Yusuf sûresi, 12/55
قَالَ اجْعَلْنِي عَلٰى خَزَۤائِنِ الْأَرْضِ إِنِّي حَفِيظٌ عَلِيمٌ
“Yusuf şöyle dedi: ‘Beni ülkenin hazine işlerinin başına tayin et. Çünkü ben mali kaynakları iyi koruyan, sevk ve idareyi de iyi bilen biriyim.’”
Görev Talebi
Âyette, “Beni tayin et, görevli kıl!” mânâsına ca’l kökünden اِجْعَلْنِي ifadesi kullanılmıştır. Bu ifade, Kur’ân’ın kelimelerdeki seçiciliğini göstermek adına güzel bir örnektir. Zira ca’l, bir işin sahibi tarafından geçici görevlendirmeyi ifade eder. Yani “Hüküm ve yetki senin elinde! Dolayısıyla beni daimî olarak değil de geçici olarak görevlendir!” demektir.
Kral, Hazreti Yusuf’a güvence verip onu önemli bir mevkiye getirmek istediğini belirtince o, –ne kadar sürdüğünü bilemediğimiz bir konuşma faslından sonra– bu teklifi kabul etti. Hatta görevin adını bile söyleyerek hazinenin idaresine talip oldu. Bu vazife, yaklaşık olarak bugünkü ekonomi bakanlığına tekabül etmekteydi.
Bu şekilde yer tayin ederek görev istemek dinimizce hoş karşılanmasa da Hazreti Yusuf’un bir peygamber olduğu göz önünde bulundurulduğunda, bu talebin vahye dayalı olduğu ve onun şeriatında bunun geçerli olduğu düşünülebilir. Yani bu durumda Hazreti Yusuf, o vazifeye yönelik talebini doğrudan vahyin yönlendirmesiyle yapmıştır. Allah onu vahiyle o işe yönlendirmiş, içinde o vazifeye karşı bir arzu uyandırmış, sonra ona arzusunu gerçekleştirme imkânını bahşetmiştir. Nitekim bir sonraki âyette de bu ihtimale kapı aralanmaktadır. Üstad Bediüzzaman’ın yaklaşımıyla, geçmiş gelecek her şeyi bilen Allah onun ileride yapacağı vazifeyi bildiği için ona uygun bir kabiliyet ve donanım vermiştir. O da iradesinin hakkını verip kabiliyet ve donanımını en güzel şekilde sonuna kadar kullanmıştır.
İkinci bir ihtimal de Hazreti Yusuf’un (aleyhisselâm) vazifeye ehil başka insan bulunmadığından dolayı gördüğü zarurete binaen içtihat etmiş olmasıdır. Usul kaidelerine göre, akılla ulaşılamayacak meselelerde içtihat söz konusu olmasa da böyle teferruata ait meseleler her zaman içtihada açıktır. İçtihada en ehil, en layık kimseler ise peygamberlerdir. Onlar yaptıkları içtihatlarda en güzeli yakalamaya çalışmış ve kararlarında hep isabet etmişlerdir. Eğer isabet edememişlerse Allah onların kararlarını tashih buyurmuştur. Zaten onlar her adım ve kararlarında Cenab-ı Hakk’ın hükmünü, tadilini, tashihini gözetmişlerdir. Nitekim Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) zaman zaman kendi reyiyle içtihatlarda bulunmuştur. Bazen Cenab-ı Hak, O’nun içtihadını takdir etmekle beraber tadil de etmiş ve ona daha iyi bir çözüm yolu göstermiştir.
İçtihatta en önemli esas ise ehliyet ve liyakattir. Yani içtihat edecek kişi, o işe layık olmalıdır. Ehliyet ve liyakatin önemli bir yönü içtihatta bulunulacak sahanın iyi bilinmesidir. Hazreti Yusuf, eğer vahye dayanmadan kendi reyiyle içtihatta bulunarak vazifeye talip olmuşsa, Peygamber olmanın yanında, onun bu işten anladığı, bu sahayı bildiği neticesi çıkarabilir. Nitekim o, tarım ve ziraata dair belli bir müktesebata sahipti. Çünkü ataları Hazreti İbrahim ve Hazreti İshak hayvancılıkla uğraşmıştı. Hazreti Yakup da hayvancılık ve ziraatla uğraşıyordu. Hazreti Yusuf’un mutlaka babasından edindiği bazı tecrübeler vardır. Bundan dolayı da kendinden emin bir şekilde vazife talebinde bulunmuştur.
Şayet insan bir konuda kabiliyet ve tecrübelerine güveniyor ve etrafında kendisinden daha bilgili ve tecrübeli birini göremiyorsa, o konuda sorumluluk sahibi olmayı talep edebilir. Bunda bir mahzur yoktur. Nitekim Hazreti Ömer Efendimizin de hilafet işine daha layık birini görse onu getirip kendisinin vazifeden çekileceğine dair düşünceleri olmuştur.121 Bu –hâşâ– bir kibir, gurur ve insanları küçümseme değildir. İster basiret ve firaset isterse de tecrübe yoluyla olsun insan kendinde bir yetkinlik görüp vazifeye talip olabilir. Eğer bir işi üstlenebilecek hiç kimse yokken kendisinde yetkinlik gören kimse o işi üstlenmezse Allah katında mesul olur. Çünkü bu durumda toplumun maslahatı ile ilgili bir iş ortada kalmış olacaktır. Ancak başka ehil insanların da bulunduğu yerlerde vazifeye talip olunmamalıdır. Talip olmak bir yana, vazifeyi onların daha iyi götürebileceklerine inanmalı ve kendisi birkaç adım geride durmalıdır.
Biz bu yaklaşımı, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tembih ve uygulamalarından öğreniyoruz. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir hadislerinde “Allah’a yemin ederim ki biz hırsla görev isteyen kimseye görev vermeyiz.”122 buyurur. Ebu Bekir Efendimiz de bir sözünde “İdarecilik işi ‘Bu benimdir.’ diyenin değil, ‘Bu benim işim değildir.’ diyenindir.” der. Yani idarecilik, onu isteyene değil, ondan kaçana verilir. Neden? Çünkü vazifeler birer mesuliyet sebebidir. Onda hak ihlali çok olur. Adaleti sağlamak zordur. İşin hakkını vermek ciddi gayret ister. İslam tarihinde Efendimiz’in de (sallallâhu aleyhi ve sellem) işaret buyurduğu üzere idareciliği hakkıyla eda eden ilk dört halifedir. Allah Resulü, onların yoluna tâbi olunmasını, hatta onlara sımsıkı sarılmak gerektiğini beyan etmiştir.123 Daha sonra gelen dönemlerde onların kalitesine yakın üç beş insan ancak gösterebilirsiniz. Dolayısıyla idarecilik, insanın iradî olarak talep edeceği bir şey değildir. Hele bir kısım siyasilerin yaptığı gibi, elde etmek için uğrunda mukaddesât da dahil olmak üzere her şeyin feda edildiği bir şey hiç değildir. Nitekim Hazreti Ebu Zer’e hitaben Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) söylemiş olduğu şu söz ne kadar manidardır: “Ben kendim için istediğimi senin için de isterim. Sakın iki kişi üzerine de olsa kimseye amir olma.”124
İdarecilik Hazreti Ali mülahazasıyla, teklifi esnasında yağız ata binip kendisinden kaçılacak bir şeydir. Bizim benimsediğimiz en mühim esaslardan biri, liyakatli insanların olduğu yerde idari makamlara karşı müstağni davranmaktır. Diğer bir tabirle Hasanî olmaktır. Bilindiği üzere Hazreti Hasan (radıyallahu anh) altı ay kadar hilafette kaldıktan sonra, kargaşaya meydan vermemek, toplumun bölünmesine mâni olmak ve sulhu sağlamak için idareyi bırakmıştır.
Fakat az önce de belirtildiği gibi, liyakatli kimsenin olmadığı bir yerde “Ben varım!” deyip vazifeyi üstlenmek icap edebilir. Böyle bir durumda da üstlenilen vazifeyi hakkıyla eda etme gayreti içinde olunmalıdır. Allah elbette böyle birinin yardımcısı olur ve onu kendi hâline bırakmaz. İşte Hazreti Yusuf’un vazife talebini bu açıdan değerlendirmek gerekir. Onun talebinde benlik hesabına bir şey yoktur, makam arzusu yoktur, dünya sevgisi asla söz konusu değildir. Tamamen benlik hesabına, kendi egosunu, makam tutkusunu tatmin etmek için vazife başına geçen kimsenin, Allah yardımcısı olmayacağı gibi, halk da böyle bir idareciyi gerçek mânâda sevmez. Allah Resulü bu konuda bir sahabiye hitaben şöyle buyurmuştur: “Yöneticilik talebinde bulunma. Eğe yöneticilik istersen ve bu da sana verilirse, o görevde yalnız bırakılırsın (Allah’ın yardımından mahrum kalırsın). Eğer istemediğin hâlde o görev sana verilirse, Allah sana yardım eder.”125
Bir insan liyakatliyse ve ihtiyaç da varsa yetkililerin onu vazifelendirmesi gerekir. Böyle biri halkın seçimi ve tercihiyle de iş başına geçebilir. Bu ikisi dışında insanın kendisini liyakatli görerek vazife talep etmesi ona yakışmaz. Hatta bu bir nevi günah olur. Çünkü az önce de zikredildiği üzere böyle bir şeyden Allah Resulü inananları menetmiştir. Eğer insan liyakatsiz olduğu hâlde vazife istiyorsa o da bir nevi ihanet olur. Çünkü hakkı olmadığı hâlde bir makamı işgal etmiş, yani onu gasp etmiş olacaktır. Liyakatli birinin olmadığı ya da liyakatsizlerin iş başına geçtiği bir yerde ehil birinin vazifeye sahip çıkması ise isabet olur. Hazreti Yusuf’un yaptığı şey, işte böylesine isabetli bir taleptir.
Bu konuda önemli bir husus da şudur: Liyakati olduğu hâlde herhangi bir yerde idari vazifesi olmayan insanlar, kenarda kaldıkları müddetçe fikirleri, tecrübeleri ve ilimleriyle idarecilere yardımcı olurlar. İdareye talip olmadan müstağni bir şekilde kenarda durup, gerektiğinde idarecilere yardımcı olmaya çalışmak, insanın ve fikirlerinin değerini yükseltir. Yoksa parlak zannedilen fikirlerle, süslü laflar ederek bir makama talip olunursa onlar sadece hırsın solukları olur. İşte Hazreti Yusuf’un durumunu burada iyi anlamak ve ayırt etmek gerekir. O, gereken seviye ve ufukta insanın olmadığı bir yerde işe sahip çıkmış ve talebini izhar etmiştir.
Bir önceki âyetle bu âyet arasında icaz-ı hazf vardır. Yani kral, Hazreti Yusuf’a olan güvenini ifade ettikten sonra aralarında bir kısım konuşmalar geçmiştir. Bu konuşmanın bazı cümleleri zikredilmemiştir. Muhtemel cümleleri şu şekilde takdir edebiliriz: “Kral ile konuştular. Kral bu işi kimin yapabileceğini; siloları kimin oluşturacağını, buğdayları başağında saklama işinin nasıl olacağını sordu. Bunun üzerine Yusuf şöyle dedi…” Görüldüğü üzere, bu cümleler zikredilmediği hâlde sözün akışında herhangi bir boşluk oluşmamıştır. Zira yerinde yapılan icaz (kısaltma, özlü anlatım), sözde boşluk oluşturmaz. Hatta bazen icaz fesahatin ta kendisi olur. Burada da böyle bir icaz vardır. Evet, Hazreti Yusuf bu takdirî cümlelerden sonra talebini belirtmiştir. Aksi hâlde huzura çıkar çıkmaz, selam verip “Beni hazinelere bakan yapın.” demiş olurdu ki bu, karşı tarafta tepki oluştururdu. Hiçbir peygamber, hikmet ve firasete aykırı böyle bir davranış sergilemez.
Az önce de ifade ettiğimiz üzere Hazreti Yusuf’un vazife talebi, –hâşâ– içindeki makam arzusunu tatmin etme isteğinden kaynaklanmıyordu. O, alacağı vazifeyi vesile edinerek esas idealini gerçekleştirecekti. Onun tek ideali, insanların Allah’ı tanıması, ahirete inanması ve buna göre hayatlarını tanzim etmeleriydi. İnsanların en muhtaç olduğu konuda, en zor zamanda o, bir kurtarıcı olma fırsatını yakalamıştı. Bu kabul ve krediyi en iyi şekilde değerlendirecekti. Küçük bir iyilik ve sempatik bir hareketle güzelliğe meyledebilecek, arafta kalmış ruhları kendine cezbedecekti. Yakaladığı her fırsatta tevhid düşüncesini işliyordu. Güzelliği, ahlakı ve sempatikliği yanında bir de iş ahlakı eklenince, söylediği sözler tesir ediyor, tuttuğu yol insanları imrendiriyordu. Bu açıdan da Hazreti Yusuf, her dönemin hak yolcularının, hakikat temsilcilerinin örnek alacağı ideal bir şahsiyettir.
Hazreti Yusuf’un (aleyhisselâm), idarecilik talep ettiğinden dolayı, bunun bir neticesi olarak hemen vazifeye getirilmeyip birkaç sene beklediği de rivayet edilir.126 Eğer idarecilik talebinin peygamber makamına uygun düşmediğini ima eden bu rivayet doğruysa, öncelikle bu talep, Hazreti Yusuf için bizim anladığımız mânâda bir kusur değildir. Zira o, istenilmesi gereken yerde vazife talep etmiştir. Fakat dışarıdan gelmiş, saray çevresinde tanınmayan bir insan olması hasebiyle belki başta tecrübe edilmesi, bunun için de birkaç yıl geçmesi gerekecektir. Aksine o, zamanında talebini dile getirmeseydi, böyle bir deneme süreci başlamayacak, dolayısıyla zamanında işe vaziyet edemeyecekti. Öyle olunca da bolluk ve kıtlık zamanlarında yapılması gerekenler gecikmiş, aksamış olacaktı. Bu yönüyle onun talebi tam zamanında ve yerindedir. Diğer yandan onun da belki orada yeni bilgiler edinmeye ve sahayı tanımaya ihtiyacı vardı. Bu sebeple o, mezkûr birkaç seneyi, fizibilite çalışmaları yaparak, halkın nabzını tutup onlara yol göstermek adına farklı yöntemler geliştirerek geçirmiş olabilir.
Fırsatların Tevhid Yolunda Değerlendirilmesi
Hazreti Yusuf’un vazife yapmak için başka bir alan yerine ekonomiyi seçmesi ve hazinelerin başına geçmeyi teklif etmesi son derece dikkat çeken bir husustur. Demek ki halkın ve devletin bu alandaki ihtiyacı daha fazlaydı. Kendi idealleri ve davası açısından halka ve devlete tesir edebileceği en iyi saha da burasıydı. Zira bir medeniyet merkezi olarak Mısır’da ekonomi çok önemliydi. Toplum tarım toplumu olduğundan ekonomi büyük oranda tarıma dayanıyordu. Dolayısıyla bu sahada yapılacak bir ıslah ve tedbir doğrudan halkın ve devlet işlerinin ıslah ve tanzimi mânâsına geliyordu. Ayrıca oluşacak kıtlık ortamında sadece Mısır’dan değil, komşu ülkelerden de erzak temin edebilmek için oraya yönelen bir insan seli oluşacaktı. Hazreti Yusuf da (aleyhisselâm) bunu bir fırsat olarak değerlendirip insanlarla görüşecek, muhtaç şekilde ayağına kadar gelmiş bu yoğunluktaki kitlelere hakikati anlatacaktı. Daha sonra babasını ve ailesini de oraya çekecek, onların mevcudiyet ve nüfuzunu kullanarak orada daha rahat ve kuvvetli hareket edecekti. Bu, dışarıdan gelen birinin yabancılıktan kurtulmak için bulunduğu yere bir nevi kendi boyasını çalması, orayı kendileştirmesi şeklinde de okunabilir. Nitekim öyle de oldu.
Yusuf (aleyhisselâm), aldığı tedbirlerle bir taraftan ekonomiyi kontrol ederken diğer taraftan yaptığı yatırım ve yardımlarla halkın gönlüne girdi. Kralın şöyle ya da böyle inançlı biri olmasını da değerlendirerek, kendi inanç ve düşüncelerini rahatlıkla anlatabildi. Halkın pek çoğunun putları bırakıp Allah’a inanmasına vesile oldu. Kral, başına talih kuşu konmuş gibi Hazreti Yusuf’a sahip çıktı, ona makam ve salahiyet verdi. O da hazineyi korumada, tarım ve ekonomiyi yönetmede maharetli biri olarak, aldığı vazifeyi hakkıyla eda etti. Sonunda belki sadece Mısır’ı değil çevresini de içine alacak şekilde o bölgeyi maddî manevî mamur kıldı.
Bulduğu fırsatı ve elde ettiği krediyi inancı istikametinde kullanma adına Hazreti Yusuf’un takip ettiği bu yol, günümüzün mefkure muhacirleri açısından da çok önemlidir. Bozulup dejenere olan ve çizgisinden çıkan toplumlar tarih boyunca istikametlerini hep peygamberler sayesinde bulmuşlardır. Hâtemü’l-enbiya olan Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) sonra ise peygamberlik bittiği için bu misyon müçtehit ve mücedditlerle eda edilmiştir. Onlar sayesinde insanlar, Kur’ân’ı yeni nazil oluyor gibi hissetmiş, çağlara göre onun temel esprisini yeniden duymuş ve ona yönelmişlerdir. Son dönem itibariyle dinden, haktan, adaletten, ahlaktan uzaklaşan insanlığın bir kere daha kendini bulmaya, inanç esaslarıyla dirilmeye, ahlakî düsturlarla yükselmeye ihtiyacı vardır. Bu elbette kendi kendine olmayacak, o konudaki çok önemli rolleri, inanç ve ideal sahibi dertli insanlar üstleneceklerdir. Onlar şeklîlikten, nazarîlikten, folklorik temsilden uzak, dinin yaşanıp yaşatılmasını kendisine gaye edinmiş, temsil ve tebliğ aşkıyla oturup kalkan, kalbi ve aklı aydın, iddiasız insanlar olacaktır.
Sade Hayat, Yumuşak Tavır ve Entegrasyon
Âyette Yusuf (aleyhisselâm) için kullanılan ‘hafîz’ ve ‘alîm’ sıfatlarının ikisi de mübalağa kipinde gelmiştir. Bununla o, “Ben çok koruyucu biriyim; çalmam, çırpmam, hortumlamam, paranın ve malın zerresini dahi zayi etmem, hak etmeyen kişilere vermek suretiyle devlet malını zayi etmem, hukuka uygun hareket ederim. Hem bu işi çok iyi bilirim, bu konuda ilmim ve yeterli birikimim var.” demek istiyordu. Bir açıdan sûrenin ana yörüngesi ilim olduğundan, Hazreti Yusuf’un (aleyhisselâm) kendini ‘çok iyi bilen biri’ olarak tarif etmesi ayrı bir önem kazanıyor. Evet, her saha gibi tarım ve ziraat da ilim ve tecrübesiz olmaz.
Yusuf (aleyhisselâm), dediği gibi ürünleri silolara doldurup en uygun şekilde sakladı. Zamanı gelince de ekilmesi gerekeni ekti, dağıtılması gerekeni dağıttı. Fakat o, milletin refahı için çözümler arayıp planlar yaparken şahsî hayatında hep müstağni ve mütevazi oldu. Hazineleri idare ederken bütün peygamberler gibi sade bir hayat yaşadı. Zira bütün peygamberlerin bir tek derdi vardı, o da Yüce Allah’ın bilinip tanınmasıydı. Bu istikamette vazifelerini eda ederken lükse, refaha, konfora giremezlerdi. Mesela Davud (aleyhisselâm), peygamber olmasının yanında aynı zamanda hükümdardı ama sabaha kadar tazarru ve niyazla Allah’ı zikrederdi. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde hazine, zekât gelirleri ve ganimetlerle dolardı ama O, hasır üzerinde yatmayı tercih ederdi. Nitekim îlâ hâdisesinde Hazreti Ömer’i ağlatan şey, Efendimiz’in hasır üzerinde yatmasıydı.127 Demek ki peygamberlerin ahlakı buydu. Yusuf (aleyhisselâm) da bu ahlakı temsil ediyordu.
Peygamberlerin, hitap ettikleri halkın karakterine, yapısına, ihtiyacına göre gönderilmiş oldukları Kur’ân’da ifade edilen bir hakikattir.128 Bunu Kur’ân’daki peygamber kıssalarından anlıyoruz. Her peygamberin ana davası tevhid, nübüvvet, ahiret inancı, adalet ve kulluk gibi temel konular olmakla beraber, hepsinin o günkü inanç ve topluma dair problemlere eğilerek onları çözmeye çalıştığı görülür.
Gerek bu âyetten gerekse de sûrenin bütününden Hazreti Yusuf’un, bulunduğu topluma entegre olup insanlarla bütünleştiği ve onlara çeşitli çareler gösterdiği görülüyor. Onun bu tavır ve yaklaşımlarından günümüze ışık tutabilecek birtakım neticeler çıkarmak mümkündür. Şöyle ki; Mısır’da o dönemde Kıptiler vardı. Bunlar farklı bir milletti. Kıptilerin kendi içlerinden çıkmamış, dışarıdan gelmiş birini kabul etmeleri zordu. Hele kast sisteminin ağır bir şekilde uygulandığı böyle bir yerde yükselip belli bir makama gelmek neredeyse imkânsızdı. Hazreti Yusuf, Kıptiler tarafından kabul görmek için etkili bir yöntem izlemek, bu gayeye matuf yumuşak bir tavır ortaya koymak durumundaydı. Burada, kralın baştan itibaren onu korumaya almış olması sayesinde yüksek bir makama geldiği düşünülebilir. Fakat kralın onu korumaya alması sadece onun rüya yorumlamadaki maharetinden kaynaklanmıyordu. Onun o mülayim ve yapıcı karakteri de belirleyici bir unsurdu.
Hazreti Yusuf’un o yumuşak, sempatik fakat hakîmane tavırları, bugün dünyanın değişik yerlerine giderken empati yapabilme, gidilen yerdeki insanları ve onların ihtiyaçlarını doğru okuma, onların hissiyatlarını nazar-ı itibara alma, hareket planlarını ona göre şekillendirme konusunda bize önemli bir rehberdir. Evet, ülkelerine gidilen insanlara karşı sempatik ve yumuşak olmalı, onların kültürlerine ters gördükleri şeyleri yapmamalı, mümkün mertebe onlarla zıtlaşmaya girmemeliyiz. “Biz şuna inanırız, bunu yaparız” diyerek kendi bildiklerimizi başkalarına dayatmamalıyız. Yaşadığımız hayat tarzını başkalarına dayatma asla bizim üslubumuz değildir. Böyle bir dayatma sertlik ve huşunet oluşturur. Bu yüzden meseleyi temsilin uzun zamana bağlı enginliğine bırakmalı, işi temsil çağlayanlarına salmalıyız.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, hapishaneleri Hazreti Yusuf ile irtibatlandırarak oralara medrese-i Yusufiye demişti.129 Ayrıca onun, eserlerinde zaman zaman Hazreti Yusuf’un hayatından alıntılar yaptığını görüyoruz. Yaşadığı o sıkıntılar içerisinde hep Yusuf (aleyhisselâm) gibi mülayemeti, yumuşaklığı esas almış, yapıcı davranmış, müspet hareket etmişti. Bağırıp çağırmamış, küsüp darılmamış, problem çıkarmamıştı. Daima kavl-i leyyin, hâl-i leyyin, hiss-i leyyin ve tavr-ı leyyin (yumuşak söz, hâl, his ve tavır) ile hareket etmişti. Bu duruş, mesleğimiz açısından çok önem taşımaktadır. Biz de en olumsuz şartlarda, en sıkıntılı zamanlarda bile mülayemetimizi korumalı, yumuşaklıkla işlerimizi götürmeliyiz. Sertliğe, kabalığa meydan vermemeli, muhataplarımızda herhangi bir rahatsızlık oluşturmadan latif bir şekilde ruhlara girmesini bilmeliyiz.
Evet, yumuşak tavır ve usulünce takdim çok önemlidir. Siz, size ait güzellikleri sevimli ve imrendirici bir formatta sunarsanız o güzellikler kabul görecektir. Güzelliğiniz, oturuş kalkışınız, konuşma tarzınız, üslubunuz, bakışınız, âleme kucak açışınız.. bunlar mutlaka bir gün gönüllerde yer bulacaktır. Çünkü insanlar zaman içinde bu davranışlarınızın kaynağını merak edecek, araştıracak; o zaman temsil edilen temel değerlerin farkına varacak, belki bir adım ötesinde o değerlere onlar da sahip çıkacaklardır. İşte bu, Yusufîliktir, Yusuf aleyhisselâm’ın güzelliğine denk bir güzelliktir.
Kader Denk Noktası
Hazreti Yusuf’un yaşadıkları ile o günkü Mısır yönetimine kader denk noktası açısından bakıldığında fevkalade bir planın işlediği görülür. Zira Hazreti Yusuf’un kuyuya atıldığı, satıldığı, saraya alındığı, hapse girip orada tanındığı dönem, firavunlar dönemi değildir. Öncesi ve sonrasında firavunlar olsa da o dönemde dışarıdan gelen bir aile ülkeye hükmediyordu. Bu aile şöyle böyle bir inanç sahibi idi. İşte bu dönemde Hazreti Yusuf ufkuyla, ahlakıyla, kabiliyetleriyle tanındı ve orada uygun bir zemin bulabildi. Firavunlar dönemine denk gelseydi aynı zemini bulamayabilirdi. Sonra o, bu zemini dine ve insanlığa hizmet adına çok iyi değerlendirdi. Firavun döneminden kalma kast sistemine rağmen yumuşakça onların ruhlarına nüfuz edebildi. Onlar için âdeta bir oksijen oldu. İnsanlar onunla oksijen alıp, karbondioksit mahiyetindeki eski dönemlerden kalma ne kadar bozuk düşünce varsa attılar. Bütün bunların tesadüfi olması düşünülemez. Allah her şeyi hazırlamıştır, zamanı gelince takdir ettiği şeyleri yaratır. Biz kullara da o takdire boyun eğmek ve elimizden gelen iyilikleri yapmaya çalışmak düşer.
121 İbn Ebî Şeybe, Musannef, 6/391; İbn Sa’d, et-Tabakatü’l-kübrâ, 3/343.
122 Buhârî, ahkâm 8; Müslim, imâre 14, 15.
123 Tirmizî, ilim 16; Ebû Dâvûd, sünnet 5; İbn Mâce, mukaddime 6.
124 Müslim, imâre 17; Ebû Dâvûd, vesâyâ 4.
125 Buhârî, eymân 1, ahkâm 5, 6; Müslim, imâret 13, 16, 17.
126 el-Kurtubî, el-Câmi’ li ahkâmi’l-Kur’ân, 9/213; el-Beğavî, Meâlimü’t-tenzîl, 2/498.
127 Buhârî, tefsîru sûre (66) 2; Müslim, talâk 31.
128 Bkz.: İbrahim sûresi, 14/4.
129 Bkz.: Bediüzzaman, Lem’alar, s. 315 (Yirmi Altıncı Lem’a).