Yusuf sûresi, 12/100
وَرَفَعَ أَبَوَيْهِ عَلَى الْعَرْشِ وَخَرُّوا لَهُ سُجَّدًا وَقَالَ يَۤا أَبَتِ هٰذَا تَأْوِيلُ رُؤْيَايَ مِنْ قَبْلُ قَدْ جَعَلَهَا رَبِّي حَقًّا وَقَدْ أَحْسَنَ بِۤي إِذْ أَخْرَجَنِي مِنَ السِّجْنِ وَجَۤاءَ بِكُمْ مِنَ الْبَدْوِ مِنْ بَعْدِ أَنْ نَزَغَ الشَّيْطَانُ بَيْنِي وَبَيْنَ إِخْوَتِۤي إِنَّ رَبِّي لَطِيفٌ لِمَا يَشَۤاءُ إِنَّهُ هُوَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
“Ebeveynini tahtına çıkardı. Hepsi onun önünde saygı ile eğildiler. Yusuf: ‘Babacığım! dedi, işte küçükken gördüğüm rüyanın tabiri! Rabbim o rüyayı gerçekleştirdi. O, bana nice ihsanlarda bulundu: Beni zindandan kurtardı, şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra sizi taşradan getirip bana kavuşturdu. Gerçekten Rabbim dilediği kimse hakkında Latif’tir (çok lütufkârdır, dilediği hususları çok güzel, pek ince bir tarzda gerçekleştirir). Şüphesiz O Alîm’dir, Hakîm’dir (her şeyi hakkıyla bilen, tam hikmet sahibidir).’”
Geçmişin Zikri ve Tahdis-i Nimet
Hemen her sûre gibi bu sûre de böyle teselli edici bir mahiyette bitiyor. Çünkü insanlar arasında yaralı olan, beklentiye giren ve ümit arayanlar her zaman var olagelmiştir. Durumumuzu en iyi bilen Allah, sûre sonunda böyle ümit verici bir hatimeyle gönüllerimize bir ferahlık bahşediyor.
Arş kelimesi burada kral, bakan, müsteşar, genel müdür gibi makam sahiplerinin oturduğu yer mânâsına gelir. Ona köşk mânâsı vermek burada uygun düşmez. Köşk, insanın içinde barındığı bir yerdir. Arş, taht ya da makam koltuğu olarak da düşünülebilir. Ancak Yusuf (aleyhisselâm) babasını ve annesini beraber oturttuğuna göre onunki biraz geniş bir koltuktu. Romalılarda olduğu gibi, bir iki basamakla çıkılan bir taht da olabilir. Arşın, Cenab-ı Hakk’a nispet edildiğinde daha başka mânâları da vardır. Ancak burada o mânâlara temas etmeye gerek yoktur.
Yusuf (aleyhisselâm), babasını ve annesini yüksekçe bir yerde kendi tahtına oturtuyor. Onlar da ona saygılarını ifade etmek için biraz eğiliyorlar. O dönemde, kral adına selamları bu şekilde kabul etme âdeti yaygın olabilir. Bu, hafif bel kırıp boyun bükme şeklinde bir saygı eğilmesiydi. Bu tazim, âyette secde olarak ifade buyuruluyor. Fakat bu bildiğimiz namaz secdesi değildir. Rükû şeklinde bir eğilme de olabilir. Çünkü Yakup (aleyhisselâm) ve hanımı yukarıda, Yusuf (aleyhisselâm) ise aşağıda duruyor. Âyetin akışı ve orada ifade edilen bu pozisyon da zaten namaz secdesi gibi bir harekete müsait değildir. Demek ki bir büyüğe ya da bir makama saygı ifade etmek için eğilme âdeti o günkü Mısır’da da vardı. Bu âdet çeşitli kültür ve toplumlarda bugün bile görülmektedir. İnsanlar büyüklere saygı ve selamlarını bu şekilde ifade ederler. Sema yaparken Mevlevilerin eğilerek selam vermeleri bunun bir örneğidir. Osmanlıların belli bir döneminden sonra bu türlü saygı eğilmeleri ihdas edilmiştir. Bazı hassas hükümdarlar kendilerine yapılan bu tür saygı gösterisine müsaade etmemişlerse de bu artık genel kabul gören bir âdet hâline gelmiştir.
Ailece Hazreti Yusuf’un karşısında saygıyla eğilmeleri onun diğer kardeşlere karşı faziletini ortaya koyması açısından da önemlidir. Çünkü artık hepsi orada yaşayacaklardı. Birlik ve bütünlük içerisinde hareket ederek misyonlarını yerine getirmeleri gerekiyordu. Bunun için aralarında haset, kıskançlık gibi şeyler olmamalıydı. Bunu sağlayacak olan da Hazreti Yusuf’un üstünlük, fazilet ve rehberliğinin bütün aile efradı tarafından kabul edilmesiydi. Huzurunda eğilerek saygı gösterme tavrı, bu kabullenmeyi temsil ediyordu. Buna bir nevi biat etme de denebilir. Bu kabulleniş sayesindedir ki mümin-i âl-i fir’avn (asırlar sonra gelen Hazreti Musa dönemindeki firavunun yakını, o inanmış kahraman), konuşmalarında Hazreti Yusuf’u da yâd edecektir. Demek ki o, Mısır’da tâ Hazreti Musa (aleyhisselâm) zamanına kadar uzanan bir ses ve soluk olmuştu.
İkinci bir görüş olarak, söz konusu secdeyi Allah’a yapılmış bir secde olarak da düşünebiliriz. Fakat niyabeten (vekaleten) Hazreti Yusuf’a yapılmıştır. Hazreti Yakup (aleyhisselâm), Hazreti Yusuf’a kavuşma, insanların bedeviyetten çıkıp medeniyete doğru yürümeleri gibi nimetlerin şükrünü eda etmek için, tahta oturmuş olsa bile çocuklarıyla beraber secdeye kapanmış olabilir. Kavuştukları nimetlerin asıl sahibi Allah’tır. Bu yüzden secdeyi O’na yapmışlardır. Ancak bu nimetlerin vesilesi Yusuf (aleyhisselâm) olduğu için bir nevi ona saygı gösterisi olarak huzurunda eğilmişlerdir. O da bu secdeyi Allah adına kabul etmiştir. Melekler de Hazreti Âdem’in önünde, onu mihrap gibi görüp Allah’a secde etmişlerdi. Fakat bu, Kur’ân’da Hazreti Âdem’e secde şeklinde ifade buyurulmuştur.174 Âdem de (aleyhisselâm) bu secdeyi yine niyabeten, yani Allah adına kabul etmiştir. Bu kabul hakkını ona veren ise Allah’tır.
Yusuf (aleyhisselâm), makamı ve itibarına hiç bakmaksızın babasını ve annesini alıp tahtına oturtuyor. Onlara karşı çok mütevazi davranıyor. Böylece kendi büyüklüğünü göstermiş oluyor. Bu oldukça önemli bir anlayıştır. Belli makamlara gelip devlet kademelerinde vazife alan bazı insanların, köyden gelen anne babalarını küçümsemeleri bugün de yaşanan bir vakıadır. Gıybet olmaması için ismini vermeyeceğim biri, memleketinden kendi yaşadığı şehre kadar gelen annesini evinde ağırlamamış, kaldığı yerde ziyaret etmemiş, kadıncağız inkisar içinde geri dönmüştü. Daha sonra o kişinin hayatında çektiği sıkıntıları ben şahsen annesine yaptığı o vefasızlığa bağladım. İnsan paşa da olsa cumhurbaşkanı da olsa her zaman annesine, babasına karşı mütevazi olmalıdır. Biz ne yapsak da onların hakkını ödeyemeyiz. Yanlarında kalıp hizmet etsek, onları sırtımızda taşısak, yemeklerini yedirsek, üstlerini giydirsek bile onların hakları ödenmez. Meseleye böyle bakmalı. Devletin başındaki ikinci şahıs olarak Hazreti Yusuf’un (aleyhisselâm) babası ve annesi karşısında gösterdiği bu tevazu, herkese ve özellikle de mansıp ve makamı olanlara önemli bir örnektir.
Âyette geçen bedv (bâdiye de denir), çöl mânâsına geldiği gibi taşra, kırsal kesim, şehrin dışı anlamında da kullanılır. Burada çöl değil, kırsal kesim, hayvancılığın yapıldığı bölge, şehrin merkezine nispeten kenar mahalleler şeklinde anlamak daha doğrudur. Çünkü Hazreti Yakup ve İsrailoğulları bedevî değillerdi, çölde yaşamıyorlardı.
Yusuf (aleyhisselâm), babası ile konuşurken geçmişini özet şeklinde yâd edip, yaşadığı gurbeti, yalnızlığı, daha sonra eriştiği imkânları hep Allah’ın lütfuna bağlıyor ve “Rabbim dilediği kimse için Latif’tir.” diyor. Evet Allah, Latif’tir, icraatlarını ince ince yapar. Yani olayları, aklın hemen anlayıp idrak edemeyeceği, anlayıp idrak etse de bütünüyle kavrayamayacağı çok sırlı, fakat nihayetinde pek çok hikmetin ortaya çıkmasıyla insanı hayrete sevk edecek şekilde cereyan ettirir. İşlerin sonunda insan geriye döner ve yaşadığı hâdiselere bakarak “Meğer takip edilen bu güzergâh ne verimliymiş, meğer ne hikmetli işler dönüyormuş, olan bitenlerin hepsi ne kadar mânâlıymış da ben farkına varamamışım!” der. Demek ki bazen insanın maruz kaldığı musibetleri, belaları, felaketleri hatırlayıp, yaşanan bu hâdiseler neticesinde husûle gelen ilahî lütfu ve hikmeti yâd etmek bir tahdis-i nimet oluyor.
Aslında bütün kâinatta Allah’ın lütufları birer rahmet tecellisi olarak sırlı bir şekilde cereyan eder durur. Fakat Allah, lütfunu mahlukatın derece ve seviyesine göre verir. İnsana insan ölçüsünde, hayvana hayvan, cansıza da cansız seviyesinde lütufta bulunur. İnsana gelen lütuflar, insan olma ayrıcalığıyla gelir. Öyleyse insan, o rahmet ve lütuftan insanca nasibini almalıdır. Bazı lütuflar açıktan da gelebilir. Fakat lütfun pek çoğu öyle gizli gelir ki insan kendine yapılan ihsanların sebebini, nereden rahmete mazhar bulunduğunu bilemez. Bu tür lütufların yolu belli değildir. Sebepler zincirine bağlı olarak gelmez. Umulmadık yerden insanın önüne çıkıverir.
Âyetin sonu ‘Alîm’ ve ‘Hakîm’ isimleriyle bitiyor. Zira bütün sırlı olaylar, ince işler Allah’ın ilmine ve hikmetine göre cereyan ediyor. Ne var ki bütün bunlar hikmetten de uzak değildir. Kuyuya atılma, pazarda satılma, saraya alınma, hapse konulma gibi olaylar bir hikmet çerçevesinde ve ilim planında gerçekleşiyor. Öyleyse, yaşanan süreçte olayların dış yüzünden ziyade iç yüzüne, arka planlarına, perde arkası hikmetlere bakmak gerekiyor. Sonradan ortaya çıkacak hikmetleri bekleyerek, hâli, içinde bulunulan zamanı çok iyi değerlendirmek ve sabretmek icap ediyor. Kim bilir Allah ne ince lütuflarda ne hikmetli icraatlarda bulunuyordur. Öyleyse acele yorumlarda bulunmamalı, hemen şikayete sarılmayıp sabretmeli. Böylece, yarın perde arkasındaki hikmetli lütuflar ortaya çıktığında geçmişteki acelecilikten, olayların arka yüzü bilinmediğinden yapılan yakınma ve şikayetlerden dolayı mahcup olunmasın.
174 Bkz.: Bakara sûresi, 2/34.