Yusuf sûresi, 12/16-18

وَجَۤاؤُٓ أَبَاهُمْ عِشَۤاءً يَبْكُونَ ۝ قَالُوا يَۤا أَبَانَۤا إِنَّا ذَهَبْنَا نَسْتَبِقُ وَتَرَكْنَا يُوسُفَ عِنْدَ مَتَاعِنَا فَأَكَلَهُ الذِّئْبُ وَمَۤا أَنْتَ بِمُؤْمِنٍ لَنَا وَلَوْ كُنَّا صَادِقِينَ ۝وَجَۤاؤُ عَلٰى قَمِيصِهِ بِدَمٍ كَذِبٍ قَالَ بَلْ سَوَّلَتْ لَكُمْ أَنْفُسُكُمْ أَمْرًا فَصَبْرٌ جَمِيلٌ وَاللهُ الْمُسْتَعَانُ عَلٰى مَا تَصِفُونَ

“Yatsı vakti, ağlayarak babalarının yanına gelip dediler ki: ‘Sevgili babamız, biz yarış yapmaya giderken Yusuf’u eşyalarımızın yanında bırakmıştık. Bir de döndük ki onu kurt yemiş! Ne var ki biz doğru da söylesek sen bize inanmayacaksın!’ Onlar Yusuf’un gömleğine sahte kan bulaştırarak getirmişlerdi. Babaları Yakup: ‘Hayır!’ dedi, ‘Nefisleriniz sizi aldatmış, bu işe sevk etmiş. Artık bana düşen, ümitvar olarak güzelce sabretmektir. Ne diyeyim, sizin bu anlattıklarınız karşısında, Allah’tan başka yardım edebilecek hiç kimse olamaz!’”

Yalan Psikolojisi ve Yalanın Psikolojik Tefsiri

Âyette, hile yapıp yalan söyleyerek karşısındakini inandırmaya çalışan birinin psikolojisi seziliyor. Çünkü ne kadar doğru söyleseler de babalarının inanmayacağını ifade ederek kendilerini güvenilir göstermeye çalışıyor. Bu, yukarıda temas edilen cinsten bir ön alma hamlesidir. Bunun mutlaka psikolojide bir yerinin olduğunu düşünüyorum. Hz. Yusuf’un kardeşleri daha önce ağızlarını eğip bükerek bir koz vermişlerdi, burada ikinci kozu veriyorlar. Konuşmalardaki imalardan yalan söyledikleri belli oluyor.

Yakup (aleyhisselâm), onların yalan söylediğini şüphesiz anlıyor fakat bunu onların yüzüne çarpmıyor. Çünkü onları bütün bütün kendinden uzaklaştırmak istemiyor. Yusuf (aleyhisselâm) hapiste, “Ben Allah’a inanmayan, ahireti de tanımayan kafir bir kavmin içinden geldim… Atalarım İbrahim’in, İshak’ın, Yakub’un dinine tâbi oldum.”70 demek suretiyle içinden geldiği toplumun durumunu resmedecektir. Resmedilen tablodan, o günkü toplumun, inkârcı ve puta tapan bir toplum olduğu anlaşılmaktadır. İnançsızlığın yaygın olduğu bir toplumda, Hazreti Yakup (aleyhisselâm) bir peygamber olarak, çocuklarının yalanlarını yüzlerine vurarak perdeyi yırtmadı, onları kendisinden uzaklaştırıp sahipsizliğe terk etmedi. Çünkü onların yanlışta ısrar etmelerinden ve daha başka yanlışlara düşmelerinden korkuyordu.

Psikolojik açıdan bu âyetler üzerinde daha derin tahlil ve incelemeler yapılabilir. Kur’ân’ın psikolojik tefsirinin yapılmamış, psiko-sosyal açıdan yorumlanmamış olması ciddi bir eksikliktir. Kur’ân’da ismi geçen kişi ve toplumları, ırk, millet, kültür, konum ve şahsiyetleri açısından ele alıp değerlendirme henüz yapılamamıştır. Hâlbuki baştan sona Kur’ân’da çok farklı karakterler ortaya konmaktadır. Bunların günümüzün verilerinden de destek alarak ortaya çıkarılması gerekir. Belki yirmi otuz tefsire baktım. Her birinin kendine has güzel bir yönü ya da yönleri var. Fakat bahsettiğim yönden eksik olduklarını da inkâr etmemek gerekir. Bugün böyle bir çalışmaya çok ihtiyaç var. Böyle bir tefsir yapılacağı zaman meseleye iki yönden bakmak gerekir: Birincisi, genel olarak insan gerçeği, insanın ruh hâli, bu konuda elde edilmiş bilgiler ve yapılan tespitler. İkincisi, Kur’ân’da geçen kişi ve toplumların psikolojileri. Evet bu tür çalışmalar yapılırken insan gerçeğinin değişmediği unutulmamalıdır. Tarih boyunca ne insan değişmiştir ne de şeytan. Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Âdem hata etti, evlatları da hata etti.”71 buyurur. Yani ilk insanın taşıdığı duygularla günümüz insanının duyguları potansiyel olarak aynıdır. Sadece kişiden kişiye bu duyguların baskınlık ya da zayıflık oranı değişebilir. Dolayısıyla Kur’ân’a insan gerçeği açısından bakıp oradaki şahıs ve toplumların karakterlerini tahlil ederek günümüz için önemli mesajlar çıkarmak ve zamanımızdaki pek çok probleme çözüm yolları bulmak mümkündür.

Söz konusu tefsir ancak psikologların ve psikiyatristlerin de bulunduğu uzman bir heyet tarafından yapılabilir. Mesela Zeliha’nın –Kur’ân’da bu isim geçmez– insafa ve belki de imana gelmesine vesile olan şey, Hazreti Yusuf’un (aleyhisselâm) sûre boyunca sergilenen ince kişiliği ve sağlam karakteridir. Bu karakteri ortaya koyan açık beyanların yanında, dikkatle bakıldığında görülebilecek ipuçları da vardır. Bunlar incelendiğinde onun nasıl bir yüksek şahsiyete sahip olduğu daha baştan itibaren âyetler eşliğinde ortaya konabilir. Fakat bunu yapabilmek için derin bir psikoloji bilgi ve tecrübesine ihtiyaç vardır.

Yine mesela münafıklarla alâkalı âyetleri tefsir ederken onların iç dünyalarını ortaya koymak çok önemlidir. Nasıl davranırlar, nasıl konuşurlar, yaşadıklarıyla karşılaşacakları akıbet arasındaki irtibat nedir gibi sorulara cevap aranmalı, onların iç dış yapıları detaylarıyla çizilmelidir. Bunlar yapılırken bütün ihtimaller nazara alınmalı ve bakış açısı olabildiğince geniş tutulmalıdır. Çünkü Kur’ân, Allah’ın kelâmıdır ve O’nun sonsuz ilminden gelir. Bu yüzden Kur’ân’ın kelime ve cümlelerinde pek çok mânâ tabakaları bulunur.

Şimdi tekrar Hazreti Yusuf’a dönebiliriz: Kardeşleri tarafından Yusuf gadre uğruyor. Ardından ömrünün önemli bir bölümünü ailesinden, vatanından uzakta geçiriyor. Daha çocuk yaştan itibaren ağır imtihanlara maruz kalmanın elbette Allah’ın hikmetine bakan önemli yönleri vardır. Efendimiz’de de (sallallâhu aleyhi ve sellem) görüldüğü üzere, Allah, bazı büyük zatların küçük yaşlardan itibaren etraflarındaki dayanakları almak suretiyle onları yalnızlaştırmış ve –bir yönüyle– cebrî olarak Kendine celbetmiş, Kendine yönlendirmiştir. Bilindiği gibi Efendimiz daha doğmadan babası, altı yaşındayken annesi, sekiz yaşındayken de dedesi vefat etmiştir. Bununla Cenab-ı Allah, O’nu erken yaşlarından itibaren Kendi teveccühüne mazhar kılmak istemiştir. Efendimizin böyle bir cebrî yönlendirmeye ihtiyacı var mıydı, bunu biz bilemeyiz. Fakat bir beşer olarak, özellikle de erken yaşlarında O da dayanmak için annesine babasına ihtiyaç duymuş olabilir. Nitekim rivayetlerde annesinin mezarına gidip uzun uzun ağladığından bahsedilir.72

Hazreti Yusuf’ta da benzer bir durum vardır. O, küçük yaşından itibaren ailesinden ayrılmak, köle olarak satılmak, iftiraya uğramak ve hapse düşmek suretiyle yalnızlaşmıştır. Bu uzun dönemde o, cebrî olarak Allah’a ve Allah’ın muradına yönlendirilmiştir. Yalnızlığın yanında Hazreti Yusuf’ta (aleyhisselâm) bir de gurbet durumu söz konusudur. Gurbette insan çaresizliği iliklerine kadar yaşar. Çünkü o zamana kadar mevcut olan pek çok şey bütün bütün elden kayıp gider. İşte böyle durumlarda insan, Allah’a daha bir içten yönelir, daha bir yürekten dua eder. Üstad Bediüzzaman’ın enfes anlatımıyla, sebepler tamamen sukut edince nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyet zuhur eder. Bu şartlardaki bir garip, Hazreti Yunus gibi Allah’a tam teveccüh eder ve لَا إِلٰهَ اِلَّا أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ “Ya Rabbi, Sen’den başka ilâh, hâkim ve koruyucu yoktur. Seni tesbih ederim, Sen noksan sıfatlardan münezzehsin. (Şu an içinde bulunduğum durumda bana tabiatın ve sebeplerin herhangi bir tesiri ve yardımı olamaz. Bu denizin dalgalarına kimse hükmedemez. Balığa kimse sözünü geçiremez. Şu karanlıktan kimse beni kurtaramaz. Bütün bu esbaba hükmedecek yalnız Sensin.) Ben nefsime ve kendi kendime zulmettim.”73 der.74

Burada Hazreti Yakub’un yaşadığı o zor imtihanın başka bir yönüne de temas etmekte fayda vardır. Hazreti Yakub’un peygamberlik mirasını emanet edeceği oğlunu kaybetmesinin zahiri sebepleri, onun Yusuf’a olan özel ilgisi ve diğer çocuklarında oluşan haset ve kıskançlık durumudur. Fakat işin iç yüzüne baktığımızda diğer bir sebep Hazreti Yakub’un Yusuf’un annesi olacak kadına talip olması, onun için tekrar dayısının yanına gitmesi, yıllar sonra onu eş olarak alması olabilir. Burada hemen ifade etmek gerekir ki, Hazreti Yakub’un, Yusuf’un annesine olan alâkası sırf cismani bir alâka değildir. Çünkü ondaki cevheri, yani Hazreti Yusuf’u ve onun eda edeceği vazifeyi görmüş, bu yüzden ona talip olmuştur. Bu talep, Allah’ın kalpte yarattığı kutsî bir alâka veya bir hiss-i kable’l-vukû neticesinde gerçekleşmiş olabilir. Bu, olacakları önceden görmenin ifadesidir. Nitekim Allah, kullarından dilediğine, olacak hâdiseleri önceden gösterir. Fakat kutsi bir sebeple de olsa, peşine düşüp elde ettiği nimetin ardından, o nimetin neticesiyle imtihan olmuştur. Bu mesele oldukça naziktir. Meseleyi peygamber ufku açısından değerlendirmek ve o seçilmiş, kutsî zatlara hata izafesinden kaçınmak gerekir. Allah, herkesin derecesine göre imtihan verir. Peygamberlerin nasibine de kendi ufuklarıyla izah edilebilecek imtihanlar düşmüştür.

Hazreti Yusuf’un Gömleği

Burada izah edilmesi gereken bir husus da Hazreti Yusuf’un gömleğidir. Tefsirlerde bunun Hazreti İbrahim’in ateşe atılırken üzerinde bulunan gömlek olduğu rivayet edilir.75 Ancak Hazreti İbrahim’den gelen gömlek, Yusuf’un evden ayrılırken giydiği gömlek değildir. Çünkü o gömlek kardeşleri tarafından kana bulanarak geri getirilmişti. İsrailiyat kaynaklı olması muhtemel menkıbelerde rivayet edildiğine göre söz konusu gömlek, Hazreti Yusuf’un beraberinde götürdüğü ve hep yanında muhafaza ettiği gömlektir.76 Bu rivayetin doğru olma ihtimalini düşündüğümüzde şöyle bir yorum getirmek mümkündür: Demek ki onda, tıpkı Hazreti Musa’dan geriye kalan tabut içindeki emanetlerde olduğu gibi bir kutsiyet ve keramet vardı. Daha sonra aynı gömleği Hazreti Yusuf, babası Hazreti Yakub’a gönderecek ve onu ak düşen gözlerine sürmesini isteyecektir. Gömlek Mısır’dan çıkınca Yakup (aleyhisselâm) onun kokusunu alacak, gelince de gözlerine sürecek ve gözleri açılıverecektir. Esasında Hazreti Yakub’un beklediği gömlek değil, o gömleğin sahibidir, hatta gömlek sahibinin göreceği misyondur. Ancak gömlek, sahibine işaret ettiğinden onu da büyük bir müjde olarak görmüş ve gelecek adına sevinmiştir.

Sûrede bahsi geçen gömleklerin her birinin kendine ait mânâ ve hikmeti vardır. Genel olarak gömlek, bir idealin bir beklentinin remzi olmuştur. Bugün de yıllardır beklenen hasreti çekilen, arzu edilen şeyler vardır. Bir gömlek değildir beklenen, inançları, değerleri ile ters yüz olmuş bir milletin belki insanlığın makus kaderinin değişmesi, insanlığın yeniden huzura kavuşmasıdır bu. Bu beklentiyi seslendirirken bir zamanlar şöyle demiştim: “Sesler, nağmeler farklı farklı olsa da vicdanlarda duyulup sezilen hep aynı mânâ. Ve seherlerde esen yeller Eyyub’a hayat ırmağından bir ses, Yakub’a Yusuf’un gömleğinden İbrahimî bir koku duyurmakta.”77

Hazreti Yakup, çocuklarının yalanını onların yüzüne vurmasa da bunu onlara hissettirmeyi ihmal etmemiştir. Rivayet edildiği üzere, Yakup (aleyhisselâm), kana bulanmış gömleğin parçalanmamış olduğunu görünce “O nasıl insaflı bir kurtmuş ki Yusuf’u yediği hâlde gömleği yırtmamış.” demiştir.78 Bu sözüyle aslında o, acı bir gerçeği, tamamen suçlama üslubuna girmeden, bir ima ve işaretle göstermiş oluyordu. Bazıları bu gömleğin Hazreti İbrahim’in ateşe atılırken giydiği gömlek olduğunu zannederek “Ateşin yakmadığı gömleği kurt nasıl parçalasın?” demişlerse de esas konu bu değildir. Burada esas alınması gereken mesaj, yalan söyleyen insanların mutlaka bir yerde açık verecek olmalarıdır. Yalana başvuranlar gerek telaşlarından gerek sadece menfaatlerini düşündüklerinden dolayı her şeyi hesap edemezler. Mutlaka bir yerde kendilerini ele verecek bir boşluk bırakırlar. Tıpkı bugün masumlara zulmeden siyasilerin yaptıkları gibi. Fesada girerek yalan söylüyorlar, yalanlarında açık veriyor, o açıkları kapatmak için ayrı bir yalan daha söylüyorlar. Böylece falso-yalan fasit dairesinde çırpınıp duruyorlar. Fakat bir gün ehl-i insaf, yalanları mutlaka anlar ve her şey ortaya çıkar.

Hazreti Yakup, çocuklarının yaptıkları karşısında içi yansa da suçlayıcı bir tavır takınıp onlara sırtını dönmüyor. Derdini içine atıyor ve Allah’tan sabr-ı cemil talebinde bulunuyor. Bu talebini ileride bir kez de Bünyamin’in Mısır’dan dönmemesi sebebiyle ifade edecektir. Sabr-ı cemil, bir tabir olarak ‘güzel sabır’ demektir. Bu sözün esas mânâsını ise şu âyet açıklar: إِنَّمَۤا أَشْكُو بَثِّي وَحُزْنِۤي إِلَى اللهِ “Tasamı, dağınıklığımı Allah’a şikâyet ediyorum.” Demek oluyor ki Yakup (aleyhisselâm), üzerine titrediği iki güzide oğlunun ayrılığı karşısında Allah’a sığınmış, etrafı suçlama yoluna gitmemiş, şikâyetini Allah’a arz etmiş ve çareyi sadece O’ndan beklemiştir. Esasında en acı ve amansız hâdiseler karşısında dahi –sebeplere müracaatla beraber– takınılacak mümince tavır budur: Allah’ın rahmetine sığınmak, hâlini O’na arz ederek dişini sıkıp sabretmek, Allah’ı ve kaderi insanlara şikâyet ediyormuş gibi hâllere girmemek, kadere karşı yüzünü dahi ekşitmemek, çareyi Allah’tan istemek ve insanlardan rahmet dilenmemektir. Âişe validemiz, yaşadığı o ağır iftira hâdisesinde, iş dayanılmaz hâle gelince bu âyeti okumuş ve gözlerinde yaş kalmayıncaya kadar ağlamıştı.79 Hazreti Ömer Efendimizin de bu âyeti namazda okurken hıçkırarak ağladığı rivayet edilir.80


70 Yusuf sûresi, 12/37-38.

71 Tirmizî, tefsîru sûre (7) 3; İbn Hibbân, es-Sahîh, 14/41; Ebû Ya’lâ, el-Müsned, 11/263-264, 12/8-9..

72 Müslim, cenâiz, 108; Ebû Dâvûd, cenâiz 81; Nesâî, cenâiz 101; İbn Mâce, cenâiz 48.

73 Enbiyâ sûresi, 21/87.

74 Bediüzzaman, Lem’alar, s. 4-5 (Birinci Lem’a).

75 Bkz.: İbn Ebî Hâtim, et-Tefsîr, 7/2196; el-Beğavî, Meâlimü’t-tenzîl, 2/448.

76 Bkz.: İbn Ebî Hâtim, et-Tefsîr, 7/2196.

77 Fethullah Gülen, Örnekleri Kendinden Bir Hareket, s. 110. (Günümüzün Karasevdalıları).

78 et-Taberî, Câmiu’l-beyan, 15/581; es-Sa’lebî, el-Keşf ve’l-beyân, 5/203.

79 Buhârî, şehadât 15, megazî 36; Müslim, tevbe 56.

80 Bkz.: Buhârî, ezân 70, Abdurrezzak, el-Musannef, 2/114; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân, 2/364.

-+=
Scroll to Top