Sadet’i aydınlatmak ve havalandırmak için düzenlenmiş üç pencereden oluşur. Efendimiz’e selam vermek ve dua etmek isteyenler buraya yönelirler.

23. Cennetu’l-Bakî (Bakî Mezarlığı)

Bakî mezarlığı Mescid-i Nebevî’nin hemen doğu tarafında bulunur. Hazreti Âişe’nin rivayetine göre Resûlullah zaman zaman oraya gider ve orada yatan ashabı için dua ederdi.154 Hazreti Osman, Abdurrahman İbn Avf, Sa‘d İbn Ebî Vakkas, Abdullah İbn Mesud, Suheyb İbn Sinan ve Ebû Hüreyre gibi yaklaşık 10 bin sahabenin mezarı burada bulunmaktadır. Ezvac-ı Tahirat’tan başta Hazreti Âişe olmak üzere Hazreti Hafsa, Hazreti Ümmü Seleme, Hazreti Zeyneb binti Huzeyme, Hazreti Zeyneb binti Cahş, Hazreti Safiyye ve Hazreti Mâriye annelerimizin mezarları da buradadır. Ayrıca Ehl-i Beyt’in ileri gelenleri, tâbiîn neslinden birçok kimse de buraya defnedilmiştir. Onların kabirleri de ziyaret edilerek onlara selam verilip orada dua edilmeli, Rabbimizin bizleri onların aydınlık yolundan ayırmaması dilenmelidir.

24. Kubâ Mescidi

Medine’de ziyaret edilecek önemli yerlerden birisi de Kubâ mescididir. Burası, İslâm’da umuma açık ilk mescid olması bakımından büyük önem taşımaktadır. Kur’ân’da sözü edilen,155 ilk günden takvâ üzerine kurulan mescidin Kubâ Mescidi olduğuna dair rivayetler vardır.156 Hadislerde burada namaz kılmanın faziletine vurguda bulunulur. Efendimiz (aleyhisselam): Kim ki evinde güzelce temizlenir, sonra Kuba mescidine gelip orada namaz kılarsa ona bir umre sevabı vardır.” buyurmuştur.157

25. Uhud Şehitliği

Hicretin 3. yılında vuku bulan Uhud savaşı, adını aldığı Uhud dağının yakınında olmuştur. Uhud savaşında şehit olan 70 kadar sahabi, savaşın akabinde oraya defnedilmiştir. İşte bu mekâna Uhud şehitliği diyoruz. Peygamber Efendimiz her yıl, Uhud şehitliğini birkaç defa ziyaret eder, oradaki şehitleri selamlar, onlara dua ederdi. Uhud dağı ve Uhud şehitliği, Mescid-i Nebevî’ye yaklaşık 5 kilometre uzaklıktadır.


100 İbrâhîm sûresi, 14/37.

101 Bakara sûresi, 2/126; İbrahim sûresi, 14/35.

102 Harem/haram kelimesi sözlükte “yasaklanmış, korunmuş, dokunulmaz” mânâsına gelir. Özel mânâsıyla, sınırları bizzat Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından belirlenmiş olan, Mekke ve Medine’nin yer aldığı özel bölgelere verilen isimdir. Bu bölgelerin kendine ait hususi hükümleri vardır. Mesela, harem bölgede –zararlı olanlar hariç– hayvanların öldürülmesi, bitki örtüsüne zarar verilmesi yasaktır.

103 Tirmizî, menâkıb 68; İbn Mâce, menâsik 103; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/305.

104 En’âm sûresi, 6/92; Şûrâ sûresi, 42/7.

105 Feth sûresi, 48/24.

106 Âl-i İmrân sûresi, 3/96.

107 Nahl sûresi, 16/112.

108 Kasas sûresi, 28/85.

109 Beled sûresi, 90/1, 2; İbrâhim sûresi, 14/35.

110 Tîn sûresi, 95/3.

111 Neml sûresi, 27/91.

112 Kasas sûresi, 28/57.

113 Buhârî, cenâiz 76, hac 43, cezâü’s-sayd 9, 10, büyu 28, cizye 22; Müslim, hac 445.

114 Buhârî, fezâilülMedine 9, fiten 26; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/41, 43, 46-47.

115 Bakara sûresi, 2/128.

116 Müslim, hac 110; Ebû Dâvûd, menâsik 77; Nesâî, menâsik 220.

117 Bkz.: Buhârî, cenâiz 76, hac 43, cezâü’s-sayd 9, 10, büyu’ 28, cizye 22; Müslim, hac 445.

118 Buhârî, hac 26, libâs 69; Müslim, hac 19-21.

119 Tirmizî, hac 15; Ebû Dâvûd, menâsik 27; Nesâî, menâsik 55; İbn Mâce, menâsik 16.

120 Tirmizî, hac 14; İbn Mâce, menâsik 16.

121 Tirmizî, hac 14; İbn Mâce, menâsik 15.

122 Bkz.: el-Beyhakî, esSünenülkübrâ 5/164.

123 Bkz.: Buhârî, hac 50; Müslim, hac 248-251.

124 Bkz.: Tirmizî, hac 49; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/307; 1/329.

125 Bkz.: Buhârî, hac 58; Müslim, hac 254.

126 İbn Mâce, menâsik 27; İbn Huzeyme, es-Sahîh 4/212; Abd İbn Humeyd, el-Müsned, s. 245.

127 Buhârî, hac 57; Müslim, hac 249-250.

128 Bkz.: İbn Hişâm, es-Sîretü’n-nebeviyye 1/11; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 1/52.

129 Tirmizî, hac 48; Nesâî, hac 128.

130 Buhârî, hac 42, ehâdisü’l-enbiya 9, tefsiru sûre (2) 10; Müslim, hac 399, 404.

131 Âl-i İmrân sûresi, 3/96-97.

132 Bakara sûresi, 2/125.

133 Buhârî, salât 32, tefsiru sûre (2) 9; Müslim, fezâilü’s-sahabe 24.

134 Buhârî, salât 30, hac 69, 72, 80, umre 11; Müslim, hac 189.

135 et-Taberî, Câmiu’l-beyan 1/526, Tarihu’l-ümem ve’l-mülûk 1/170.

136 İbrahim sûresi, 14/37.

137 Bkz.: Tekvin, 16:14, 21:19.

138 Buhârî, müsâkât 10, ehadisü’l-enbiya 9, Ahmed Bin Hanbel, el-Müsned 1/253.

139 Buhârî, enbiya 9; en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 5/100.

140 Bakara sûresi, 2/158.

141 Buhârî, enbiyâ 9.

142 Tirmizî, hac 57; Nesâî, menâsik 203; İbn Mâce, menâsik 57.

143 Bakara sûresi, 2/198.

144 Bkz.: Ahmed İbn Hanbel, elMüsned 1/297.

145 Buhârî, fezaîlü’l-Medine 2; Müslim, hac 488.

146 Buhârî, fezaîlü’l-Medine 3; Müslim, hac 491; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/89; İbn Huzeyme, es-Sahih 1/133.

147 Buhârî, büyu’ 53, cihâd 71, 74; Müslim, hac 454, 456, 458, 475.

148 Buhârî, fezâilü’l-Medine 10; Müslim, hac 466.

149 Bkz.: Buhârî, fezâilü’l-Medine 9, tıb 30, fiten 27; Müslim, hac 485, 486.

150 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 12/291.

151 Bkz.: Buhârî, fazlu’s-salât 1, 6, savm 67, cezâü’s-sayd 26; Müslim, hac 511.

152 Buhârî, fazlu’s-salat 5, fezâilü’l-Medine 12, rikak 73, i’tisam 16; Müslim, hac 500-502.

153 ed-Dârekutnî, es-Sünen 2/278; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 5/246. et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 12/406.

154 Bkz.: Müslim, cenâiz 102; Nesâî, cenâiz 103.

155 Tevbe suresi, 9/108

156 Bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/23.

157 Nesâî, mesâcid 9; İbn Mâce, ikâmetü’s-salât 197.

-+=
Scroll to Top