Yusuf sûresi, 12/67
وَقَالَ يَا بَنِيَّ لَا تَدْخُلُوا مِنْ بَابٍ وَاحِدٍ وَادْخُلُوا مِنْ أَبْوَابٍ مُتَفَرِّقَةٍ وَمَۤا أُغْنِي عَنْكُمْ مِنَ اللهِ مِنْ شَيْءٍ إِنِ الْحُكْمُ إِلَّا لِلهِ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَعَلَيْهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُتَوَكِّلُونَ
“Ve ‘Evlatlarım!’ diye ilave etti: ‘Şehre tek bir kapıdan değil de farklı kapılardan girin. Gerçi ben ne desem de Allah’tan gelecek takdirin önüne geçemem; çünkü hüküm, yalnız Allah’ındır. Onun içindir ki ben ancak O’na dayanır, O’na güvenirim. Tevekkül edecekler de başkasına değil; sadece ve sadece O’na güvenip dayansınlar.’”
Hazreti Yakub’un Stratejisi
Eskiden şehirler surlarla çevrili olduğundan, giriş çıkışlar için belli yerlerde kapılar bulunuyordu. Muhtemelen Mısır’da da böyle bir durum söz konusuydu. Tek bir kapıdan on tane görkemli, gösterişli insandan oluşan bir grubun girmesi dikkat çekebilirdi. Bu sebeple, temkin peygamberi olan Hazreti Yakup (aleyhisselâm), oğullarına şehre farklı kapılardan girmeleri tavsiyesinde bulundu.
Bu tavsiyenin hikmetlerinden bazılarını şu şekilde ifade edebiliriz:
Birincisi, bazı tefsirlerde de belirtildiği gibi Hazreti Yakub’un oğulları hem şekil ve suretleri hem de kılık kıyafetleri bakımından görkemli ve gösterişli olduklarından, daha önceki gelişlerinde melikin ve Mısır halkının dikkatini çekmişlerdi. Ayrıca Sami ırkına mensup kişiler olarak farklı renkte idiler. Mısır’ın yerlileri ise genellikle esmer renkli, kıvırcık saçlı Kıptilerdi. Dolayısıyla ikinci defa geldiklerinde onları görenler, nazar edip kıskanabilirlerdi. Ayrıca “On, on bir kardeş geliyor, o kadar malı alıp götürüyorlar, bu onlara fazla değil mi, nereye götürüyorlar bunları?” şeklinde dedikodular yayılabilirdi.
İkincisi, kısa aralıklarla birkaç defa topluca Mısır’a girmeleri ve Hazreti Yusuf ile yakından görüşmeleri, “Neden onlara farklı muamele ediyor?” gibi dedikodulara sebebiyet verebilirdi. Bu da Hazreti Yusuf’un (aleyhisselâm) makamını sarsar, itibarını zedeler ve kendisine olan umumi güveni tehlikeye sokabilirdi.
Üçüncüsü, Hazreti Yakup (aleyhisselâm), Bünyamin’e de Yusuf’a yaptıklarını yapabilecekleri endişesi ile onları birer ikişer dağıtmak, böylece tekrar yanlış bir işte ittifak etmelerine fırsat vermek istememiş olabilir.
Dördüncüsü, İsrailoğulları ileride Mısır’a girdiklerinde orayı mânen ihya edecek ve orada bir kısım yenilikler meydana getireceklerdi. Böyle bir hedefe yürümenin en güzel yolu da daha baştan makul hareket etmek, insanları endişeye sevk etmemek ve karşı cephe oluşturmamaktı. Bu sebeple toplu görünmemeleri, güç gösterisi olarak algılanabilecek pozisyonlara düşmemeleri gerekirdi. Sahip oldukları değerlerin kıymetini bilip onları yaşamakla beraber, her zaman insanlığın salah, emniyet ve barışını düşünenlerin zaten başka türlü davranmaları da mümkün değildi. Esasen Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), Mekke’ye farklı yerlerden girmeyi tercih etmesinde de bu türden bir hikmet olduğu anlaşılmaktadır. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mekke halkında korku, panik ve endişe oluşturmak istememiş, böylece onların sert bir şekilde karşılık vermelerinin önüne geçmişti.
Beşincisi, Mısır’a farklı kapılardan girmelerindeki esprinin gereği olarak, elbette ayrı ayrı yerlere yerleşeceklerdi. Bu, onların orada eda edecekleri misyonla alâkalı bir işaret de barındırır. Zira zamanla evlatları çoğalacak, teçhizat ve malları artacak ve her biri ayrı birer kabile olarak büyüyüp yayılacaktı. Öyle ki ileride İsrailoğulları adıyla Mısır’da büyük bir nüfus ve nüfuz oluşturacaklardı. Her bir kabile bir özelliğin, bir misyonun temsilcisi olacaktı. Ordudaki alaylar, taburlar gibi organize olacaklar ve bir bütünün tamamlayıcı unsurları olarak önemli görevler üstleneceklerdi. Tabii, bu durum aynı zamanda onların tam bir birlik oluşturamadıklarını, tek bir yapı olarak hareket edemediklerini de gösterir. Hazreti Musa’nın asâsını taşa vurmasıyla on iki su kaynağının fışkırması ve her bir kabileye bir kaynağın tahsis edilmesi de bu tespiti kuvvetlendirici bir işarettir. Bundan dolayı, ayrı ayrı durup ortak bir hedefe doğru hareket etmelerini sağlamak daha makuldü. Nitekim öyle de oldu. Çoğalıp yayılarak kendi inançlarını halka benimsetmeyi başardılar. Onların sayesinde Mısır diyarı, tevhid dinine teslim oldu.
Altıncısı, bu kadar kalabalık bir kardeşler grubunun aynı kapıdan girmeleri, bir tür kast sistemi içinde yaşayan Mısır halkını korkutabilir ve bu durum bazı kesimleri ileriye yönelik tedbir almaya sevk edebilirdi. Çünkü bir yerde nüfusu fazla olan toplulukların nüfuzları da kuvvetli olur. Bulundukları ülkede zamanla ağırlıklarını hissettirmeye başlar ve yönetim tarafından potansiyel tehlike olarak algılanırlar. Buna bağlı olarak da onlar üzerinde değişik planlar yapılır. Bu sosyo-politik durum bilhassa Mısır için geçerliydi. Çünkü Mısır yönetiminde, kendi kast sistemini koruma refleksi hâkimdi. Dışarıdan gelecek fazla nüfus bu sistemi bozabilirdi. Nitekim daha sonra bu hassasiyet kendisini devlet politikası şeklinde göstermeye başlamış ve zaman zaman Mısır’ın yerlilerinden olmayanlara karşı bir sindirme hareketine dönüşmüştür. İsrailoğulları’nın Mısır’da gördükleri zulmün altında, Mısırlıların Allah’a inanmalarının yanında devlet yönetimindeki bu idarî korku ve bu korkuya dayalı sindirme ve imha politikası yatıyordu. Kur’ân’daki ifadelere bakıldığında bu durum rahatlıkla görülebilir. Firavunun Hazreti Musa’ya verdiği tepkiye dikkat edilirse, idaresini ve memleketini kaybetme korkusuna kapıldığı görülür. Çünkü firavun, ceberut bir idare kurmuş, kendini de kendine ait kuruntu dünyasında ilahlık tahtına oturtmuştu.
İsrailoğulları, Hazreti Yusuf döneminden itibaren Hazreti Musa devrine kadar on iki kabile şeklinde devam etmiş ve Hazreti Musa zamanında güçlü bir topluluk hâline gelmişlerdi. Kur’ân’da torunlar mânâsına gelen esbât kelimesiyle bu yapıya işaret vardır. Yani asırlar boyunca oğullar, torunlar, boylar, oymaklar hâlinde büyüdükçe büyümüşlerdi. Bu yönleriyle firavun yönetimi tarafından tehdit olarak görülüyorlardı. Bu yüzden firavun, idaresini ve tebaasını kaybetme korkusuyla İsrailoğulları’nı öldürme, esir etme yoluyla bitirmek istiyordu. İşte bu türlü zulümlerin yaşanmaması için idarecilerdeki bu hassas duygunun, bazen paranoya derecesine çıkan bu korku damarının göz önünde bulundurulması gerekir. Bu açıdan Hazreti Yakub’un söz konusu tavsiyesi bütün zamanlar için fevkalade önemlidir.
Tabii bütün bu davranışlar temelde birer temkin ve tedbirin ifadesiydi. Her zaman temkinli hareket etmek icap ediyordu. İnsanları kıskandırmamak, hasede sevk etmemek, rekabet damarlarını tahrik etmemek için büyük değil, küçük ve sığ görünmek gerekiyordu. Sebepler dünyasında tedbir almak bir vazifeydi ama bu, alınan tedbirlerin, tedbir ve stratejileri aşan bela ve musibetleri önleyeceği anlamına gelmezdi. Bu sebeple âyetin devamında bütün sebep ve neticeleri yaratan Allah’a itimat vurgulanıp O’nun hükmüne rıza hatırlatılıyor.
Farklı kapılardan girip ayrı ayrı yerlerde mekân tutmak ve farklı işlerle meşgul olmak, aslında muhatapları rahatsız etmeme, onların haset ve düşmanlık duygularını tahrik etmeme adına tercih edilecek bir metottur. Hatta birlik ve beraberliğin düşmanca bakanları tahrik edeceği ve böylece bünyeye zarar vereceği durumlarda, bu mesele daha ileriye götürülüp zahiren birbirine muhalif ve parçalanmışlık görüntüsü bile verilebilir. Ancak bu son durum, beraberinde bazı riskler de getirir. Bir defa, herkesin aklı bunu kavrayamaz, kalbi kaldıramaz. Taktik olarak başvurulan bir şey gerçek zannedilir. İkinci olarak da araya girecek, bünyeye sızacak, tarafları birbirine vurduracak art niyetli kimseler çok olur. Bunların farkına varılamaz. Bu sebeple, zahirî bölünmüşlük ve muhalefet bir zaman sonra gerçek ayrılığa ve düşmanlığa dönüşebilir. Eğer bu tür riskler olmasaydı denebilirdi ki ortak gaye, beslenme kaynakları ve temel prensipler aynı olmak şartıyla ayrı ayrı durmak, fırka fırka hareket etmek ve birbirine muhalifmiş gibi görünmek daha isabetlidir. Ne var ki toplum böyle bir taktiği hazmedecek seviyede değildir. O yüzden, muhalif bir tavır sergilememek gerektiği gibi muhalifmiş gibi de görünmemeli. Bunun yerine, olabildiğince çok farklı sahalarda ve ayrı ayrı ünitelerde çalışmalı. Fakat her zaman ortak prensiplere göre hareket etmeli ve kardeşlik ruhu hep muhafaza edilmelidir. Prensip ve gaye birliği, kardeşlik ruhu muhafaza edilmezse ayrı ayrı kapılardan girmenin, farklı yerlerde bulunmanın bir mânâsı kalmaz. Zaten bu şekilde hareket edildiğinde esas maksat da hasıl olmaz.
Bu açıdan tebliğ ve irşat yolunda koşan insanlar, vazifelerini ayrı ayrı sahalarda fakat farklı metotlarla yapsalar da birbirleri hakkında suizan ve gıybete girmemeli, birbirlerinin aleyhinde olmamalı, hizmetlerini engellememeli ve hele asla birbirlerine düşmanca davranmamalıdırlar. Bediüzzaman’ın ifadesiyle herkes kendi mesleğinin, yolunun muhabbetiyle yaşamalıdır.133 Böyle olursa toplumu bölmek için fırsat kollayanlara gedik açılmamış ve birlik bütünlük içerisinde hedefe daha rahat yürünmüş olur.
133 Bkz.: Bediüzzaman, Lem’alar, s. 189 (Yirminci Lem’a).