Yusuf sûresi, 12/103-105

وَمَۤا أَكْثَرُ النَّاسِ وَلَوْ حَرَصْتَ بِمُؤْمِنِينَ ۝ وَمَا تَسْأَلُهُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ إِنْ هُوَ إِلَّا ذِكْرٌ لِلْعَالَمِينَ ۝ وَكَأَيِّنْ مِنْ اٰيَةٍ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ يَمُرُّونَ عَلَيْهَا وَهُمْ عَنْهَا مُعْرِضُونَ

“Şunu unutma ki: Sen, ne kadar arzu etsen de insanların çoğu iman etmezler. Hâlbuki sen bu tebliğ karşılığında onlardan herhangi bir ücret de istemiyorsun. Kur’ân, bütün âlemler için ancak bir öğüttür, evrensel bir mesajdır. Göklerde ve yerde Allah’ın varlığını, birliğini, kudretini gösteren nice deliller vardır ki, onlar sürekli şahit oldukları/uğrayıp durdukları hâlde yüz çevirip geçer giderler. (Bu âyetler üzerinde düşünmezler ve onlardan ibret almazlar.)”

Takdir Edalı Bir Tembih

Kıssanın sonunda, “Sen hırs göstersen de insanların çoğu inanmazlar.” şeklinde bir ifadenin gelmesinde bazı hikmetler düşünülebilir.

1. Peygamber ocağında büyümüş evlatların bile bazen fenalıklara sapabilmeleri gösteriyor ki beşerin tabiatında çeşitli sapmalar mevcuttur. Bu sapmalar bazen bir günaha balıklama dalma şeklinde bazen orta ölçekte bazen de yüzeysel olabilir. Âyette insan tabiatının bu yönüne dikkat çekiliyor.

2. Şe’n-i rububiyetin gereği olarak, peygamberler (aleyhimüsselâm) üzerlerine düşeni yapar, neticeyi Allah’a bırakırlar.

3. Peygamberler kendi davalarına kilitlenirler. Aslında sorumluluklarına kilitlenirler demek daha uygundur. Çünkü dava kelimesi; ideali, mefkureyi, gaye-i hayali çağrıştırır. Esasında peygamberler şahsî bir gaye-i hayali takip etmezler. Onlar Allah’ın onlara yüklediği sorumlulukları hakkıyla yerine getirirler. Hakiki mahiyetiyle Peygamberliği temsil ederler. Dolayısıyla o seçkin zatlara mefkure, gaye-i hayal, dava veya ideal insanı denmez. Çünkü peygamberlik vazifesinin mahiyetine göre bunlar çok küçük kalır. Fakat bazen bir sıfat eklemesi de yaparak mesela “Engin bir gaye-i hayali vardı.” denebilir. Bunda da bir mahzur yoktur.

Evet peygamberler, Cenab-ı Hakk’ın hususi bir donanımla yarattığı seçkin (mustafeyne’l-ahyâr) kullarıdır. Bu sebeple onlar planlarını kendileri belirlemez, kendi düşüncelerine göre bir sevdanın arkasına düşmezler. Onlar bedenen bizimle yaşayan, aynı toprağa ayak basan fakat aynı zamanda fizik ötesiyle irtibata geçen, tabiatın ötesinden mesaj alan, bizim ulaşamadığımız yerlerden haber getirip bize bizim dilimizle sunan seçilmiş zatlardır. Onların tek derdi vardır, o da insanların dinden nasibini alması, aradaki engellerin bertaraf edilerek kalblerin kendi ufuklarına göre Allah’la buluşmasıdır. Onlar bunun için yaşar, bunun için çırpınırlar. Fakat bu çırpınmalarına rağmen iman nurunun kalblere yerleştirilmesi gibi büyük bir neticeyi Allah’a bırakırlar. Kendilerini helak edercesine insanların hidayeti için çırpınmalarına rağmen bir o kadar da Allah’ın iradesine saygılı davranır ve hidayetin Allah’a ait olduğunu, ona karışamayacaklarını ifade ederler.

İnsanlığın hidayetini isteme konusunda Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) apayrı bir yeri vardır. Zira o, miraca yükselmiş, ulvi âlemleri görmüş, Firdevsleri müşahede etmiş, Allah’ın huzuruyla müşerref olmuş, sonra da ümmeti için dönüp geri gelmiştir. O’nun ümmetine duyduğu alâkayı ve hırsı anlamamız gerekir. Hırs tabiri, genelde olumsuz mânâda kullanılır ama burada Kur’ân’ın kullandığı gibi olumlu mânâda kullanılabilir. Onun hırsı, Allah rızası istikametinde ve Allah’ın tanınması içindi. Bu yolda gösterilecek hırs makbul bir hırstır. Evet Efendimiz’de ümmetine ve insanlığa karşı hırs derecesinde bir ilgi vardı. Buna mukaddes hırs da denebilir. Tattığını başkalarına da tattırma, onları da kendi ufkuna ulaştırma hırsı. Kur’ân iki ayrı âyette O’nun bu hırsını ifade ederken, “Neredeyse kendini helak edeceksin!”181 buyurur. Fakat bununla beraber o, Allah’ın takdirine de son derece bağlı ve saygılıydı. Vazifesini, takatinin son sınırına kadar yerine getiriyor ancak gerisini Allah’ın hidayetine havale ediyordu. Şu an sadedinde olduğumuz âyette ise Allah ona vakayı gösteriyor, realiteyi nazara veriyor ve “Ne kadar hırslı olsan da çoğu inanmaz.” buyuruyor. Bu, vazifeden vazgeçirme değil, vazifeyi eda ederken realiteleri göz önünde bulundurma tembihidir.

Kur’ân’a kulak kesilip ondan bu tembihi almış olan günümüzün irşat erlerine düşen vazife, altının, gümüşün, zebercedin, yakutun ve benzeri dünyevî şeylerin peşine düşüp ömür tüketmek değildir. Onlar âlî şeylerin peşine düşmeli, yüksek hedefler için ağ açmalı, pusuya yatmalı ve hep yüksekleri avlamaya çalışmalıdırlar. Gerekirse amelelik yapmalı, taş kırmalı, tarlalarda, fabrikalarda çalışmalı fakat her fırsatta dert ve davalarını muhtaç gönüllere ulaştırmanın gayreti ile yaşamalılar. Bu yolda çeşitli alternatifler üretmeli, farklı projeler geliştirmeli, ölesiye bir gayret ortaya koymalı fakat işin neticesini daima Allah’a bırakmalılar. Zira kalblere hükmeden O’dur. Hidayeti yaratacak olan da O’dur. İşin bu kısmında kulların bir tesiri söz konusu değildir.

Kur’ân, bütün âlemler için bir ders, hatırlatma ve ikazdır. Kur’ân’ın mesajını insanlara ulaştırmak kıymetler üstü bir vazifedir. Böyle büyük bir hizmetten dolayı hususi bir ücret istenilmez. Bu hizmetin ücretini ancak onu bize emanet eden, bir vazife olarak yükleyen Zât verebilir. Kur’ân’ın değişik yerlerinde sık sık görüldüğü gibi burada da peygamberlerin hususi karakterlerinden birine dikkat çekiliyor: Peygamberler yaptıkları hizmetler karşılığında insanlardan dünyalık bir şey istememişlerdir. Peygamber vârisleri de istememelidirler. Bütün tebliğ ve irşat erlerinin, bunu bir sabite olarak hayatlarının merkezine koyup gönülden benimsemeleri gerekir.

Son âyette geçen يَمُرُّونَkelimesinin masdarı ‘mürûr’dur. Mürûr uğrayıp geçmek demektir. Durup bakma, düşünme ve teemmülde bulunmayı değil, sadece bir uğrayıp geçmeyi ifade eder. O gün insanların çoğu, Allah ve Resulü’ne inanmadıkları gibi, kendilerini Allah’a inanmaya sevk edecek olan kâinattaki delillere de umursamazlık içinde bakıyorlardı. Varlık üzerinde derinlemesine tefekkür etmiyor, tefekkür edip de onunla hakikate ulaşmayı düşünmüyorlardı. Bakışları sığ, zahirî ve çarpıktı. En mânâlı, en hikmetli, en etkileyici şeyler dahi onlar için bir mânâ ifade etmiyordu. Tarih boyunca bu böyle olageldiği gibi bugün de durum çok farklı değildir. Günümüzde nice insan, Allah’tan gelen kitaba inanmıyor, Allah’ın yarattığı kâinat sergisi bin bir güzelliğiyle gözleri önünde arz-ı endam ederken ona mânâsız mânâsız bakıyor ve olan bitene doğru bir anlam veremiyor. Neticede Allah’a ve ahirete dair bir fikre de sahip olamıyorlar.

Esasen insanın bu hâli bir boşluktur ve insan, kendindeki bu zaafa karşı ikaz ediliyor. Umursamama, kâle almama, düşünmeme, bakıp geçme şeklinde beliren bu boşluğa yakın körlüğü de denebilir. Bazı insanlar hem peygambere hem de kâinata karşı yakın körlüğü yaşarlar. İçlerinden çıkan peygambere karşı kayıtsız kalırlar. “Elimizin altındaydı”, “yanımızdaydı”, “aynı dairedeydik”, “aynı halkadaydık”, “dününü, bugününü biliriz” diye düşünür ve o seçkin insanların farklı, müstesna konumunu takdir etmezler. En tehlikeli körlük de budur. Bu körlük sebebiyledir ki, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), insanların gözünün önünde yetişmiş ve o yüce ahlakıyla tanınmış olmasına rağmen, müşrikler O’nu bir peygamber olarak kabul etmeye yanaşmamışlar ve yıllarca O’na karşı amansız bir düşmanlığa girişmişlerdir.


181 Kehf sûresi, 18/6; Şuarâ sûresi, 26/3.

-+=
Scroll to Top