Yusuf sûresi, 12/6
وَكَذٰلِكَ يَجْتَبِيكَ رَبُّكَ وَيُعَلِّمُكَ مِنْ تَأْوِيلِ الْأَحَادِيثِ وَيُتِمُّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكَ وَعَلٰى اٰلِ يَعْقُوبَ كَمَۤا أَتَمَّهَا عَلٰۤى أَبَوَيْكَ مِنْ قَبْلُ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْحَاقَ إِنَّ رَبَّكَ عَلِيمٌ حَكِيمٌ
“İşte böylece Rabbin seni seçecek, sana te’vil-i ehâdîsi (rüya ve olayların tabirini) öğretecek ve daha önce ataların İbrahim ile İshak’a olan nimetini tamamına erdirdiği gibi, sana ve Yakup ailesine de nimetini tastamam verecektir. Çünkü Rabbin her şeyi hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.”
Rüya ve Hâdiselerin Yorumu (Te’vîl-i ehâdîs)
Âyette, “te’vîl-i ehâdîs” tabiri geçmektedir. Te’vîl-i ehâdîs denince akla ilk gelen mânâ, rüyaların yorumudur. Fakat o, sadece bundan ibaret değildir. Arapçada rüya tabiri mânâsına “ta’bîr-u rü’yâ” ifadesi kullanılmaktadır. Burada konu sadece rüyaların yorumundan ibaret olmayıp hâdiselere de şamil olduğu için “ehâdis” (hâdiseler) kelimesi seçilmiştir ki, bu aynı zamanda, her bir hâdisenin kendi diliyle anlattığı mânâları anlayıp ona göre yorum yapmak, olayların nereye gittiğini, sonunun nereye varacağını doğru okumak demektir. Diğer bir ifadeyle o, olaylar arası irtibatları fark edip onların verdiği mesaj ve ihtarları anlayabilmektir. Daha bugünden yarın meydana gelecek gelişmeleri görebilmek, geleceğe dair problemleri şimdiden sezip alternatif çözüm yolları ortaya koyabilmektir. Yapılan her tahmin ortaya çıkmayabilir; önemli olan, hâdiseleri doğru okuyabilmektir.
Te’vîl-i ehâdîs, aynı zamanda, hâdiselerin arkasındaki kader programını Kur’ân okur gibi okumaktır. Nitekim kâinattaki her şey, meydana gelen her hâdise bir âyettir. Biz, Allah’ın kelâm sıfatından gelen Kur’ân’ın âyetlerini tilavet ettiğimiz gibi, Allah’ın kudret ve irade sıfatlarından gelen kâinat kitabında da tekvinî âyetleri okuruz. Te’vîl-i ehâdîs, bu iki âyet çeşidini, bu iki kitabı beraber ve birden okumak demektir. Zaten Kur’ân, kâinat kitabını şerh etmektedir. Te’vîl-i ehâdîs, bir yönüyle, bu iki kitap arasındaki irtibat noktalarını keşfedip ortaya koymaktır.
Te’vîl-i ehâdîse muvaffak olabilmek için üç şeye ihtiyaç vardır:
Birincisi, hâdiselerin sevk ve idaresinin sadece Yüce Allah’ın elinde olduğuna, aksine ihtimal vermeyecek şekilde inanmak. Evet insan, hâdiseleri doğru görüp doğru yorumlayabilmek için, kâinatta tesadüfe yer olmadığına çok iyi inanmalı, rastlantı veya kendi kendine olma anlamındaki tesadüfün lügatlerde bulunmasından bile rahatsızlık duymalıdır.
İkincisi, hayatını şuurlu yaşamalı, gördüğü, duyduğu ve okuduğu şeyleri ve yaşadığı hâdiseleri bilgisayara yüklüyor gibi zihninde kayıt altına almalı, sonra onlardan bir neticeye ulaşmalıdır. Biz buna ilim ve hikmet peşinde olma diyebiliriz. Nitekim sûrenin etrafında döndüğü yörüngenin, hikmeti de içine alan ilim olması da bu gerekliliği destekler.
Te’vîl-i ehâdîs için gerekli olan üçüncü şey de ilhamdır. Rüya ve olayları yorumlamak biraz da ilhama açık olmaya bağlıdır. Esasında Allah dostları ilk iki maddeyi de ihmal etmeden meselenin daha çok bu tarafına bakarlar. Yani onlar varlık ve olayları değerlendirirken ilhama açık dururlar. Mesela İmam Rabbanî Hazretleri gibi;
“Ben ne geceyim ne de gecenin kulu;
Ben hakikat güneşinin boynu tasmalı kapı kuluyum. Bütün sözlerim o güneşten gelen haberden ibarettir.”43 derler.
Meseleyi kendilerine ve sebeplere bağlamazlar, hep ötelere açık durur, mânâya müteveccih yaşar ve kalbe doğacak ilhamları intizar ederler. Bu açıdan te’vîl-i ehâdîste kalbin saffet ve duruluğu çok önemlidir. Onun vehbî ilme44 dayanmasının sebebi de budur: Vehbî ilim, saf ve duru kalplere gelir.
Vehbî ilme mazhar büyükler hâdiselere bizim ufkumuzu aşkın çok farklı yorumlar yüklerler. Mesela Üstad Bediüzzaman Hazretleri sobasının patlaması,45 yağmurun-karın yağması,46 deprem47 gibi olaylardan hep bir mânâ çıkarır. Bu tür hususlarda biz de tahmin ya da tecrübeye dayalı şeyler söyleyebiliriz. Fakat o nazarı keskin zatların tevilleri gerçeğe çok daha yakındır. Bu, Allah’ın onlara vermiş olduğu vehbî ilmin bir neticesidir. Hazreti Yusuf’un rüya ve olayları yorumlama mazhariyetinde, kesben elde ettiği ilim ve tecrübelerin yeri olsa da, Allah tarafından kendisine bahşedilen vehbî ilmin rolünü de göz ardı etmemek gerekir. Yani o, hâdiselerin arka planlarını ve varacağı noktaları okurken bir taraftan kesbî ilmini, hayat tecrübesini, Mısır’da sarayda elde ettiği birikimi, diğer taraftan da peygamberlik firaseti şeklinde kalbine doğan ilhamları kullanmıştır.
Rüya yorumu herkesin yapabileceği ölçüde kolay bir şey değildir. Çünkü rüyalar sembolik motiflerle doludur. Rüya yorumlayabilmek için tecrübe birikiminden önce, rüyalarda görülen sembollerin mânâlarını bilmek gerekir. Bunun için de evvela Kur’ân ve Sünnet’i, onlarda yer alan remizleri, onların kâinata bakış açısını, hâdiselere getirdiği yorumları öğrenmek icap eder. Bunları bilmeyenin yaptığı yorumların sıhhatinden emin olunamaz. Diğer bir ifadeyle, rüya yorumlayabilmek için meşhur rüya yorumcusu İbn Sîrin gibi ibn esrar (fizik ötesine ait sırları bilen insan) olmak lazımdır. Sır erbabı olan Yusuf (aleyhisselâm) hem vehbî hem de kesbî olarak elde ettiği ilimle, rüya âlemlerine ait sembollerin dilini biliyor ve ona göre isabetli yorumlar yapıyordu.
Olayları yorumlama, onlardan hikmetli sonuçlar çıkarma, rüyalarda görülen misalî levhaları değerlendirme aslında genel olarak bütün peygamberlerde var olan bir özelliktir. Fakat peygamberlerin sahip olduğu diğer hususiyetlerde olduğu gibi bu hususta da hepsi aynı derecede değildir. Peygamber Efendimiz’in hususi konumu mahfuz, diğer peygamberler arasında Hazreti Yusuf bu mânâda öne çıkmaktadır. Bazen bir kimse, sahip olduğu özel bir fazilette, kendisinden üstün olan birinden daha ileride olabilir.
Peki neden Hazreti Yusuf bu özelliğiyle diğer peygamberlerin bir adım önündedir? Bunun pek çok hikmeti olabilir. O toplumda rüya yorumu revaçtaydı. Sadece Hazreti Yusuf değil, sûre boyunca görüldüğü üzere, kral başta olmak üzere daha başka şahıslar da hâdiseleri tevil ediyor ve rüya yorumuna önem veriyorlardı. Bu alanda üstün olan biri olmalıydı ki onlara sözünü dinletebilsin. İşte Hazreti Yusuf, bu özelliğiyle geldi, güçlü tevilleri ve isabetli yorumlarıyla insanların nazarını mânâya, öze ve metafiziğe çevirdi. Öyle ki hapishanedeki insanların onun bu özelliği vesilesiyle maddî âlemin ötesine açılıp Allah’a inanmaya başladıklarını rahatlıkla düşünebiliriz. Kralın Hazreti Yusuf’u yanına danışman olarak alması ve ataması da evvela onun yorumlarını beğenmesi sunucunda gerçekleşmişti. Böylece Hazreti Yusuf gaye-i hayalini gerçekleştirmek için fırsat ve imkânlar elde etti. Bu sayede bütün bir topluma söz söyleyebilme konumunu kazandı. Demek ki yorum kabiliyetinin yüksek olduğu o toplumda böyle güçlü bir yoruma, tevile ihtiyaç vardı. Hazreti Yusuf da o ihtiyacı karşılayacak donanıma sahipti.
Te’vîl-i ehâdîsin, peygamberlerin vasıflarından olan fetanetle de sıkı bir irtibatı vardır. Bu özellikleri sayesinde peygamberler hâdiselere daha geniş bir perspektiften bakar; bir durumun sebebini, gelişme şeklini, muhtemel neticelerini önceden kestirebilir ve ona göre alternatif yöntemler geliştirirler. Zira onlar Allah’ın verdiği firasetle nazar eder, O’nun nuruyla bakar, O’nun gördürmesiyle görürler. Yani te’vîl-i ehâdîsin, peygamberlerin ortak özelliği olduğu söylenebilir. Buradan hareketle, sûrenin başında Hazreti Yusuf’a (aleyhisselâm) te’vîl-i ehâdîsin öğretileceği beyan edilmekle, bir yönüyle onun gelecekte peygamber olacağına da işarette bulunulmuş olmaktadır. Özellikle onun bu yönüne dikkat çekilmek suretiyle, diğer peygamberlere bu yönüyle bir rüçhaniyetinin olacağı vurgulanmıştır.
Geçmiş Peygamberlerin Zikri
Âyette sadece Hazreti Yakub’un değil Hazreti İshak ve Hazreti İbrahim’in de zikredilmesinin hikmetleri vardır. Şöyle ki; bu peygamberler o coğrafyada bilinmekteydi. Getirdikleri mesajlar, yapmış oldukları tebliğ ve irşat insanların malumuydu. Bütün halk kabul etsin etmesin, hakkıyla takdir edilsin edilmesin, peygamber mesajları, bugün İslam’ın değişik coğrafya ve kültürlerde duyulmasına benzer şekilde yayılmıştı. Allah, Hazreti Yusuf’un sunacağı mesajların kabulü adına önceden böyle bir zemin hazırlamıştı. Atalarının peygamber olarak zikredilmesi, o gün gönüllerin Hazreti Yusuf’u (aleyhisselâm) kabulü adına bir referans olacaktı. O, tebliğini yaparken rahatlıkla şunu diyebilecekti: “Ben rastgele ortaya çıkmış, macera meraklısı bir insan değilim. Kendimden bir şey uydurmuyorum. Daha önce peygamber olarak vazifelendirilmiş babamın ve dedelerimin yolundan yürüyor, onların sunduğu mesajları sunuyor, onların anlattığı hakikatleri anlatıyorum.” Burada Hazreti İshak’ın zikredilip Hazreti İsmail’in zikredilmemesinin sebebi, Hazreti Yusuf’un Hazreti İshak’ın soyundan gelmiş olmasıdır. Efendimiz’in ataları ve Kureyş kabilesinin de bulunduğu bazı Araplar ise Hazreti İsmail’in neslinden geliyorlardı.
Kur’ân’da anlatılan peygamberlerin bazılarına kitap ya da sahife gönderilmiş, dolayısıyla onlar, yeni bir dönemin başlangıcı sayılmıştır. Ancak Hazreti Yusuf’a müstakil bir kitap ya da sahife inmemiştir. O, dedesi Hazreti İbrahim’in (aleyhimesselâm) şeriatıyla amel etmiştir. Bununla beraber, bir peygamber olması itibarıyla, Hazreti Yusuf’un hep Allah’ın emriyle hareket ettiği muhakkaktır. O, gerek vahiy gerekse ilham suretinde bazen açık bazen kapalı gelen emirlerle hayatını yönlendirmiştir. Böyle olmasaydı onun kadim inançların, putperestliğin hâkim olduğu eski Mısır’da yerleşip itibar görmesi ve bir inkılap gerçekleştirmesi söz konusu olamazdı. Diğer bir ifadeyle, emr-i ilahî ile hareket etmeseydi, ataları Hazreti İbrahim, Hazreti İshak ve babası Hazreti Yakub’un getirdiği dini yeni bir kültürün içinde o devre göre yorumlayamaz, dolayısıyla dinini halka kabul ettiremezdi. Evet, yeni bir şeriat getirmemişti ama atalarının getirdiği tevhid dinini o günkü konjonktürü ve halkın karakterini hesaba katarak temsil edip anlatmış ve büyük bir uyanış gerçekleştirmişti. Bütün bunları vahyin gölgesinde hareket ederek yapmıştı. İşte bu gerçeğin ifade edilmesi adına, onun peygamberliğinin vurgulanmasının yanında, hak dini kendilerinden tevarüs ettiği peygamber atalarının zikredilmesi önem arz eder.
Sûrenin ilk faslı burada Alîm ve Hakîm isimleriyle noktalanıyor. Bu fasıl ve faslın bu şekilde bitmesi bize berâat-i istihlal nevinden kıssanın kısa bir özetini sunuyor. Aynı zamanda sûrenin ilim ve hikmet etrafında döneceğinin işareti veriliyor.
43 İmam Rabbanî, el-Mektûbât, 1/124 (130. Mektup).
44 Vehbî ilim; insanın iradesi söz konusu olmadan, doğrudan Allah tarafından insana verilen ilimdir. Bunun zıddı, kesbî ilimdir ve insanın gayretleriyle elde edilir. Kalbe doğan ve dinin genel prensipleriyle çatışmayan ilhamlar, vehbî ilim çerçevesindedir. Bu, vehbî ilim sahiplerinin hiç gayret göstermeden ilim elde ettikleri mânâsına gelmez. Onlar kendilerine düşen gayreti gösterir ve âdeta gelecek olan ilme zemin hazırlarlar. Allah da onlara onların gayretlerinin çok üstünde, ummadıkları tarzda, ekstradan ilim verir. Gayrete terettüp eden kısmın ötesindeki bu ilim, vehbî ilimdir.
45 Bkz.: Bediüzzaman, Şualar, s. 482 (On Dördüncü Şua).
46 Bkz.: Bediüzzaman, Lem’alar, s.138 (On Altıncı Lem’a, Hatime, Üçüncü Sual).
47 Bkz.: Bediüzzaman, Sözler, s. 182 (On Dördüncü Söz, On Dördüncü Söz’ün Zeyli).