Yusuf sûresi, 12/52-53
ذٰلِكَ لِيَعْلَمَ أَنِّي لَمْ أَخُنْهُ بِالْغَيْبِ وَأَنَّ اللهَ لَا يَهْدِي كَيْدَ الْخَۤائِنِينَ وَمَۤا أُبَرِّئُ نَفْسِۤي إِنَّ النَّفْسَ لَأَمَّارَةٌ بِالسُّوۤءِ إِلَّا مَا رَحِمَ رَبِّي إِنَّ رَبِّي غَفُورٌ رَحِيمٌ
“Yusuf dedi ki: ‘Bunu istemedeki maksadım, vezire gıyabında ihanet etmediğimi ve Allah’ın hainlerin hilesini asla hedefe ulaştırmayacağını bilmesidir. Yoksa ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis şiddetle fenalığı emreder, kötülüğe sevk eder. Rabbimin merhamet edip korudukları müstesna. Doğrusu Rabbim gafurdur, rahimdir (affı ve merhameti boldur).’”
Bu iki âyette geçen sözlerin kimin tarafından söylendiği ile alâkalı farklı görüşler ileri sürülmüştür. Müfessirlerin bir kısmı bu sözleri Zeliha’nın söylediğini belirtirler ki, bu mümkündür. Çünkü konuşmanın seyri buna müsaittir. Bu görüşe göre düşünülürse Zeliha artık belli bir yaşa gelmişti. Bu süre zarfında Hazreti Yusuf hep hapiste kalmış ve iffetiyle yaşamaya devam etmişti. Zeliha, onun bu iffetli duruşundan etkilenip Allah’a iman etmiş olabilir. Ayrıca o sıralarda belki ailece vezirlik makamında değillerdi. Bu sebeple dünyadan ümidini kesip geçmişinden pişman olarak tamamen Allah’a yönelmiş olması da muhtemeldir. Yıllar önce kendisine söylenen “İstiğfar et!” sözünü hatırlayarak istiğfar etmiş, Allah’ın rahmet ve mağfiretine kendini salmış, nefsin mahiyetini kavramış, aşk-ı mecaziyi bırakıp aşk-ı hakikiye yönelmiş olabilir.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, aşk-ı mecazînin aşk-ı hakikiye inkılap etmesi için, âşık olunan şeyin faniliğini görüp baki bir sevgili aramak, dünyanın geçici yönünden yüz çevirip onun Allah’a ve ahirete bakan yönüne dönmek gerektiğini söyler.118 Zeliha da daha önce yaptığı şeylerin çirkinliğini, dünyanın faniliğini, Hazreti Yusuf’un (aleyhisselâm) yöneldiği kapının güzelliğini görüp yüzünü tamamen Bakî olan Allah’a dönerek içinde böyle bir inkılap yaşamış olabilir; olabilir, zira aşk öyle bir manevî iksirdir ki insanı elinden tutar da bir lahzada âlây-ı illiyyîne çıkarır, meleklerle yarışır hâle getirir.
İhtimal dairesinde bunlar düşünülse de başka bir açıdan, nefsinin zebunu olmuş böyle bir kadının beş on yıl içerisinde imana gelip nefs-i emmareyi kavrayacak, kendi nefsinden şikayetçi olacak, Rabbini tanıyıp O’nun rahmet ve merhametine sığınacak kadar bir şuura sahip olması ihtimali –Allah’ın ekstra lütufları hariç– sebepler dairesinde zor olabilir. Çünkü o dönemde idare ve toplumda her ne kadar belli oranda iman boyası görülse de saray ve çevresi puta tapanlarla doluydu. Kahinlerin ve tapınağın saray ve halk üzerinde ciddi ağırlığı vardı. Böyle bir atmosferde inanıp imanda derinleşmek çok zordur. Bu açıdan ikinci görüş olan, bu sözleri Hazreti Yusuf’un (aleyhisselâm) söylemiş olması ihtimali daha kuvvetli görünüyor. Nitekim âyetteki ince muhasebe ve derin saygı da Zeliha’dan ziyade Hazreti Yusuf’a (aleyhisselâm) yakışmaktadır. Bu ve benzeri sebeplerden olsa gerek, Bediüzzaman Hazretleri bu görüşü tercih etmiş, “İhlas Risalesi”nde âyeti bu şekilde değerlendirip mânâyı buna göre vermiştir.119 Tabiî bunların hepsi birer tevcih ve tercih meselesidir. İşin doğrusunu en iyi Allah bilir.
İnsan tabiatındaki en büyük ve en kuvvetli meyillerden biri şehvettir. İnsan çoğu zaman bu meyle yenik düşer. Kişi kendini dinin emirleri ile terbiye etmemişse ve nefsi ona daima kötülüğü emrediyorsa –ki potansiyel nefis hep kötülüğü emreder–, böyle biri, şehvetinin esiri olur. Şehvet duygusu, pek çok insanın saplandığı bir bataklıktır. Kimisi bu bataklığın kenarında kimisi ortasında kimisi de derinlerindedir. Allah Resulü’nün buyurduğu gibi herkesin zinadan bir payı vardır.120 Herkes nasibinin hamalıdır. Kimisi bakarak, kimisi dokunarak, kimisi fiilen işleyerek zinadan payını yüklenir. Zinaya götüren pek çok yol karşısında insan, iradesini bir şart-ı âdi olarak kullanarak şehvete karşı mücadele eder/etmelidir. Fakat Allah’ın rahmeti ve muhafazası olmadan kimse ondan korunamaz. Ancak Allah, rahmetiyle kulunu sarıp sarmalayınca da nefsanî meyiller hükümsüz kalır ve şehvetin vakum alanına girmiş olsa bile kişi, tıpkı Hazreti Yusuf gibi kurtulur. Bu sebeple, günaha karşı iradenin hakkını vermenin yanında, hep Allah’a sığınmalı ve hep “Tut elimden; tut ki edemem Sen’siz!” demeliyiz.
Hazreti Yusuf, nefsini tezkiye etme ve kendini temize çıkarma telaşına düşmüyor. Kendine yakışır bir tevazu ve mahviyet ile Allah karşısındaki kulluk tavrını ortaya koyuyor. İddiasızlık ve Allah’a karşı mahcubiyet edasıyla içini seslendiriyor. Yani “Ben bir iffetsizlik yapmadım. Yapmadım ama kendimi de yunmuş yıkanmış, günahlardan arınmış görmüyorum.” diyor. O, nefsin mahiyetini ve mertebelerini çok iyi biliyor, kendini nefs-i emmare (şiddetle kötülüğü emreden nefis) mertebesinde görüyor ama inanmış insanlar onu daima nefs-i mutmainne (Allah ile itminana ermiş, oturaklaşmış nefis) merhalesinde görmelidir. Peygamberler hakkındaki saygı ve hakikat çizgisi bunu gerektirir. Zira onlar, Allah’ı bilen, tanıyan, O’nun emirlerine harfiyen itaat eden, Allah’ın özel koruması altına aldığı şahsiyetlerdir. Onlara nefsin emirlerine meyleden bir insan olarak bakmak, saygısızlığın ötesinde itikadi açıdan da tehlikeli bir durumdur. Bununla beraber, bir peygamber olarak Hazreti Yusuf bile nefsinden şikâyet ediyorsa biz sıradan insanların ne kadar dikkatli olmamız gerektiği açıktır.
Kur’ân’ın pek çok yerinde görüldüğü üzere peygamberler, muhasebe ve sorgulama yaparken, kendilerini Cenab-ı Hak karşısında farklı bir yerde konumlandırmışlardır. Zira onlar Allah ile derin bir münasebet içindedirler. O münasebeti normal insanlar olarak tahayyül ve tasavvur etmek mümkün değildir. Allah ile o sıkı münasebetlerinden dolayı, hayallerinin ucuna dahi Allah’ın rıza ve muhabbetinin dışında küçük bir şey ilişse büyük bir cinayet işlemiş gibi derhal Cenab-ı Hakk’a teveccühte bulunurlar. Hâlbuki onlar ismet sıfatına sahiptiler ve hep Allah’ın koruması altında yaşamışlardır. Bu yüzden her gün dualarımızda onların şefaatini ümit ederek dileklerimizi Allah’a arz ederiz. Sadece peygamberler değil, melekler ve insanlar arasında onlar gibi yaşayanlar da hayatlarını böyle bir hassasiyet içinde geçirirler. Bu sebeple, peygamberler başta olmak üzere büyüklerin kendileri hakkındaki muhasebe ve sorgulama ifade eden sözlerini, onların ufukları açısından değerlendirmek gerekir.
118 Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat, s. 7-9. (Birinci Mektup, Dördüncü Sual.
119 Bediüzzaman, Lem’alar, s. 199 (Yirmi Birinci Lem’a).
120 Buhârî, isti’zan 12, kader 9; Müslim, kader 5.