YUNUS SÛRESİ

وَلَوْ يُعَجِّلُ اللّٰهُ لِلنَّاسِ الشَّرَّ اسْتِعْجَالَهُمْ بِالْخَيْرِ لَقُضِيَ إِلَيْهِمْ أَجَلُهُمْۘ فَنَذَرُ الَّذ۪ينَ لَا يَرْجُونَ لِقَۤاءَنَا ف۪ي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ

“Eğer Allah, insanlara, hayrı çarçabuk istedikleri gibi, şerri de acele verseydi, hemen onların ecelleri bitirilmiş olurdu. Fakat Bize kavuşmayı beklemeyenleri Biz, azgınlıkları içinde bocalar bir hâlde (kendi başlarına) bırakırız.”

(Yûnus sûresi, 10/11)

Şerre yapılan duaları, Cenâb-ı Hakk’ın anında hemen kabul etmemesi aslında bizim için bir lütuftur. Yoksa her an ağzımızdan, bizim için veya bir başkası için, “Allah canını alsın, belâsını versin…” gibi şer dualar çıkabilmektedir. Ne var ki, Halîm olan Rabb-i Kerîmimiz, onları kabul etmede bizim gibi acele etmiyor. Evet, şayet O da her edilen duaya icabet etse, anında herkesin işi bitirilmiş olur. Kaldı ki bazen öyle bir zaman diliminde dua yapılmıştır ki, o âna mahsus olmak üzere Cenâb-ı Hak, “Şu anda kim ne isterse vereceğim.” demiş olabilir. Yani o saat, bir saat-i icabe olup da, o esnada kul ne isterse ona icabet edilebilir.

Ayrıca bu, sadece kavlî duaya münhasır da değildir; bazen fiilî duayı da içine alabilir. Öyleyse tam o saat-i icabede yapılan işler de dua kapsamı içinde mütalâa edilebilir ki, her zaman dikkatli olmak icap eder. Zaten Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) de, şu hadisleri ile bu konuda sıkı sıkı tenbihte bulunmaktadır:

“Nefislerinize, çocuklarınıza, mallarınıza beddua etmeyin. (Eğer) Allah’ın saat-i icabesine tevafuk ederse, Allah da o duayı kabul buyurur.”1

Durum böyle olduğu hâlde, bazı kimseler nebi veya nebilerin vârislerine karşı, inkâr ve meydan okuma sadedinde;

وَإِذْ قَالُوا اللّٰهُمَّ إِنْ كَانَ هٰذَا هُوَ الْحَقَّ مِنْ عِنْدِكَ فَأَمْطِرْ عَلَيْنَا حِجَارَةً مِنَ السَّمَۤاءِ

Allah’ım, eğer bu, Senin nezd-i ulûhiyetinden gelmiş bir kitap ise, hemen bizim üzerimize gökten taş yağdırıver…”2 veya وَيَقُولُونَ مَتٰى هٰذَا الْوَعْدُ إِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ “Eğer iddianızda doğru iseniz, bu söz ne zaman gerçekleşecek, derler.”3 gibi sözler sarfedebilmektedirler.

Bazıları muvakkat bir can sıkıntısı esnasında; bazıları da hasımların saldırı ve tecavüzleri anında sabredemeyip şer isteğinde bulunabilmektedirler. Oysaki Allah, mevsimi gelince, mutlaka o münkirleri cezalandıracaktır. Öyle ise mü’minler, muvakkat sıkıntılar karşısında dişlerini sıkıp sabretmeli; dua ederken de belâların def ü ref’ine dua etmelidirler. Ayrıca din ve iman düşmanlarının tecavüzlerini de Hz. Allâmü’l-Guyûb’a havale edip O’nun bugün veya yarın vereceği ceza konusunda acele etmemelidirler. Zira O dilerse hemen ceza verir; dilerse suçun büyüklüğüne göre erteler ve ahirette onları daha elim bir azapla azaplandırır. Hatta dilerse onları da hidayete erdirir ve sana kardeş yapar.

Bu itibarla da mü’min kat’iyen kötülüğe dua etmemeli; ihtiyatlı ve Allah’ın hükümlerine karşı saygılı olmalı; maruz kaldığı şeyler tahammülfersâ bir hâl alınca da:

يَا قَاضِيَ الْحَاجَاتِ وَيَا دَافِعَ الْبَلِيَّاتِ، اِقْضِ حَوَايِجَنَا وَادْفَعْ عَنَّا الْبَلَايَا4

demeli, sabr-ı cemil üslûbuyla hâlini ve tahammülsüzlüğünü Rabbine şikâyet etmelidir.

وَأَوْحَيْنَۤا إِلٰى مُوسٰى وَأَخ۪يهِ أَنْ تَبَوَّاٰ لِقَوْمِكُمَا بِمِصْرَ بُيُوتًا وَاجْعَلُوا بُيُوتَكُمْ قِبْلَةً وَأَق۪يمُوا الصَّلٰوةَۘ وَبَشِّرِ الْمُؤْمِن۪ينَ

“Biz de Musa ve kardeşine, ‘Kavminiz için Mısır’da evler hazırlayın ve evlerinizi namaz kılınacak yerler yapın, namazlarınızı da dosdoğru kılın. (Ey Musa) Mü’minlere müjdele!’ diye vahyettik.”

(Yûnus sûresi, 10/87)

Bu âyet-i kerimedeki وَاجْعَلُوا بُيُوتَكُمْ قِبْلَةً emrinden şunlar anlaşılabilir:

1. Evler kıble cihetine yani güneye doğru yapılmalı ki, bunda aynı zamanda güneşlenme problemi de çözülmüş olur.

2. Evlerin mescid misyonunu eda etmeye müsait hâle getirilmesi şeklinde anlamak da mümkündür ki, bir taraftan

ف۪ي بُيُوتٍ أَذِنَ اللّٰهُ أَنْ تُرْفَعَ وَيُذْكَرَ ف۪يهَا اسْمُهُۙ يُسَبِّحُ لَهُ ف۪يهَا بِالْغُدُوِّ وَالْاٰصَالِ

“O meşale o evlerde tutuşturulurken Allah onların tazim edilmelerine ve içlerinde adının anılmasına izin vermiştir. Onların derûnunda sabah-akşam O’nu tesbihlerle yâd eden (yiğit)ler vardır.”5 hakikati vurgulanmış, diğer taraftan da her dönemde önemli misyon eda eden evlere işaret edilmiştir.

3. Her evin namazgâh ve mescit ittihaz edilmesi emredilmiştir ki, siyak-sibak bütünlüğü içinde âyeti ele aldığımızda; insan, bazı ahvalde içinde oturduğu evini mâbed, kendini de bu evin müdavim âbidi hâline getirmelidir; getirmelidir ve hanesini ibadetle ihya ederek orayı hayatsız bir mezar olmaktan kurtarmalıdır.

Gerçi âyetin başında emir Hz. Musa ve Harun’a has olarak gelmiş gibi ama daha sonra tavsiye genelleştirilerek “Hepiniz evlerinizi namazgâh yapınız!” denmektedir ki, bu da, hemen herkese umumî bir yerde namaz kılmaya, zikre-fikre şartlar elvermediği zaman, “Gizli gizli dahi olsa evlerinizi kullanınız!” veya “Mâbetleriniz kapatıldığı zaman evlerinizin bazılarını o işe tahsis ediniz!” ya da “Her şeye rağmen mescitler inşa ederek Rabbinizi anmaktan geri durmayınız!” demektir.

وَقَالَ مُوسٰى رَبَّنَۤا إِنَّكَ اٰتَيْتَ فِرْعَوْنَ وَمَلَأَۨهُ ز۪ينَةً وَأَمْوَالًا فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۙ رَبَّنَا لِيُضِلُّوا عَنْ سَب۪يلِكَۚ رَبَّنَا اطْمِسْ عَلٰۤى أَمْوَالِهِمْ وَاشْدُدْ عَلٰى قُلُوبِهِمْ فَلَا يُؤْمِنُوا حَتّٰى يَرَوُا الْعَذَابَ الْأَل۪يمَ

“Musa dedi ki: ‘Ey Rabbimiz! Gerçekten Sen Firavun ve kavmine dünya hayatında ziynet ve mallar verdin. Ey Rabbimiz! (Onlara bu nimetleri), insanları (netice itibarıyla) Senin yolundan saptırsınlar diye mi? (verdin). Ey Rabbimiz! Onların mallarını yok et, kalblerini de sıkıp daraltıver; çünkü onlar, o acıklı azabı görmedikçe iman etmeyecekler.’ ”

(Yûnus sûresi, 10/88)

Bu âyet-i kerimedeki لِيُضِلُّوا عَنْ سَب۪يلِكَ kaydından hareketle bazıları şöyle bir mânâ vermişlerdir: “Sen Firavun ve kavmine dünya hayatında ziynet ve servet verdin. Ey Rabbimiz! Senin yolundan saptırsınlar diye mi?” Aslında bu mânâ tam değildir. لِيُضِلُّوا عَنْ سَب۪يلِكَ deki “lâm”, lâm-ı akıbettir. Ve Hz. Musa, Cenâb-ı Hakk’ın bu malı onlara vermesindeki makasıd-ı sübhaniyesini çok iyi bilen birisi olarak böyle bir mal vermenin akıbetinin nereye varacağının farkındadır. Bu açıdan, mealde de işaret ettiğimiz gibi, “(Netice itibarıyla) insanları Senin yolundan saptırsınlar diye mi verdin.” demeyi uygun buluyoruz. Gerçi Cenâb-ı Hak, küfür, dalâlet ve mâsiyeti sevmez ve istemez, muhalfarz aksi düşünülecek olsa onlar, yaptıkları bu münasebetsiz şeyleri yapmakla O’na itaat etmiş sayılırlardı. Hatta bi’set-i enbiyâ da bu iş için gerçekleştirilmiş gibi olurdu. Ne var ki mesele hiç de sanıldığı gibi değildir. Bir kere Kur’ân-ı Kerim’de فَالْتَقَطَهُۤ اٰلُ فِرْعَوْنَ لِيَكُونَ لَهُمْ عَدُوًّا وَحَزَنًا “Neticede kendilerine düşman ve içlerine tasa olsun diye Firavun’un adamları onu bir buluntu olarak aldılar.”6 mealinde, lâm-ı akıbeti iş’âr eden pek çok âyet vardır. Eğer böyle bir yaklaşıma gidilmese, “Âl-i Firavun onu kendilerine düşman ve iç burukluğu olsun diye bulup aldılar.” olur ki, böyle bir yorumu olumlu kabul etmek mümkün değildir.

Sâniyen; kader, sebebe-sonuca birden taalluk ettiğinden burada sadece Allah’ın iradesinin taalluk ettiği netice zikredilip onların o istikametteki arzu, istek ve azimleri nazara alınmamıştır. Oysaki meselenin aslı, onlar nisbî, kisbî iradeleriyle mal ve evlâtlarını küfür ve dalâlet vesilesi yaptılar; demek ki netice itibarıyla sahip oldukları şeyler, onların su-i akıbetlerini netice verdi. Ne var ki başka şekilde de iradenin hakkı verilebilirdi. Yani onlar hidayet isteyeceklerine kavlî, fiilî dalâlete talip oldular, Allah da onu yarattı. Veya mal ve evlâtla hem Cennet hem de Cehennem peylenebilecekken, onlar birincisini hiç düşünmediler; dolayısıyla da nimet ayn-ı nikmet oldu. Hususiyle de muhatap Hz. Musa gibi fakir birinin karşısında Firavun gibi mal-menal, evlâd u iyal sahibi biri olunca, imana girişi engelleyen kibir, inhiraf ve haddini bilmezlik gibi bütün saikler birer birer tesirlerini icra edince, dalâlet yolu âdeta mecburi istikamet hâline gelecektir ki, Hz. Musa da işte bu mülâhaza ile, hususî bir muamele-i Rahmâniye olmazsa malla, evlâtla varılacak akıbet budur, demek istemiştir.

Mallarının helâk edilmesine gelince;

1. Onların malik oldukları her şey hakikaten helâk olmuş olabilir.

2. Veya Allah onlara mal-mülk vermiştir de, istifade etme imkânını vermemiştir. Meselâ; diyelim ki bir zengin şeker hastalığına mübtelâdır; yiyemez, içemez, dolayısıyla da böyle bir insan için nimetlerin varlığı ile yokluğu müsavidir. Böyle bir yaklaşımla da, mallarının helâk edilmesi dileği hakikat değil mecazdır.

حَتّٰۤى إِذَۤا أَدْرَكَهُ الْغَرَقُ قَالَ اٰمَنْتُ أَنَّهُ لَۤا إِلٰـهَ إِلَّا الَّذ۪ۤي اٰمَنَتْ بِه۪ بَنُۤو إِسْرَۤائ۪يلَ وَأَنَاۨ مِنَ الْمُسْلِم۪ينَ

“Nihayet (denizde) boğulma hâline gelince (Firavun) ‘Ben de iman ettim doğrusu, İsrailoğullarının iman ettiklerinden başka Mâbud yokmuş.’ dedi.”

(Yûnus sûresi, 10/90)

Bir kısım hadis-i şeriflerin ifade ettiğine göre; her insan, ölmeden az önce hakikati mutlaka ayan beyan görürmüş.7 Bu itibarla da, ahiret âlemine intikal ederken, inanmadan giden hiçbir insan yoktur, denebilir. Ne var ki, belli bir dönemden sonra artık inanma fayda vermez. İşte Firavun’un imanı da böyle fayda vermeyeceği bir esnada ifade edilmiştir. Evet o اٰمَنْتُ “İman ettim.” demiştir; demiştir ama, bu sözü imanın fayda vermeyeceği ve amelî hiçbir şeyi gerçekleştiremeyeceği bir zaman diliminde söylemiştir. Zaten âyetin devamındaki اٰۤلْئٰنَ yani “Şimdi mi?” ifadesi de gayet veciz olarak bu hususu vurgulamaktadır. Evet, اٰۤلْئٰنَ “Şimdi mi aklına geldi?..” Hâlbuki وَقَدْ عَصَيْتَ قَبْلُ “Sen biraz önce –hatta اٰۤلْئٰنَ ’den anladığımıza göre bir lahza öncesine kadar– isyan içindeydin.” Evet, atını Musa (aleyhisselâm) ve ordusunu takip için peşlerinden sürerken isyan içindeydin. Eğer o zaman “İman ettim.” deseydin, atını geri döndürür ve salih bir amel yapma fırsatı bulabilirdin. Ama şimdi artık vakit çok geç..!

Hâsılı, Cenâb-ı Hak imana teveccüh etmiş birisinin imanını engellemiş veya kabul etmemiş değil; aksine artık o işin zamanı geçmiştir. Âyeti bu çerçevede değerlendirme de eslem yollardan birisi olsa gerek.

Firavun boğulurken gerçekten “İman ettim.” dedi mi, yoksa onu kalbinden mi geçirdi? Ehl-i Sünnet’in görüşü; mevsim tamam ve söz de tam ise, içinden geçirme dahi telaffuz sayılır; hatta telaffuz içte ifadesini bulan o mazrufa ancak zarf sayılabilir. Ne var ki Firavun’un bu mülâhaza veya ifadesi فَلَمْ يَكُ يَنْفَعُهُمْ إ۪يمَانُهُمْ لَمَّا رَأَوْا بَأْسَنَا “Allah’ın hışmını açıktan gördükleri zaman artık iman fayda vermez.”8 fehvâsınca, Firavun o esnada iman etme fırsatını kaçırmıştı. Yahut o, böyle bir sözü, o durumdan cismaniyeti adına kurtulmak için söylemişti ki, Allah da ibret olsun diye onun cesedine necat vermişti. Bundan başka, Firavun o sıkışıklık anında bile, Musa ve Harun’un tavsif ettikleri bir Zât-ı Ecell-i A’lâ değil de, şöyle-böyle dar bir telakki ve çarpık bir anlayışın ifadesi olarak, “İsrailoğullarının iman ettiği Zât’a” diyerek peygamber ufkuna değil de, bilhassa o dönem itibarıyla henüz sisli dumanlı bulunan İsrailoğullarının idrak ufkuna yöneldi ve tevbe çıkışını telakki yanlışlıklarıyla köreltti.

Zaten tarihin dediğine bakılacak olursa Firavun bir dehrî idi (materyalist de diyebiliriz). Böyle birinin, hemen çarçabuk inanması zor olsa gerek. Kaldı ki eğer iman, Allah’ın varlığının ve birliğinin kabulünün yanında Hz. Musa’nın da nübüvvetini tasdikten geçiyorsa, Firavun o karışık sözleriyle “İman ettim.” derken dahi ayrı bir küfrü irtikâp etmiştir.

فَلَوْلَا كَانَتْ قَرْيَةٌ اٰمَنَتْ فَنَفَعَهَۤا إ۪يمَانُهَۤا إِلَّا قَوْمَ يُونُسَۘ لَمَّا اٰمَنُوا كَشَفْنَا عَنْهُمْ عَذَابَ الْخِزْيِ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَمَتَّعْنَاهُمْ إِلٰى ح۪ينٍ

“Yunus’un kavmi müstesna (halkını yok ettiğimiz ülkelerden) herhangi bir ülke halkı, keşke (kendilerine azap gelmeden) iman etse de bu imanları kendilerine fayda verseydi..! Yunus’un kavmi iman edince, kendilerinden dünya hayatındaki rezillik azabını kaldırdık ve onları bir süre daha (dünya nimetlerinden) faydalandırdık.”

(Yûnus sûresi, 10/98)

Yunus’un (aleyhisselâm) kavmi hakkında takdir edilmiş azabın kaldırılması:

1. Allah’ın o kavme yaptığı hususî bir muamele olabilir ki, başkaları için ne daha önce ne de daha sonra söz konusu olmamıştır.

2. Bazen belâlar, esbabının ortaya çıkmasıyla emareleri belirir ama tam o esnada yapılan bir iyilik, bir güzellik Allah’ın atâsına ve azabın kaldırılmasına sebep olur. Evet Yunus’un (aleyhisselâm) kavmi, azap emarelerini görünce, toplanmış, Allah’a yönelmiş ve O’na pişmanlık duygularını bildirmişlerdi ki; bazı zayıf rivayetlere göre سُبْحَانَكَ لَا إِلٰهَ إِلَّا أَنْتَ إِنَّا كُنَّا مِنَ الظَّالِم۪ينَ demeye başlamışlar; rivayet yönüyle olmasa da keşif açısından bence mutemet bir zatın beyanıyla: سُبْحَانَ اللّٰهِ وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ وَلَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ وَاللّٰهُ أَكْبَرُ وَلَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللّٰهِ gibi tahmid, tekbir, tesbih ve havkaleyi câmi bir vesile-i teveccühle Cenâb-ı Hakk’a yönelmişler; O da atâsıyla bu kazâyı def ü ref etmiş ve onlara bir süre daha dünyevî ama uhrevî buudlu yaşama imkânı bahşetmiş.

3. Âdet-i sübhaniyesine göre Allah, hangi kavme azap edecekse nebisine, azap öncesi o beldeden ayrılmasını emir buyurmuştur. Yunus (aleyhisselâm) ise, öyle bir emir gelmeden, kendi içtihadı ile kavminin beldesini terk etmiş. Böyle olunca da ihtimal gelebilecek azap o kavimden kaldırılmış ve pâye-yi nübüvvete muvafık bir itap şeklinde bir paratoner gibi O Nebiy-yi Celîl’e verilmiştir ki, hepimizin bildiği o hâdiseler başına gelmiştir.

Kur’ân-ı Kerim’de geçen فَلَوْلَا kelimesiyle alâkalı mülâhazalar onun هَلَّا kelimesinin müteradifi “keşke” mânâsına olduğu şeklindedir ki, buna göre meal: “İmha ettiğimiz o beldelerden bari bir teki, keşke azabı görmeden küfürlerinden vazgeçip iman ve emana erselerdi!” biçiminde özetlenebilir ve bunda, belâ ve musibetlerin şöyle veya böyle sezilişinde tevbe ve inâbeye zımnî bir teşvik vardır.

Bu kavmin Musul civarında ve Ninova karyesinde veya bir başka yerde bulunmaları neticeyi değiştirmez; mühim olan ilâhî ve nebevî tenbihleri değerlendirip “tevil-i ehâdis”in aydınlattığı yollarda emarelere yorumlar yükleyerek, kaderdenk noktaları iyi kullanıp muhtemel tehlikelere karşı teyakkuz içinde ve teveccüh eksenli yaşamaktır.

1 Müslim, zühd 74; Ebû Dâvûd, vitr 27.

2 Enfâl sûresi, 8/32.

3 Yûnus sûresi, 10/48; Enbiyâ sûresi, 21/38; Neml sûresi, 27/71.

4 “Ey ihtiyaç ve hâcetleri gideren, belâları def u ref’ eden Allah’ım! Bizim ihtiyaçlarımızı gider, belâları bizden uzaklaştır ve kaldır Yâ Rabbi!”

5 Nur sûresi, 24/36.

6 Kasas sûresi, 28/8.

7 Bkz.: Buhârî, rikak 41; Dârimî, rikak 43; İbn Mâce, zühd 31; Nesâî, cenâiz 9.

8 Mü’min sûresi, 40/85.

-+=
Scroll to Top