YUSUF SÛRESİ

وَشَرَوْهُ بِثَمَنٍ بَخْسٍ دَرَاهِمَ مَعْدُودَةٍۚ وَكَانُوا ف۪يهِ مِنَ الزَّاهِد۪ينَ

“Onu değersiz bir fiyatla, sayılı birkaç dirheme sattılar. Onlar zaten ona değer vermemişlerdi.”

(Yûsuf sûresi, 12/20)

“Zühd” rağbet göstermeme, arzu etmeme, değer vermeme, terk etme anlamlarına gelir. Bu mânâda dünyadan yüz çevirip ahiret arzusu ile kendini ibadete salanlara zâhid dendiği de herkesçe bilinmektedir. Öyleyse, وَكَانُوا ف۪يهِ مِنَ الزَّاهِد۪ينَ “Bu konuda zâhidçe hareket ettiler, müstağni davrandılar.” demektir.

Yalnız, Yusuf’u değersiz birkaç kuruşa satan kimlerdi? Kardeşleri mi, yoksa kervandakiler mi? Âyet mutlak olduğu için her ikisi de olabilir. Nitekim müfessirler bu konuda hep farklı farklı görüşler beyan edegelmişlerdir. Yusuf’u satan kardeşleriydi, dediğimiz takdirde, evvelâ onun gelecekte önemli bir zat, hatta peygamber olacağını bilemedikleri ve yaptıkları işin yanlışlığı ruh hâleti içinde bir an evvel ondan kurtulmayı düşündükleri için, maddî-mânevî cihanpaha birini, hür olduğu için بِثَمَنٍ بَخْسٍ haram paraya, kıymetler üstü kıymeti haiz olduğu için de, بِثَمَنٍ بَخْسٍ değersiz üç-beş kuruş bir şeye sattı ve nedamet gününe kadar haybet ruh hâleti yaşadılar. Bu işi yaparken kardeşleri bunu düşünecek durumda değildi. O acelecilik ve telaş içinde ayakları, elleri birbirine dolaşıyordu ki hemen zahidçe davranarak onu birkaç dirheme satıverdiler. Görüldüğü gibi burada resmedilen böyle bir ruh hâleti açısından bunlar, Yusuf’un kardeşlerinden başkası olamaz; zira köle alışverişinin normal olduğu ve para vererek ticaret yapmak kastıyla satın aldıkları köleyi, Mısır’da yeniden satarken, kervandakilerin böyle bir hâlette olması çok muvafık düşmüyor. Bir vech-i muvafakatı var, o da, böyle garip bir kuyudan garip ve oraya düşecek gibi görünmeyen bu çocuğun bir garip maceranın kurbanı olarak buraya düşmüş olabileceği –ki, قَالَ يَا بُشْرٰى هٰذَا غُلَامٌ1 cümlesi bunu hem ses hem söz hem de mûsıkîsiyle ifade etmektedir– bu buluntu çocuğu bir an evvel elden çıkarıp işlerine bakmalıdırlar. Böyle yapmayıp da onun gerçek değerini aramaya kalkarlarsa بِثَمَنٍ بَخْسٍ ’i dahi elden kaçırabilirler.

وَلَقَدْ هَمَّتْ بِه۪ وَهَمَّ بِهَا۠ لَوْلَۤا أَنْ رَأٰى بُرْهَانَ رَبِّه۪ۘ كَذٰلِكَ لِنَصْرِفَ عَنْهُ السُّۤوءَ وَالْفَحْشَۤاءَۘ إِنَّهُ مِنْ عِبَادِنَا الْمُخْلَص۪ينَ

“Andolsun ki, kadın ona meyletti. Eğer Rabbinin burhanını görmeseydi –ki gördü– o da (kadına) meyledecekti. (Fakat etmedi) işte böylece Biz, ondan kötülük ve fuhşu uzaklaştırmak için (delilimizi gösterdik). Şüphesiz ki o, ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandı.”

(Yûsuf sûresi, 12/24)

Gerek meallerde, gerekse tefsirlerde bu âyet incelenirken iki ayrı açıdan hata edilmekte:

1. Hz. Yusuf gibi her hâliyle salih, muhlas bir peygamberi, normal, beşerî his ve arzularının cenderesi içinde ezilen sıradan bir insan gibi görüyor, böyle bir yaklaşımla âyete mânâ veriyor ve “Kadın ona meyletti, o da kadına meyletti; ama o, Rabbinin burhanını gördü.” diyorlar. Hâlbuki gerek o güne kadarki yaşamıyla Hz. Yusuf’un sıdk ve salah ile örülü hayatı ve gerekse bu âyetin devamındaki ifadeler, yani fuhşun ve kötülüğün fevkalâdeden ondan uzaklaştırılması, ism-i mef’ul sigasıyla muhlas yani vehbî ve cebr-i lütfî ile ihlâsa erdirilen bir zat olması, âyete böyle mânâ vermeye ve onun hakkında böyle düşünmeye mânidir.

2. Meseleye beşerî realitelere ters bir düşünce ile yaklaşanlar ise, “Hz. Yusuf’un şehevî istek ve arzusu yoktu.” diyorlar.

Her iki düşünce tarzında da bir kısım eksikliklerin olduğu açıktır. Peygamber de beşerdir ama masumiyeti ve masuniyeti itibarıyla beşer üstüdür. Şehevatı vardır ama, Hakk’ın sıyanetiyle onun peygamberane azim ve iradesine tâbidir. Burada anlatılmak istenen Hz. Yusuf’un beraatidir. Öyleyse mealde belirttiğimiz gibi, şehevânî arzularına rağmen, Yusuf (aleyhisselâm) Hakk’ın sıyanetine sığınıp o müthiş iradesini kullanarak kadına asla meyletmedi.

Kur’ân-ı Kerim orada olup bitenleri resmederken, “Düpedüz kadın ona meyletmişti.” mânâsına وَلَقَدْ هَمَّتْ بِه۪ tabirini kullanmaktadır ki, böyle bir yönelişin ne şaka ile ne de imtihanla yorumlanması söz konusu değildir. Yani Yusuf’a bu kapalı atmosferde yollar sonuna kadar açıktır. Ama o, her zaman bir “burhan” üzerinde oldu.. iman, mârifet, içten münasebet ve bütün benliğine hâkim bir mehâfet ve mehâbetin yönlendirmesiyle iradeli olmanın en güzel örneğini sergiledi; sergiledi de bulunduğu yerin bütün menfezleriyle beden ve cismaniyete açık olmasına rağmen o, “maâzallah” diyerek bu atmosferi paramparça edip ululara has bir buudda kendi çerçevesini ortaya koydu. Evet, insanı, fenalığın gayyasına sürükleyecek böylesine iç ve dış şartların aleyhte ittifak ettiği bir anda, onu şart-ı âdi plânında sıyanet ufkuna ulaştırıp ekstra mazhariyetlerle serfiraz kılan şey, başka değil onun ismet, iffet, sadakat düşüncesinin beslediği kâmil insan olma iradesiydi.

Zaten o, Allah’a itaat etme ve ettirme misyonu için seçilmiş bir imam, bir aksiyon ve misyon adamıydı. Aslında mevsimi gelince Zeliha da bu iffet âbidesinin iffetine:

وَلَقَدْ رَاوَدْتُهُ عَنْ نَفْسِه۪ فَاسْتَعْصَمَ

“Ben onun nefsinden kâm almak istedim ama o sımsıkı iffet ve ismetine kilitli kaldı.”2 diyerek şehadet edecekti…3

قَالَتْ فَذٰلِكُنَّ الَّذ۪ي لُمْتُنَّن۪ي ف۪يهِۘ وَلَقَدْ رَاوَدْتُهُ عَنْ نَفْسِه۪ فَاسْتَعْصَمَ

“Kadın dedi ki: İşte hakkında beni kınadığınız şahıs budur. Ben onun nefsinden murad almak istedim; ama o şiddetle ismet savunmasında kaldı.”

(Yûsuf sûresi, 12/32)

Hz. Yusuf, tabir caizse, edası-endamıyla tam bir erkek güzeliydi. Öte yandan, her peygamberde olduğu gibi, Hz. Yusuf’ta da derin bir iç güzelliği söz konusuydu. Evet, Hz. Yusuf’un dışı da iç güzelliğinin mütemmimi, tabir-i diğerle, onun dışı, yani cismanî ve bedenî yapısı; iç derinlik ve muhtevasının fevkalâde mütenasip bir zarfı gibiydi.

Zeliha’ya gelince, bütün nefsanî istek ve arzularına yenik düşen insanlarda olduğu gibi, nazarını fâniden bâkiye çevirip işin uhrevîliğini bir türlü kavrayamadı ve sinesini cayır cayır yakan o muhabbet tamamen cismaniyete münhasır kaldı. Buna Hz. Yusuf’un belirttiğimiz iç ve dış güzelliği eklenince, insanoğlunun Hz. Âdem’den bu yana devam edegelen hatası bir kere daha tekerrür etti.. VE İNSANOĞLU BİR KERE DAHA ALDANDI…

Yukarıdaki âyet “İmreet-i aziz”in önce kendisini levmeden sonra da Hz. Yusuf’u görünce ellerindeki bıçaklarla ellerini doğrayan kadınlara karşı serzenişi ve kendi zaafının müdafaa mazmunu olarak ilâhî beyana girmiştir.. ve o bu ifadeleriyle, bir kısım cismaniyetin kulu kölesi aristokrat arkadaşlarına: İşte hakkında beni kınayıp, “Delice gönlünü kaptırmış; doğrusu bu kadın çıldırmış!” dediğiniz genç! Bu, hâlleriyle şahitlik durumunda olan o kadınlara karşı Yusuf’un cismaniyetinin çarpıcılığını itiraf ve kadınca ilk itiraf; ikinci itiraf ise, onca baştan çıkarma esbabına rağmen وَلَقَدْ رَاوَدْتُهُ عَنْ نَفْسِه۪ فَاسْتَعْصَمَ “Ben ondan kâm almak istedim ama o, şiddetli bir şekilde bir iffet ve ismet savunmasına geçti.” sözleriyle vurgulanan bu yüce peygamberin temkin ve rasânetidir.

ثُمَّ بَدَا لَهُمْ مِنْ بَعْدِ مَا رَأَوُۨا الْاٰيَاتِ لَيَسْجُنُنَّهُ حَتّٰى ح۪ينٍ

“Sonunda kesin delilleri görmelerine rağmen, onu belli bir müddet hapse atmaları kendilerine uygun göründü. (Yani, Yusuf’u hapse atmada maslahat gördüler.)”

(Yûsuf sûresi, 12/35)

Bu âyet birkaç açıdan yorumlanabilir:

1. O gün kadınlar arasında konuşulan bu mesele, Mısır’da çok şüyû bulmuştu. Dolayısıyla da, toplumdaki dedikoduyu kesip atmak için Yusuf masum olsa da, diğerlerinin zâhirî ismeti adına onun suçlu gösterilip hapse atılması gerekiyordu. Her dönemde hâkim güçlerin hukuk anlayışları buna cevaz veregelmiştir.

2. Hapse atılma esnasında Hz. Yusuf (aleyhisselâm), kendini müdafaa etmemektedir; zira, suçsuz olduğunu iddia ettiği an, karşı tarafın ırz, namus ve iffeti tartışılır hâle gelecektir. Hâlbuki bir peygamber Cennet’e giden yolda kendi iffet ve namusunu koruduğu gibi, muhatap ve hedef kitlenin itibar ve şerefini düşünme mecburiyetindedir. Yani kendini zinadan uzak tuttuğu ölçüde dilini de gıybetten muhafaza etmelidir. Nitekim o, etmiştir de. Derken o, beş-on sene ömrünü hapishanede geçiredursun, Mısır’da bu şayia çoktan unutulmuş ve hususiyle de yeni nesiller asla böyle bir şeyden haberdar olamamışlardır. Bu itibarla da Yusuf (aleyhisselâm), hapishaneden çıktığında bir dönemde dedikodusu yapılan konulardan en küçük bir iz dahi kalmamıştır. Tabir-i diğerle, Hz. Yusuf, hedef ve muhatap kitlenin iffetini koruma adına, beş-on yıllık zindan hayatına razı olmuştur.

3. Neticede on yıl sonra da olsa Yusuf’a (aleyhisselâm) o isnadı yakıştıranlar bile اَلْاٰنَ حَصْحَصَ الْحَقُّ “Hak, gerçek şimdi açığa çıktı.”4 diyerek tebriede bulunmuşlardır. Herkesçe müsellem olduğu gibi bir insanın kendini tenzih ve tebrie etmesi ile bir başkasının tebrie etmesi arasında dağlar kadar fark vardır.. evet işte şimdi, Yusuf (aleyhisselâm) için de, halk arasında böyle daha tesirli olan bir başkasının tenzihi söz konusudur.

Evet Yusuf’un gömleğinin önden veya arkadan yırtılması gibi –onların kriterlerine göre– bir hâdise ve ellerini doğrayan kadınların vicdanî şehadetlerine rağmen –ki günü gelince o şehadeti ilan edeceklerdir– yukarıda bahsi geçen mülâhazalardan ötürü o yüce nebi, masumların da hapishanelere düşeceğinin açık öncülerinden biri olarak oraya girecek, çile dolduracak, kendi oluşumunu tamamlayacak; sonra zâhirî plânda kapıkulu olarak girdiği zindandan düşüncelerin ve gönüllerin fatihi olarak çıkacak ve bütün bir Mısır halkının sevgilisi hâline gelecekti. Aslında o, hürriyetini yitirdiği aynı anda ve aynı noktada gönüllere hâkim olma sürecine de girmiş bulunuyordu. Nefis ve enaniyeti adına yokluğa itilirken, kalbî ve ruhî hayatı itibarıyla yeni bir dirilişe yürüyordu. Kendi kemalât-ı insaniyesini gerçekleştirmenin yanında ölü bir topluma da yeni bir “ba’sü ba’de’l-mevt” üfleyecek.. ve Hz. Musa’ya, Hz. Davud’a, Hz. Süleyman’a, Hz. Mesih’e… nihayet İnsanlığın İftihar Tablosu’na uzanan yollara, Firavun ehramlarının tepesinden de bir ışık tutacaktı. Mevsimi gelince bunların hepsi gerçekleşti ve Yusuf (aleyhisselâm), arkadan gelenler için bir yâd-ı cemil oldu.

وَقَالَ يَا بَنِيَّ لَا تَدْخُلُوا مِنْ بَابٍ وَاحِدٍ وَادْخُلُوا مِنْ أَبْوَابٍ مُتَفَرِّقَةٍ

“Sonra şöyle dedi: Oğullarım, (şehre) hepiniz bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin…”

(Yûsuf sûresi, 12/67)

Hz. Yakub’un (aleyhisselâm) oğullarına yaptığı bu tavsiye münasebetiyle ilk akla gelenleri şöyle hulâsa edebiliriz:

1. Bazı yorumcuların da belirttiği gibi Hz. Yakub’un oğulları, hem şekil ve şemailleri hem de kılık ve kıyafetleri bakımından görkemli, gösterişli olduklarından, daha önceki gelişlerinde, Melik’in de, Mısır halkının da dikkatlerini çekmişlerdi. Bu sebeple halkın bunları tekrar gördüğünde, bilhassa kıskanç nazarların isabeti, hatta çekememeleri söz konusu olabilirdi.

2. Keza, böyle kısa aralıklarla birkaç defa Mısır’a gelip gitmeleri ve Hz. Yusuf ile yakınlık tesis etmeleri, Yusuf’un (aleyhisselâm) makamını sarsabilirdi. “Böyle farklı bir muamele de neden?” veya “On kardeşler yine gelmiş.” gibi sözler dedikodu hâlinde, her yanda şüyû bulabilirdi.

3. Ayrıca Hz. Yakup (aleyhisselâm), Bünyamin’e de Yusuf’a yaptıkları gibi yaparlar endişesi ile, bunları ikişer ikişer dağıtmayı, yeniden yanlış bir işte ittifak etmelerine fırsat vermemeyi de düşünebilir.

4. İsrailoğulları Mısır’a girince orayı mânen ihya edecek ve orada bir kısım yenilikler meydana getireceklerdi; böyle bir gaye-i hayalin en mâkul yolu da “sırren tenevveret” esasına göre dağınık yürüme, dağınık yerleşme ve toplu görünmeme mülâhazasına göre gerçekleştirilmeliydi.

Tabiî bütün bunlar birer tedbirdi; sebepler dünyasında bunlara riayet de tekvinî bir vecibeydi; bir vecibeydi ama bu tedbir ve stratejilerin, tedbirleri, stratejileri aşkın belâları, musibetleri önleyeceği anlamına gelmezdi.. gelmezdi ki, sebeplere riayetle Müsebbibü’l-Esbâb’a itimadı ifade sadedinde, üstteki âyeti müteakip hemen şu tamamlayıcı ifade gelir:

وَمَۤا أُغْن۪ي عَنْكُمْ مِنَ اللّٰهِ مِنْ شَيْءٍۘ إِنِ الْحُكْمُ إِلَّا لِلّٰهِۘ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُۚ وَعَلَيْهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُتَوَكِّلُونَ

“Ayrı ayrı kapılardan girin ama ne yapsam hiçbir hususta sizden Allah’ın takdir ettiği şeyi defedemem; hüküm Allah’a aittir.. ben O’na tevekkül ettim ve tevekkül edecekler de yalnız O’na tevekkül etmelidirler.”5

1 “Müjde! İşte bir çocuk!” (Yûsuf sûresi, 12/19)

2 Yûsuf sûresi, 12/32.

3 Bu konuyla ilgili olarak ayrıca bkz.: Sonsuz Nur 2/417-426.

4 Yûsuf sûresi, 12/51.

5 Yûsuf sûresi, 12/67.

-+=
Scroll to Top