Yusuf sûresi, 12/26-27

قَالَ هِيَ رَاوَدَتْنِي عَنْ نَفْسِي وَشَهِدَ شَاهِدٌ مِنْ أَهْلِهَۤا إِنْ كَانَ قَمِيصُهُ قُدَّ مِنْ قُبُلٍ فَصَدَقَتْ وَهُوَ مِنَ الْكَاذِبِينَ ۝ وَإِنْ كَانَ قَمِيصُهُ قُدَّ مِنْ دُبُرٍ فَكَذَبَتْ وَهُوَ مِنَ الصَّادِقِينَ

“Yusuf ise: ‘Asıl o, benden kâm almak, benimle arzusunu yerine getirmek istedi.’ dedi. Hanımın akrabalarından biri de şöyle hüküm verdi: ‘Eğer gömleği önden yırtılmışsa, kadın doğru söylemiştir, delikanlı ise yalancının tekidir. Yok, eğer gömleği arkadan yırtılmışsa o yalan söylemiştir, delikanlı doğru söylemektedir.’”

Medrese-i Yusufiye

رَاوَدَ fiili, ‘arzusunu gerçekleştirmeyi istemek’ demektir. Türkçede buna ‘kâm almak’ diyoruz. Kelimenin kipi, işin karşılıklı olduğunu gösteriyor olsa da Seyyidina Hazreti Yusuf katiyen o işin içinde değildir. Yani kadın ondan kâm almak istese de Hazreti Yusuf ona asla meyletmemiştir. Bunu zaten daha önceki ve sonraki âyetler de ortaya koyuyor. Fakat mesele iki kişi arasında cereyan ettiğinden dolayı durum Arapçada bu kiple ifade edilir. Bu yüzden meali “Benimle arzusunu yerine getirmek istedi.” şeklinde verildi. Yani Hazreti Yusuf, “Evet o bana sataştı, belki ben de kendisine sataşılan kişi olarak o işin içinde bulundum fakat ben kaçan oldum, o da arkadan kovalayan oldu.” demiş oluyor.

Buradaki hakem, kadının akrabası olduğuna ve şahit olarak dinlendiğine göre saraydan biri olmalıdır. Aynı zamanda, sözü dinlenen, itibarlı biridir ki böyle önemli bir olayda şahit olarak o dinleniyor. Yorumuna bakılacak olursa, insaflı biri olduğu anlaşılıyor. O dönemde te’vîl-i ehâdîs yani, yorum, olayların arkasını araştırma, olayların oluş şeklinden mânâlar çıkarma yaygın olduğundan şahit, meseleye işaretler yoluyla yorum getiriyor, ehl-i vukufluk, yani bilirkişilik yapıyor: “Eğer gömlek önden yırtılmışsa kadın, arkadan yırtılmışsa Hazreti Yusuf haklıdır.” diyor.

Şahidin, kadının ailesinden olması sebebiyle onun tarafını tutması beklenirken onu suçlu bulması, Hazreti Yusuf’un masum olduğuna dair kuvvetli bir delildir. Buna, iffetle yaşanan hayata Allah’ın özel bir lütuf ve teveccühü de diyebiliriz. Böylece Allah onu hem mükâfatlandırmış hem de ileride göreceği misyona hazırlamıştır. Bu açıdan, iffetin kendisi kadar onun başkaları nazarında ispat edilmesi de çok önemlidir. Eğer o şaibe, Hazreti Yusuf’un (aleyhisselâm) üzerinde kalsaydı, yeniden halkın içine döndüğünde davası adına tesirli olamaz, yakaladığı konuma ulaşamaz, dolayısıyla misyonunu eda edemezdi.

Yusuf (aleyhisselâm), hapse bir suçlu olarak girmedi. O günkü idareciler, masumiyetini bildikleri hâlde, maslahat gereği onun hapse girmesini uygun buldular. Onlar Hazreti Yusuf’u hapse atsalar da halk olup biteni biliyordu. Özellikle o günkü saray eşrafı arasında kadının suçlu, Hazreti Yusuf’un masum olduğu biliniyordu. Dolayısıyla kimse Hazreti Yusuf’u itham etmedi. Kimse “Zaten hapsi hak etmişti, müstahak olduğunu buldu.” demedi. Hapse masum olarak girdi ve masumiyetini tescil ettirerek oradan çıktı. Öte yandan o, hapiste boş durmadı, misyonunu mevcut şartlarda devam ettirdi. Orayı bir medrese hâline getirdi ve bir tebliğ ve eğitim mekânı olarak değerlendirdi.

İslam’ın ilk çilekeşlerinden İmam Rabbanî’ye, ondan da Bediüzzaman’a kadar hayatının önemli bir kısmını hapiste geçirenler orada hep Hazreti Yusuf gibi hareket etmiş ve orayı bir medrese-i Yusufiye (Hazreti Yusuf’un okulu) olarak görmüşlerdir. Elli yaşından sonra vefatına kadar hayatının yaklaşık otuz yılını hapiste ve gözetim altında geçiren Bediüzzaman Hazretleri’nin kullandığı medrese-i Yusufiye tabiri, daha sonra onun takipçileri tarafından da kullanılmış ve hapiste geçirilen süreyi değerlendirme adına önemli bir motivasyon kaynağı olmuştur. Evet, hemen her dönemde, peygamber yolunun yolcuları için medrese-i Yusufiye, bir kader hâline gelmiştir. Geçmişte olduğu gibi günümüzün hapse düşen çilekeşleri de kendilerini mesdrese-i Yusufiye talebesi olarak görmeli ve hapiste geçirdikleri zamanı Hazreti Yusuf gibi değerlendirmelidirler. Nitekim böyle yapanların sayısı az değildir.

-+=
Scroll to Top