Yusuf sûresi, 12/37-40
قَالَ لَا يَأْتِيكُمَا طَعَامٌ تُرْزَقَانِهِ إِلَّا نَبَّأْتُكُمَا بِتَأْوِيلِهِ قَبْلَ أَنْ يَأْتِيَكُمَا ذَلِكُمَا مِمَّا عَلَّمَنِي رَبِّي إِنِّي تَرَكْتُ مِلَّةَ قَوْمٍ لَا يُؤْمِنُونَ بِاللهِ وَهُمْ بِالْآخِرَةِ هُمْ كَافِرُونَ وَاتَّبَعْتُ مِلَّةَ آبَائِي إِبْرَاهِيمَ وَإِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ مَا كَانَ لَنَا أَنْ نُشْرِكَ بِاللهِ مِنْ شَيْءٍ ذَلِكَ مِنْ فَضْلِ اللهِ عَلَيْنَا وَعَلَى النَّاسِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَشْكُرُونَ يَاصَاحِبَيِ السِّجْنِ أَأَرْبَابٌ مُتَفَرِّقُونَ خَيْرٌ أَمِ اللهُ الْوَاحِدُ الْقَهَّارُ مَا تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِهِ إِلَّا أَسْمَۤاءً سَمَّيْتُمُوهَۤا أَنْتُمْ وَآبَاؤُكُمْ مَۤا أَنْزَلَ اللهُ بِهَا مِنْ سُلْطَانٍ إِنِ الْحُكْمُ إِلَّا لِلهِ أَمَرَ أَلَّا تَعْبُدُۤوا إِلَّا إِيَّاهُ ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
“Yusuf: ‘Yiyeceğiniz yemek henüz gelmeden, her ikinizin rüyasını da size tabir edeceğim. Bu, Rabbimin bana öğrettiği ilimlerdendir. (Ama, önce biraz beni dinleyin:) Ben Allah’a iman etmeyen, ahireti de inkâr eden bir halkın dinini bir tarafa bırakıp atalarım İbrahim, İshak ve Yakub’un dinine tâbi oldum. Allah’a herhangi bir şeyi ortak koşmak bizim ne haddimize! Bu, Allah’ın hem bize hem de başka insanlara olan ihsanıdır. Ama ne yazık ki insanların çoğu bu nimete şükretmezler. Ey hapishane arkadaşlarım, bir düşünün, sizin için farklı farklı birçok ilaha mı; yoksa tek mutlak hâkim olan Allah’a ibadet etmek mi iyidir? Allah’tan başka ibadet ettiğiniz tanrılar, sizin ve atalarınızın ilah olarak isimlendirdikleri uydurmalardan ibarettir. Allah onlara kulluk etmeye dair hiçbir delil de indirmemiştir. Oysaki mutlak hüküm ve hâkimiyet yalnız Allah’ındır. O, başkasına değil, yalnız Kendisine ibadet etmemizi emir buyurmuştur. İşte kadimden beri devam edegelen dosdoğru din budur! Fakat insanların çoğu bunu bilmez.’”
Hapishane, Medrese Oluyor
Bu âyetlerde irşat konusunda önemli bir husus nazara veriliyor. Şöyle ki; herhangi bir insanın sorusuna cevap verilirken ya da bir konu anlatılırken sözü hep sohbet-i canana getirmek, konuyu daima Allah’a bağlamak irşat ehlinin dikkat etmesi gereken ehemmiyetli bir düsturdur. Yukarıda serlevha yapılan âyette hapis arkadaşları Yusuf’a (aleyhisselâm) rüya yorumu soruyorlar. O ise hep iman hakikatlerini anlatabilme imkânlarını arayan bir vazife insanı olarak bu fırsatı değerlendiriyor. Rüya yorumu konusunda ehil biri olarak onlara cevap vermeden önce onlara tevhidi ve nübüvveti anlatıyor. Bunları anlatmadan cevaba geçmiyor. Bu, tebliğ ve irşat erleri için önemli bir konudur.
Yaratılış gayemizin bir yönü Allah’ı tanımaksa, ikinci yönü O’nu başkasına tanıtmaktır. Bu açıdan size bir şey sorulduğunda veya siz bir şeyi görüşmek istediğinizde ilk konuşacağınız şeyler sizin öncelik verdiğiniz konular olmalıdır. Bazen sorulan soruyla sizin anlatmak istediğiniz esas mesele arasında doğrudan bir alâka olmayabilir. Bazen anlatmak istediğiniz konuya hemen başlayamayabilirsiniz. Fakat âyetlerde görüldüğü gibi, bir yolunu ve münasebetini bulup esas konulara geçebilmenin yolları aranmalıdır. Hazreti Yusuf’a (aleyhisselâm) rüya tabiri soruyorlar, o ise tevhidden bahsediyor. Onlar sordukları sorunun cevabını alma arzu ve iştiyakı içindeler. Can kulağıyla dinlemek üzere Hazreti Yusuf’a yönelmiş bekliyorlar ve biliyorlar ki yemek vakti gelmeden cevaplarını alacaklar. O ise orada hemen marifet döktürmüyor, kendini anlatmıyor, dikkatleri kendi üzerine çekmiyor. Kendisine olan teveccühü, esas teveccüh edilmesi gereken Zât’a çeviriyor, zihinleri O’na yönlendiriyor. Onlardaki dinleme arzusunu tam yerinde değerlendirerek onlara tevhid dersi veriyor. Diğer bir tabirle, onlar orada bakır almak üzere beklerken Hazreti Yusuf onlara altın değerinde şeyler sunuyor.
İşte bu metodu kendi meselelerimizde çok iyi değerlendirmemiz gerekir. Mesela çok büyük bir araştırma merkezi açma meselesi görüşülüyor. Elbette öncelikle bütün planlar yapılmalı. Yerin genişliği, binaların şekli, odalar, laboratuvarlar, kütüphaneler, misafir odaları, trafiğe uygunluğu, havaalanına uzaklığı, seçeceğiniz araştırmacıların vasıfları, onlara sağlanacak her türlü imkân gibi bütün konular konuşulmalı. Fakat bunlardan önce orada Allah denilmeli, peygamber, kitap, dava denilmeli, yüreklerde bir sancı meydana getirilmeli. Sonra da “Bizim bir meselemiz vardı.” deyip sözü araştırma merkezine getirmeli. Evet, inanan insan en önemli işlerinde dahi böyle bir Canan peşinde olursa işleri gayet huzurlu ve bereketli olur. Aksine o Canan’dan kopuk iş yapmaya kalkarsa sadece dünya için çırpınmış olur. Belki biraz başarı elde eder ama o işin bereketini göremez.
Bununla beraber bu nebevî yolda olanlar için en hayatî konuları anlatırken bile unutulmaması gereken bir husus daha vardır: Kendi meselemizi başta zikredip öne çıkardığımızda bazen bu, birileri tarafından sevimsiz karşılanabilir. Eğer bir antipati oluşma durumu varsa, çok önemli konu bile olsa, o konuyu ikinci sırada bir konu gibi sunmak, karşı tarafta bir hüsn-ü kabule vesile olur. Zahiren o mesele ikinci, üçüncü plandaymış gibi olsa da netice itibariyle muhataplarda kulak aşinalığı sağlanmış olur. Yani o muhataplar öncelikli olarak kabul ettikleri meselelerin yanında o konuyu da duymuş ve biraz da olsa kabullenmiş olurlar. Daha sonraki konuşmalarda zihnen biraz daha hazır olarak dinler ve zamanla tam bir kabule ulaşabilirler.
Ayrı bir husus da şudur: Bütün peygamberlerde olduğu gibi Hazreti Yusuf’ta da insanların kendisine gelmelerini bekleme yerine onlara gitme hususiyeti vardır. O bir taraftan aranan bir insan olmanın yanında diğer taraftan da kendisine muhatap arayan biridir. Bunu onun uyguladığı stratejilerden anlayabiliriz. Memleket için bir ümit olduğu, herkesin onun stratejilerine bel bağladığı bir dönemde o, her fırsatı insanlara ulaşma, onlara Allah’ı anlatma yolunda değerlendirdi. Yetkisini, kredisini, tutarlı ve başarılı politikalarını hep o istikamette kullandı. Esasen bu, Allah’ı ve O’nun dinini anlatma yolunda olan herkesin benimsemesi gereken bir usuldür. İnsanlara ulaşma yolları arama, onlarla bir araya gelme planları yapma, gelmelerini beklemeden onların ayaklarına gitme ve bir şekilde düşüncesini ifade etme, tebliğ ve i’lâ-yı kelimetullah yolunda olan herkesin derdi olmalıdır. Zira insanlığın peygamber soluklarını duymaya ihtiyacı vardır. Bunu da ancak peygamber yolunun yolcuları yapacaktır. Bunun yolu yöntemi ise insanları ayağına çağırmak değil, bizzat onların ayağına gitmektir. Eğer insan bunu iradî olarak yapmazsa Cenab-ı Hak bazen ona cebrî olarak yaptırır. Yani nebevî yolun yolcuları göçler tertip edip dünyaya hak ve hakikati duyurmak için yayılmazlarsa Allah bir zalimi başlarına musallat eder ve onları dünyanın dört bir tarafına saçar. Böylece insanlık yeni bir ses ve solukla tanışır. Bunun elbette kendine göre zorlukları olacaktır. Fakat şikâyet etmemek gerekir. Şikâyet etmek şöyle dursun, bunu Allah’tan bir nimet olarak bilip razı olmak icap eder.
Hazreti Yusuf, peygamber olan atalarından bahsederken Hazreti İshak’ı zikreder fakat Hazreti İsmail’den bahsetmez. Bunun sebebi neseptir. Bilindiği gibi Hazreti İsmail, Hacer validemizden, Hazreti İshak ise Sâre validemizden dünyaya gelmiştir. Burada Hazreti İshak’ın torunu olan Hazreti Yusuf anlatıldığı için Hazreti İsmail zikredilmemiştir. Kur’ân’da Hazreti İbrahim’in, oğlu İsmail ile beraber zikredildiği yerler de vardır ve Hazreti İsmail, babası nazarında ayrı bir yere sahiptir. Çünkü evvela o, Hazreti İbrahim’in ilk çocuğudur. İkincisi, kurban olmakla emredildiğinde tam bir teslimiyet ortaya koymuştur. Üçüncü olarak da varlığın çekirdeği ve meyvesi olan Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) onun neslindendir. Bu gibi sebeplerden olsa gerek, Hazreti İbrahim’in, ona ayrı bir bakışı vardır. Onunla Hicaz’a yerleşmiş ve orada beraber Kâbe’yi inşa etmişlerdir.
Kur’ân’da peygamberler anlatılırken, onların kavimlerinin zayıf yanları da gözler önüne serilir. Peygamberler kavimlerinin karakterine göre tebliğ metotları geliştirirler. Bu durum bazı peygamberlerde daha belirgindir. Mesela Hazreti Nuh, Hazreti Hud ve Hazreti Salih’in mücadele şekli birbirine oldukça benzer. Net bir vasıflandırma zor olsa da Hazreti İbrahim, Hazreti İshak ve Hazreti Yakub’un metotları da birbirine benzer şekildedir. Hazreti Yusuf, içinden çıkıp geldiği toplumu anlatırken orada inkârcı, puta tapan bir milleti terk edip ataları İbrahim, İshak ve Yakub’un dinine yöneldiğini söylüyor. Demek ki putlara tapma sadece Mısır’da değil o coğrafyanın genelinde yaygın bir şeydi. Dolayısıyla onun tebliğ metodu da atalarının metoduna paralel şekilde gerçekleşecekti.
Üzerinde durduğumuz âyetlerin sonuncusunda سَمَّيْتُمُوهَۤا أَنْتُمْ وَاٰبَۤاؤُكُمْ “sizin ve atalarınızın ilah olarak isimlendirdikleri” ifadesi A’raf ve Necm sûrelerinde de geçmekte olup şu mânâya gelir: Allah’tan başka taptığınız şeyler, sıradan varlıklar oldukları hâlde kendilerine ilah ismi verdiğiniz, daha önce yaşamış bazı insanların isimlerini taktığınız putlardan ibarettir. Açık, inandırıcı bir delil, hüccet ve burhan olmadan Lat, Menat, Uzzâ, Nâile gibi putlara tapıyorsunuz.
Aynı âyette geçen اَلدِّينُ الْقَيِّمُ tabiri, öteden beri devam edegelen dosdoğru din demektir. Yusuf (aleyhisselâm) anlattığı dine “ed-dînü’l-kayyim” demek suretiyle hem insanlığın başlangıcından beri var olan dine dikkat çekiyor hem de yakın ataları Hazreti İbrahim, Hazreti İshak ve babası Hazreti Yakub’un dinine nazarları çeviriyor. Böylece bu yolda yeni bir şey uydurmadığını, geçmiş peygamberlerin yolunu takip ettiğini onlara ifade etmiş oluyor.