Yusuf sûresi, 12/56
وَكَذٰلِكَ مَكَّنَّا لِيُوسُفَ فِي الْأَرْضِ يَتَبَوَّأُ مِنْهَا حَيْثُ يَشَۤاءُ نُصِيبُ بِرَحْمَتِنَا مَنْ نَشَۤاءُ وَلَا نُضِيعُ أَجْرَ الْمُحْسِنِينَ
“Böylece Biz Yusuf’a Mısır’da ‘mükne’ verdik: Yetki, imkân ve hâkimiyet verip onu orada yerleştirdik. Öyle ki dilediği yerde konaklayabilir, orayı dilediği şekilde yönetirdi. Biz lütfumuzu dilediğimiz kimselere verir ve Hakk’ı görüyor gibi kulluk yapan, istikametten ve ihsan şuurundan ayrılmayanların ecir ve sevaplarını asla zayi etmeyiz.”
Dünya Nimetleri Karşısında İhsan Şuuru
Âyetteki مَكَّنَّا kelimesine “Mükne verdik.” şeklinde meal vermeyi tercih ettik. Yirmi birinci âyetin açıklamasında da belirttiğimiz gibi mükne, mekân tutma, ayağını yere sağlam basma, büyük imkân, yetki ve hâkimiyet elde etme, dilediğini yapabilme, kendine göre ortam oluşturma gibi mânâlara gelir. Söz konusu âyette aziz tarafından saraya getirildiğinde Hazreti Yusuf’a (aleyhisselâm) verilen mükneden bahsedilmişti. Burada ise melikin huzurunda verilen bir mükne söz konusudur. Birincisi, belki küçük bir yetki ve imkândı ama ikincisinin hem mukaddimesi hem de habercisiydi. İkinci mükne ise melikin yetkilendirmesiyle gerçekleşmiş olup daha büyük çaplıydı. Bu, gittikçe büyüdü ve nihayet bütün Mısır ve çevresini tesiri altına aldı.
Aynı ifade إِنَّا مَكَّنَّا لَهُ فِي الْأَرْضِ وَاٰتَيْنَاهُ مِنْ كُلِّ شَيْءٍ سَبَبًا “Biz ona dünyada geniş imkânlar verdik ve onun ihtiyaç duyduğu her konuda sebep ve vasıtalar ihsan ettik”130 âyetinde Hazreti Zülkarneyn için de kullanılmıştır. Orada da yine aynı mânâlar düşünülebilir. Nitekim Allah, Hazreti Zülkarneyn’e çok büyük imkân ve hâkimiyet vermiş, maddî manevî terakkinin yollarını onunla açmıştır. Öyle ki o, doğuda ve batıda insanları hükmü altına almanın yanında, demiri ve bakırı kullanmak suretiyle maddeye hâkimiyetini ortaya koymuştur.
مَكَّنَّا kelimesinde önemli bir tevhid vurgusu vardır. Şöyle ki; Hazreti Yusuf’un (aleyhisselâm) Mısır’da yerleşip makam elde etmesinde her ne kadar kralın rolü olmuşsa da esasen bunu yapan ve yaratan, Allah’tır. Bundan dolayıdır ki sebeplerin göz önünde zincirleme akıp gittiği yerlerde bile esas fail olarak Allah’ın unutulmaması, gerçek yapan ve yaratanın O olduğunun hatırlatılması gerekir. Böyle bir hatırlatmaya insanların her zaman ve zeminde ihtiyacı vardır. Çünkü gücün, makamın, iktidarın, kralın ve krallığın konuşulduğu yerde zihin, sebeplere daha fazla yönelir ve onlara olduklarının ötesinde bir makam ve rol vermeye başlar. Zihin ve gönüldeki bu kaymanın önüne geçmenin en tesirli yolu, orada sonsuz kudret ve irade sahibi Allah’ın hatırlanmasıdır. Kur’ân’ın en temel konusu ve biricik maksadı tevhid olduğundan, zihinlerin ve gönüllerin kayabileceği bu noktada tam yerinde bir ihtar yapılmıştır.
Daha önce de geçtiği gibi Yusuf (aleyhisselâm), sûrede beş defa muhsinlerden biri olarak nazara veriliyor. Muhsin, Allah’ı görüyor gibi ya da en azından Allah tarafından görülüyor olduğu düşüncesiyle hareket eden ve hep iyiliklerde bulunan insan demektir. Bu kelimenin çoğul gelmesinden bütün peygamberlerin muhsin olduğu anlaşılır. Peygamberlerin dışında da kendi derecelerine göre ihsan makamına ulaşan insanlar vardır. Allah’ın kendilerine nimet verdiği sıddîkler, şehitler ve diğer salih kulların hepsi bu makama ulaşan kimselerdir. İhsan, Allah’ı tanıma mânâsına gelen marifeti elde ettikten sonra ulaşılan bir mertebedir. Yani ihsanın temelinde marifet vardır. Marifet ise ilme dayanır. Dolayısıyla ilim olmadan marifet, marifet olmadan da ihsan olmaz. Yusuf sûresinin yörüngesinin ilim olduğunu dikkate aldığımızda, ihsanın hatırlatıldığı her yerde ilme dayalı bir ihsandan bahsedildiğini düşünmemiz gerekir. Evet, ihsan şuuruyla hareket eden biri, Allah’a iman edip O’nunla alâkalı yeterli bilgiye sahip olduğu, dolayısıyla da O’nu tanıdığı için öyle hareket ediyordur. Bu açıdan, ilme ve marifete bağlı olmayan hareket ve davranışlar ihsan sayılmayacağı gibi bu davranışlar samimi ve daimi de olamaz.
Burada bir noktayı izah etmekte fayda var: Bilgi, sadece kitap okunarak elde edilmez. Bilgi sahibi olmada kitap okumanın yeri şüphesiz çok büyüktür fakat tek yol o değildir. Ayrıca burada zikrettiğimiz bilgi ve ilimden maksat, Allah’ı bilmek ve tanımaktır. Yani ilim; Allah’ın varlığını, birliğini, yaratıcılığını, rızık verici olduğunu, her şeye gücünün yettiğini, yarattığı her şeyi Kendisinin devam ettirdiğini, her şeyi bilip görerek idare ettiğini bilmek demektir. Bu bilgiyi insan, anne babasından ya da daha başkalarından görmek ve dinlemek suretiyle elde edebilir. Hatta, Allah vergisi (vehbî) olarak da elde edilebilir. Marifet ise bu bilginin insanın kalbinde âdeta petek petek bal hâline gelmesi, içselleşmesi ve onun hayatına yön verecek bir tesire ulaşmasıdır. Hiç okumadığı, hatta okuma yazma dahi bilmediği hâlde marifet sahibi olan insanlar hiç de az değildir. Bunlar, Allah hakkındaki sathî bilgilerini tefekkür ve ibadetle marifet hâline getirmiş kimselerdir. Şayet marifette derinleşebilirlerse ihsan, aşk, şevk ve iştiyaka ulaşmaları mümkündür. Tabii, bu mertebe ve makamların hepsi her insanın kendi derecesine göre gerçekleşir.
130 Kehf sûresi, 18/84.