Yusuf sûresi, 12/2

إِنَّا أَنْزَلْنَاهُ قُرْاٰنًا عَرَبِيًّا لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ

“Düşünüp mânâsını anlamanız için Biz, onu Arapça bir Kur’ân olarak indirdik.”

Kur’ân’ın Dilinin Arapça Olmasındaki Hikmetler

Yüce Allah’ın ayrı ayrı zamanlarda kitaplar ve sayfalar indirerek insanı muhatap alıp onunla konuşması, bir tenezzül-ü ilahidir ve O’nun hikmet ve rahmetinin bir tezahürüdür. Tevrat’ı İbranice, İncil’i Aramice, Kur’ân’ı da Arapça indirerek her kavmin kendi diliyle ve anlayacağı şekilde konuşması ise başka bir hikmet/rahmet tecellisidir. Eğer Allah Teâlâ, beşer idrakinin kavrayamayacağı şekilde konuşacak olsaydı bunu anlamaya kimsenin gücü yetmeyecek, dolayısıyla kâinatın ve insanın yaratılmasının gayesi gerçekleşmeyecek, hilkatin hikmeti insanoğluna gizli kalacaktı. Yaratılışın en temel gayesi, zîşuur varlıkların, şuurlarını kullanmak suretiyle, Allah’ı tanıması ve O’na kullukta bulunmasıdır. İdraklerimizi aşkın olan Zât-ı Zülcelâl’i esma ve sıfatıyla tanımak ise ancak O’nun bildirdiği malumatla mümkündür. O’nun kâinata yerleştirdiği marifet delillerine gözümüzü de ancak O’nun gönderdiği vahiy açar.

Peygamberler, kendi halklarının içinden gelmiş ve وَمَۤا أَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ إِلَّا بِلِسَانِ قَوْمِهِ لِيُبَيِّنَ لَهُمْ “Biz her peygamberi, kendi milletinin lisanı ile gönderdik, ta ki onlara hakikatleri iyice açıklasın.”22 âyetinde de buyurulduğu üzere her peygamber, mesajlarını kendi kavminin diliyle sunmuştur. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Arap olduğu, Arapların içinden çıkıp geldiği için ve ilk muhatapları da Arap olduğu için Kur’ân Arapça inmiştir. Fakat Efendimiz’in Arap coğrafyasından çıkması ve dolayısıyla O’nun sunacağı mesaj olan Kur’ân’ın Arapça olması –hâşâ– tesadüf değildir.

Arap harflerinde ayrı bir musiki, canlılık ve ses zenginliği vardır. Bu harflerin bazıları dudak, bazıları boğaz, bazıları ağız boşluğu, bazıları da dil ve dişler kullanılarak çıkar. Dolayısıyla Arapça konuşulurken ağız ve boğazın her tarafıyla beraber diyafram ve göğüs kası da etkili bir şekilde kullanılır. Bu yönüyle Arapça, mânâların kalıpları olan kelimeleri seslendirmede büyük bir zenginliğe sahiptir. Âlemlerin Rabbi’nin, açık ve açıklayıcı olan kitabını, hemen bütün sesleri ifade etme kudretine sahip bir dil ile göndermiş olması çok önemlidir ve ayrıca bu, O’nun bu dile bir ihsanıdır. ذٰلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَۤاءُ وَاللهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِİşte bu, Allah’ın dilediği kimselere olan bir ihsanıdır. Allah büyük lütuf sahibidir.”23

Öte yandan Arapçanın, özellikle de Kur’ân’ın indiği dönemdeki Arapçanın kelime hazinesi oldukça zengindir. Öyle ki, sadece deveyi ifade etmek için bile onun farklı özelliklerini vurgulayan yüzden fazla sözcük kullanılmıştır. Aynı zamanda Arapça, büyük bir iştikak (türeme) zenginliğine sahiptir. Bir kökten çıkan yirmiden fazla kelime kalıbı, bir fiilden türetilen yirmiden fazla fiil kipi vardır ve bu, oldukça geniş bir mânâ yelpazesi oluşturur. Bazı dilcilerin tespitine göre Arapçada yüzlerce isim ve fiil kalıbı mevcuttur. Netice itibariyle Arapçadaki farklı kalıplar ve kalıpların kendi içindeki harf ve hareke değişiklikleri, beraberinde çok büyük bir mânâ zenginliğini getirmiştir.

Kalıpların dışında, harf-i cerler (edat), başına geldikleri kelimeye farklı mânâlar kattığı gibi, sonuna geldikleri fiillere de ayrı ayrı anlamlar kazandırır.

Ayrıca Arapçada cinsiyetlere ve kişi sayılarına göre isim, sıfat ve fiiller değişkenlik arz eder. Tekil ve çoğul şahıslarla alâkalı ifade kalıpları her dilde bulunsa da Arapçada bir de bunların arasında tesniye (ikileme) kalıbı vardır.

Diğer bir husus, Arapçanın yüksek bir ifade gücüne sahip olmasıdır. Muhatabına ve yerine göre kelimenin farklı hâller alması, maksadı açıkça ifade edebilmesi, hakikat, mecaz, teşbih, kinaye gibi çeşitli ifade şekillerine açık olması, duruma göre sözün zengin bir şekilde süslenmesine imkân vermesi, cümle içerisinde kelimelerin yer değiştirmesiyle mânânın çok büyük değişikliklere uğrayabilmesi… gibi belki her biri başka bazı dillerde de olan bu özelliklerin bir araya gelmesi Arapçayı seçkin bir dil konumuna getirmektedir. Arapçanın ifade gücünün yüksekliğini şuradan da anlayabiliriz: Kur’ân’ın indiği dönemde sözlü edebiyatın üstatları olan şairlerin üstünlüğü Arapçanın bu yönünü çok iyi kullanmalarından ileri geliyordu. Fakat onlar, Kur’ân’ı dinlediklerinde, bu hususta zirve bir kelâmla karşı karşıya kaldıklarını çok iyi kavradı ve o etkileyici beyana hayran kaldılar. Çünkü Kur’ân’ın, bütün dil erbabını geride bırakan bir beyan gücü vardı.24 Özetle ifade edecek olursak, Kur’ân, Arapçanın ifade gücünü kullanmış, Arapça da Kur’ân sayesinde daha da güçlenmiş ve diller arasında zirveye çıkmıştır.

İşte kısaca ifade etmeye çalıştığımız bu ve daha başka özelliklerinden dolayı Arapça umum diller arasında üstün bir yer ihraz etmiştir. Evrensel bir dinin kendini ifade edebilmesi için de böyle zengin bir dil zaruridir.

Kur’ân, şiir değildir. Ancak bir yönüyle şiirin incelik ve ahengini taşır. Yusuf sûresinde bu iki özellik en latif ve zevkli şekilde ortaya konmuştur.

Sûrenin başında Kur’ân’ın Arapça indiği vurgulandıktan sonra Hazreti Yusuf kıssasına geçilip onun en güzel kıssa ya da anlatımların en güzeli olarak takdim edilmesi, bize kıssanın ya da en güzel anlatımın Arapçada mümkün olabileceği konusunda fikir verir. Gerçekten de Yusuf sûresi herkesin severek okuyacağı, okurken inşirah duyacağı bir açıklık, akıcılık, ahenk ve tesire sahiptir. Dil üstatlarının da dikkat çektiği üzere âyet, cümle ve kelimelerin arasındaki münasebetler ve olayların anlatım akışı açısından Yusuf sûre-i celilesi gerçek bir dil harikasıdır.

Âlimler İçin Arapçanın Önemi

İnsanlara kendi dilleriyle hitap etmenin önemi sadece peygamberlere has değildir. Temel mesele, insanlara anlayacakları dille hitap edip onları doğru yola yönlendirmek olduğuna göre elbette her mürşidin kendi halkının dilini kullanması bir zorunluluktur. İslam tarihi boyunca ilim ve irşat sahasının büyükleri, içinde doğup büyüdükleri halkın dilini kullanmanın yanında Arapçayı da bütün derinlik ve incelikleriyle öğrenmeye gayret etmişlerdir. Pek çokları, günlük konuşmada olmasa da ilim dili olarak Arapçayı kullanmışlardır. Vakıa Ömer İbn Abdülaziz, İmam Malik, İmam Şafiî gibi büyük çoğunluğu itibariyle Arap coğrafyasından çıkan dolayısıyla da Arapça anadili olan pek çok müceddit ve müçtehit vardır. Ancak İmam Rabbanî ve Bediüzzaman gibi anadili Arapça olmadığı hâlde Arapçayı derinlikleriyle bilenler de çoktur. Bunlardan bazıları bir kısım eserlerini Arapça yazmıştır.

Bir mürşit için iyi bir Arapça bilgisi zaruridir. Çünkü irşat ve tebliğde bulunmak, dinin temel kaynakları olan Kur’ân ve Sünnet’i iyi derecede bilmeyi gerektirir. Bunun yolu ise Arapçaya incelikleriyle vâkıf olmaktan geçer. Örnek verecek olursak, Arapçada istif’al kalıbındaki sin harfine yüklenen altı anlam vardır. Nerede hangi anlamın söz konusu olduğunu ancak dille çok iştigal edip dilin inceliklerine vâkıf olanlar bilebilir.

Burada şunu da ifade etmek gerekir ki; bazıları Kur’ân’ın Arapça inmiş olmasını o zamanki muhataplara has bir durum olarak görmüşler, bunun sonucu olarak da her milletin Kur’ân’ı kendi dilinde okuması, ibadetleri kendi dilinde yapması gerektiğini savunmuşlardır. Ebu Hanife’nin Fatiha’nın namazda Farsça okunabileceğine dair fetvasını25 da kendilerine delil olarak almışlardır. Konuyu doğru anlamak için Ebu Hanife’nin bu fetvasının arka planına bakmak gerekir. Arka planda yatan sebep muhtemelen şu idi: İslam’ın ilk dönemlerinde Müslümanlar dünyaya çok hızlı yayılmış, kısa bir zaman içerisinde Horasan bölgesini fethetmiş ve Çin’e uzanmışlardı. Farsça zengin bir dildi fakat o dili bilenler Arapçayı güzel telaffuz edemiyorlardı. Farsçanın hâkim olduğu yerlerde yeni Müslüman olanlar Arapça öğrenmekte, Kur’ân okumakta zorlanıyorlardı. İşte bu sebeple Ebu Hanife Hazretleri, en azından Arapça ve Kur’ân öğrenilene kadar namazdan mahrum kalınmaması adına, Farsça konuşanlar için böyle bir fetva vermiş olabilir, Farsça okuyarak da olsa yeter ki namaz kılsınlar diye düşünmüş olabilir. Bunun karşısında cumhur-u ulema ise namazda kıraatin kesinlikle Arapça olması gerektiğini ifade etmişlerdir. Evet, Kur’ân’ın orijinal dili Arapça olduğu için kıraatte esas olan Arapçadır. Bu sebeple meseleyi Arapçaya bağlı olarak ele almak gerekir. Zaten hafıza ve akıl yönünden normal bir insan hiç Arapça bilmese bile bir iki günde Fatiha’yı ezberleyip namazını kılabilir. Kaldı ki Ebu Hanife Hazretleri daha sonra bu fetvasından vazgeçmiştir.26

Cenab-ı Hakk’ın kelâmının Arapça Kur’ân olarak vücut bulmasını şu misal üzerinden anlayabiliriz: Allah, kelâmını, –âdeta bir sinyal gibi– ilâhî bir tecelli dalga boyunda Nebisinin kalbine gönderip –tabiri caizse– orada deşifre ediyor ve O’nun anlayacağı dile çeviriyor. Gönderen de deşifre eden de Allah Resulü’nün anlayacağı şekle çeviren de Allah’tır. Allah Resulü’ne ise sadece onu olduğu gibi telaffuz edip tebliğ etmek kalıyor. Taberânî’nin rivayet ettiği bir hadiste Efendimiz’in haber verdiği “Cennet ehlinin Arapça konuşacak olmasını”27 da bu mânâda düşünmek gerekir. Yoksa insanlar Cennet’te dil öğrenmeyeceklerdir. Gözlerimizi ahiret hayatına açtığımızda konuşacağımız dil eğer Arapça ise bunu yine yukarıdaki misal üzerinden anlayabiliriz. Âdeta esinti gibi gelecek ve dillerimize sirayet edecek, biz de onu telaffuz edeceğiz.

Kur’ân Arapçanın altın çağında nazil olsa da Arapçayı daha bir perçinlemiştir. O indikten sonra Arapçanın kurallarıyla ilgili olarak hep ona müracaat edilmiş ve o örnek alınmıştır. Bu açıdan dil erbabı, edebî güzellik ve incelikleri anlamak için başka yere değil, öncelikle Kur’ân’a müracaat etmelidirler. Kur’ân’da kullanılan deyimler, verilen misaller Kur’ân’ın kendi bütünlüğü içerisinde ele alınmalı ve bu bütünlük çerçevesinde anlaşılmalıdır. Bazı tabirler tam olarak anlaşılamamış, deyimlere uygun mânâlar verilememiş, bunların arka planları keşfedilememişse bu, Kur’ân’a gerektiği gibi müracaat edilmemesinden kaynaklanmıştır. Allah kelâmı en iyi şekilde Arapça ile anlaşılacağı gibi Arapça da en iyi şekilde Kur’ân ile temsil edilir. Kur’ân, Arapçanın en güzel, en açık şekliyle inerek onun kurallarını koruyup sağlamlaştırmıştır. Kıyamete kadar da onun bozulmadan devam etmesini sağlayacaktır. Kur’ân olmasaydı Arapçanın o fasih şekli, aslî hüviyeti korunamazdı.

Âyettekiلَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ “Düşünüp anlayasınız diye…” ifadesinin anlamlarından biri şudur: Bu kıssayı size sadece bir peygamberin hayat serencamını göstermek için anlatmıyoruz. Öncelikle onun içinde şahsî, ailevî, sosyal, ekonomik ve siyasî meselelere dair pek çok fikir ve prensip vardır. İkinci olarak, hayatınız boyunca karşılaşacağınız türden pek çok iyilik ve kötülük kıssada yan yana zikredilmektedir. Bazen kirli ve berrak suların yan yana akması gibi, birbirine zıt hayat yaşayan insanlar bu kıssada bir arada konu edilirler. Dünyevî mevzularla uhrevî mevzular iç içe girer. Başkaları aleyhine kötü planlar yapanlarla oturup kalkıp insanların yararını düşünenlerin serüveni beraber işlenir. Nefsine yenilip bir masuma iftira atanla iffetiyle dimdik ayakta duran beraber anlatılır. Yedi yıl bolluğa mukabil yedi yıl kıtlıktan bahsedilir. Şöhret, itibar, makam ve aile saadeti gibi maddî imkânların hemen arkasından Allah’a kavuşma arzusu nazara verilir. Bu renkli, zengin muhtevalı ve akıcı anlatımla aslında bir insanın yaşayabileceği zıtlıklarla dolu hayat kareleri nazarlara sunulmuş olur. Böylece hayatın tek düze olmadığı, iyiyle kötünün, güzelle çirkinin, kolaylıkla zorluğun iç içe olduğu; ancak en sonunda ihsan dairesinde yaşayan, takva ve sabırla hareket edenlerin kazanacağı mesajı verilir.


22 İbrahim sûresi, 14/4.

23 Cuma sûresi, 62/4.

24 Dil ve edebiyat âlimlerinin tespitine göre İslam tarihi boyunca Kur’ân’ın bu üstünlüklerini açıklayan pek çok eser kaleme alınmıştır. Bu sahanın önemli örneklerinden bazıları şunlardır: Câhız, Nazmü’l-Kur’ân; Bâkıllânî, İ’câzü’l-Kur’ân; Abdülkâhir el-Cürcânî, Delâilü’l-i’câz; Bediüzzaman, İşârâtü’l-i’câz ve “Yirmi Beşinci Söz”.

25 Bkz.: es-Serahsî, Usûlü’s-Serahsî, 1/282.

26 İbn Nüceym, el-Bahru’r-râik şerhu Kenzi’d-dekâik, 1/324.

27 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, 11/185; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4/97.

-+=
Scroll to Top