YERYÜZÜ MİRASÇILARI

Dünya döne döne asıl yörüngesine doğru kayıyor.. ama; acaba, yeryüzünün hakikî mirasçıları, bir zamanlar başkalarına kaptırdıkları miraslarını geriye almaya ve istirdat etmeye hazırlar mı? İlk hak başka, temsil ile gelen hak başkadır. Eğer hak, kendi değerleri ölçüsünde temsil edilmiyorsa, başta bir millet ve bir kadroya verilmiş olsa bile her zaman geriye alınabilir.. alınır ve hakikî temsilciler yetişeceği âna kadar da nisbî iyiliği önde olanlar arasında dolaşır durur.

Allah, Furkân-ı Bedîü’l-Beyan’ında: “Andolsun ki, Tevrat’tan sonra Zebur’da da: Yeryüzüne mutlaka sâlih kullarım vâris olacaktır, diye yazdık.”1 buyuruyor. Kasemle teminat verilerek anlatılan bu gerçeğin gün gelip tahakkuk edeceğinde kimsenin şüphesi olmamalıdır. Aynı zamanda bu verasetin yeryüzüne münhasır kalmayacağında da.. zira, küre-i arza vâris ve hâkim olan, feza ve semanın derinliklerine de hâkim olacaktır. Öyle ise buna bir kâinat hâkimiyeti de diyebiliriz. Tabiî böyle bir hâkimiyet niyabeten olduğu için, göklerin ve yerin gerçek sahibinin aradığı temsil vasıflarına uygunluk da çok önemlidir; hatta denebilir ki, bu vasıfların yakalanıp yaşandığı ölçüde bu rüya gerçekleşecektir.

Evet, eğer tarihin sisli-dumanlı bir döneminde, yeryüzünün gerçek mirasçıları olduklarını iddia edenler, bu semavî verasetin gerektirdiği performansı gösteremediklerinden dolayı, mülkün hakikî sahibi tarafından mirastan mahrum bırakılmışlarsa, böyle bir mahrumiyetten kurtulmanın yolu, dönüp yeniden O’na sığınmaktan geçer.

Allah, yeryüzü mirasını şuna-buna değil, kulları arasında salih olanlara vaadetmiştir.. yani Muhammedî ruhu, Kur’ânî ahlâkı temsil edenlere.. birlik ve beraberlik düşüncesiyle oturup-kalkanlara.. yaşadığı çağın şuurunda olanlara.. ilim ve fenle mücehhez bulunanlara, her zaman dünya ve ukbâ muvazenesini iyi kurabilenlere.. hâsılı, peygamberlik semasının yıldızları sayılan sahabe-i kirâm efendilerimizle aynı yörüngede hareket eden ruh ve mânâ üveyiklerine vaad etmiştir. Bu bir “Sünnetullah”tır.

فَلَنْ تَجِدَ لِسُنَّةِ اللّٰهِ تَبْدِيلًا وَلَنْ تَجِدَ لِسُنَّةِ اللّٰهِ تَحْوِيلًا 2

fehvâsınca da hiçbir zaman tebdil edilmeyecek, değiştirilmeyecek bir “şeriat-ı fıtriye”dir.

Bu itibarla, yeryüzüne mirasçı olmak için, evvelâ, salâhate, yani dinin Kur’ân ve Sünnet çizgisinde yaşanmasına ve İslâm’ın hayata hayat olmasına gayret etmek; sonra da çağın ilim ve fenlerine vâris olmak şarttır. Şu husus hiçbir zaman hatırdan çıkarılmamalıdır: Kâinatta, kudret ve iradenin tecellîleri olarak bildiğimiz “şeriat-ı fıtriye” ve kelâm sıfatından zuhur eden ilâhî kanunlar mecmuasına riayet etmeyen toplumlar veya mânevî hayatlarında iç değişikliğine uğrayan ümmetler, milletler bugün hâkim olsalar da yarınki mahkûmiyetleri kaçınılmazdır. Geçmişte inkıraza uğramış milletlerin mezarı sayılan tarih, âvâz âvâz bu gerçeği haykırdığı gibi, “Bir toplum kendi iç dünyası itibarıyla kendini değiştirmedikçe –ruhta, mânâda deformasyona uğramak– Allah ona bahşettiği lütufları geri alarak o toplumu değiştirmez.”3 mealiyle arz edeceğimiz âyet de, hâkimiyet-mahkûmiyet, aziz olma-zelil olma hususlarında önemli bir esası hatırlatmakta ve hâlihazırdaki Müslümanların ciddî bir boşluklarına parmak basmaktadır.

Bu boşluğu, yeryüzündeki bütün Müslümanların, iç yapıları, kalbî ve ruhî hayatları itibarıyla maruz kaldıkları deformasyon, dış yapıları itibarıyla da çağın çok gerisinde kalmaları şeklinde hulâsa edebiliriz. Böyle bir deformasyon veya çağın gerisinde kalma, ister bir-iki asırdan beri ard arda gelen haricî engellemelerden kaynaklansın, isterse bizim cehalet, zaaf ve yetersizliğimizden meydana gelsin fark etmez. Muhakkak bir şey varsa, o da, son asırlarda İslâm ümmetinin sürekli kan kaybetmesi ve çağlar boyu kendisini ayakta tutan, ayakta tutup yeryüzünün hakikî mirasçısı kılan güç kaynaklarına karşı alâkasız kalmasıdır.

Rica ederim, milletimiz hesabına tâli’siz bir dönemde İslâmiyet’i temsil iddiasında olanların, ilkler ölçüsünde, derin bir kalbî ve ruhî hayata sahip oldukları söylenebilir mi?. Ve yine o dönem Müslümanlarının tıpkı sahabe gibi yaşama arzusunu bir yana bırakıp, yaşatma düşüncesiyle gerilimde bulunduklarından söz edilebilir mi? Evet, bu dönemde “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe”4 anlayışıyla, zelil olarak yaşamaktansa, aziz olarak ölmeyi yeğleyen kaç dırahşân çehre gösterilebilir? Kaç aydınlık ruh gösterilebilir ki, hiçbir zaman hasımlarımızın baskılarına “pes” etmemiş ve hayatını hiç mi hiç çizgi değiştirmeden sürdürmüştür?

Hele bu tâli’siz dönemde, idare ve idare edenlerin zaafı bütün bütün yürekler acısıdır. Kur’ân, Müslümanların vesayette yaşamalarını yasakladığı hâlde, bir türlü vesayetten kurtulamamışızdır. İstirham ederim, bunca yıldır bizi hâkimiyetleri altında ezen zalimler karşısında sürüm sürüm olduğumuzu inkâr mı edeceğiz? Yüce dinimiz, ülkemizin ve ülkümüzün amansız düşmanlarına karşı tam tekmil hazırlıklı ve tetikte bulunmayı emretmesine rağmen –hatırlayın Kur’ân-ı Kerim’de atlara ve harp vasıtalarına yemini..5 ve her türlü silah ve muharebe malzemesi adına hazırlıklı bulunma direktiflerini–6 yeryüzü mirasçılarına yakışır şekilde bir kabiliyet gösterdiğimiz söylenebilir mi?

Doğrusu şu ki, bir zamanlar biz, tarihin en affedilmeyen hatalarından birini işledik: Dünyamız mamur olsun diye, dini dünyaya feda ettik ve dünyayı dine tercih ettiren bir düşünceyi benimsedik.. ve işte o günden beri de, kendimiz, içinde bulunduğumuz bir “olmazlar ağı”nda çırpınıp duruyoruz. Din gitmiş, dünya da elde edilememiştir.. ve bu şanlı fakat tâli’siz dünya artık bir boşalma dönemi yaşıyordu: Bin senelik mübarek bir miras reddediliyor.. millete sun’î bir mebde’ uydurulmaya çalışılıyor.. koskoca bir devlet, mukavemeti sıfır, eften-püften bir blokaj üzerinde dizayn ediliyor.. tarih, millet, soy ve millî kültür tahkire ve tezyife uğratılıyor.. ve gidilip bin senelik düşmanlarımıza, onların düşmanlık dolu düşüncelerine sığınılıyor.. sığınılıyor ve en imansız fikirler, en galiz tabirler eşliğinde ülkeye sokuluyor.. hatta bunları, nazmen, nesren en iyi ifade edenlere ödüller yağdırılıyor ve bir baştan bir başa bu mağdurlar, mahkûmlar, mazlumlar dünyasında, duygu, düşünce ve ahlâkta âdeta komünizm yaşatılmak isteniyordu.

Hatta hatırlarım, şimdilerde, bir düzine âciz, iktidarsız ve kendilerinden şüpheleri olan ilhadzedeler, dine saldırmak, mukaddesata salya atmak için siyasî ideoloji, bazı şahıslar ve bir kısım tabulara sığınma lüzumunu duydukları gibi –ki şu anda da en çirkin ve en utandırıcılarını görüyor ve yaşıyoruz– komünizm ve sosyalizmin revaçta olduğu o günlerde de aynı tâli’sizler, arkalarını bu nesepsiz sistemlere dayayarak, bütün kin, nefret ve gayzlarını kusuyor, diyaneti ve dindarı susturmak için âdeta cihad ediyorlardı. İstiklâl mücadelemizin ümit şairi, İstiklâl Marşı’yla bir milletin yeniden dirilişini destanlaştırmasına karşılık, Müslümanın ve Müslümanlığın yakın takibe alınıp öldürüldüğü, söndürüldüğü ve ifsat edildiği bu karanlık dönemi:

“Hayâ sıyrılmış, inmiş: Öyle yüzsüzlük ki her yerde Ne çirkin yüzler örtermiş meğer bir incecik perde! Vefâ yok, ahde hürmet hiç, emânet lafz-ı bî-medlûl; Yalan râic, hıyânet mültezem her yerde, hak meçhûl. Beyinler ürperir, yâ Rabb, ne korkunç inkılâb olmuş: Ne din kalmış, ne iman, din harâb, iman türâb olmuş.”

hicran dolu sözleriyle ifade ediyor ve inkisarla iki büklüm oluyordu.

Ancak hemen şunu da arz edeyim ki, bunca yıl, cebrî, küfrî, keyfî baskılara maruz kalmış bu asil millet tamamen sindirilememiş ve onun ezel ve ebed buudlu düşünceleri de hiç mi hiç söndürülememiştir. Bu düşünceler, yerinde küller içinde bir kor, yerinde küçük bir kurcalama ile “çıt” diye ses veren bir kıvılcım ve yerinde de dünyaları aydınlatmaya yetecek bir ışık kaynağı olduğu hâlde, tedbir ve temkinlerin “ilelmerkez” gücüyle, bir çekirdeğe sığacak kadar büzülmüş, küçülmüş ve böylece çağın en badireli günlerini atlatarak fonksiyonunu eda etme kuşağına ulaşmış ve mevsimi geldiğinde dünyaları ışıklara boğmaya hazır bekliyor.

Elverir ki biz, bunca yıllık derbederliği, çekilmiş bir meşakkat ve gösterilmiş bir cehd ölçüsünde değerlendirelim.. ve maddî-mânevî dirilişimize yetecek bir kuvvet kaynağı olan İslâmiyet’i özüne uygun şekilde anlayıp, duygu, düşünce, his, şuur ve iradeleri sağlam.. i’lâ-yı kelimetullah7 düşüncesiyle dimdik.. ilmî hayatları itibarıyla sistemli.. iş ve davranışlarında güvenli.. nefsanî arzuları karşısında “pes” etmeyecek kadar karakterli.. kalb ve kafa izdivacına muvaffak olmuş salih kullar arasına girerek yeryüzünün hakikî vârisleri olduğumuzu bir kere daha ispat edelim.

Allah tevfikini yâr ederse, seyahatimizi yitirilmiş bu çizgi istikametinde sürdürmeyi düşünüyoruz.

1 Enbiyâ sûresi, 21/105.

2 Fâtır sûresi, 35/43.

3 Enfâl sûresi, 8/53; Ra’d sûresi, 13/11.

4 “Giriştiğim iş beni ya büyük bir varlığa ve mevkie ulaştıracak ya da mahvedecek, batıracak.” anlamında kullanılan bir deyim.

5 Âdiyât sûresi, 100/1-2.

6 Enfâl sûresi, 8/60.

7 İ’lâ-yı Kelimetullah: Allah kelâmının, İslâmiyet’in ulviyetini ve hakikatlerinin kıymetini bildirmek ve yaymak.

-+=
Scroll to Top