Yusuf sûresi, 12/74-76
قَالُوا فَمَا جَزَۤاؤُهُ إِنْ كُنْتُمْ كَاذِبِينَ قَالُوا جَزَۤاؤُهُ مَنْ وُجِدَ فِي رَحْلِهِ فَهُوَ جَزَۤاؤُهُ كَذٰلِكَ نَجْزِي الظَّالِمِينَ فَبَدَأَ بِأَوْعِيَتِهِمْ قَبْلَ وِعَۤاءِ أَخِيهِ ثُمَّ اسْتَخْرَجَهَا مِنْ وِعَۤاءِ أَخِيهِ كَذٰلِكَ كِدْنَا لِيُوسُفَ مَا كَانَ لِيَأْخُذَ أَخَاهُ فِي دِينِ الْمَلِكِ إِلَّا أَنْ يَشَۤاءَ اللهُ نَرْفَعُ دَرَجَاتٍ مَنْ نَشَۤاءُ وَفَوْقَ كُلِّ ذِي عِلْمٍ عَلِيمٌ
“Görevliler: ‘Peki, yalancı çıkarsanız, cezası ne?’ dediler. Yusuf’un kardeşleri, ‘Cezası, şudur: Kap kimin yükünde çıkarsa ceza olarak o alıkonulur.’ İşte biz haksızlık yapanları böyle cezalandırırız! Yusuf, öz kardeşinin yükünden önce, öbürlerinin yüklerini aramaya başladı. Sonra su kabını kardeşinin yükünden çıkardı. İşte Biz Yusuf’a, kardeşini alıkoyması için böyle bir plan kurmayı öğrettik. Yoksa, kralın yasalarına göre kardeşini alması mümkün değildi; fakat Allah ne dilerse o olur. Biz dilediğimiz kimseleri pek üstün derecelere yükseltiriz. Her ilim sahibinin üstünde ondan daha iyi bilen biri vardır.”
Bünyamin Mısır’da Kalıyor
Görevlilerin, hırsızlığın cezasıyla alâkalı melikin kanunları dururken bunu Hazreti Yusuf’un kardeşlerine sormaları, ortada bir planın döndüğünü açıkça gösteriyor. Yoksa bu o görevlilerin düşünebileceği bir şey değildir. Bunu onlara mutlaka Hazreti Yusuf söyletmiştir. Hazreti Yusuf’un bundan maksadı ise hem Bünyamin’i yanında alıkoymak hem de Hazreti Yakub’un uyguladığı şeriatın Mısır’a girmesi için bir başlangıç yapmaktır. Hazreti Yakub’un şeriatına göre, hırsızlık yapan kimse, malını çaldığı kişinin yanında bir müddet hizmetçi ya da köle olarak alıkonulmaktaydı. Bu sürenin bir yıl olduğunu söyleyenler vardır. Böyle bir ceza, o günün şartlarında başka yerlerdeki ve Mısır’daki cezalara nispeten daha hafif olabilir. Bu yüzden bunun Mısır’da benimsenmesi zor olmayacaktır. Yusuf (aleyhisselâm) muhtemelen bunu da hesap etmiştir.
Âyetin zahirinden anlaşıldığına göre Yusuf (aleyhisselâm) aramayı bizzat kendisi yapıyor. Fakat yukarıda da ifade edildiği gibi bunu bir adamına ya da adamlarına da yaptırmış olabilir. Her kim yapıyorsa, planın anlaşılmaması için aramaya önce diğer kardeşlerinin yüklerinden başlıyor, sonra Bünyamin’in yükünü arıyor ve su kabını onun yükünden çıkarıyor. “Su kabını çıkardı.” derken kullanılan هَا zamiri müennes olduğuna göre bu su kabının melikin su kabı (suvâ) değil, Hazreti Yusuf’un koyduğu su kabı (sikâye) olduğu anlaşılır. Dolayısıyla münadiler başta “Kralın su kabını arıyoruz.” deseler de yüklerde bulunan şey kralın değil Hazreti Yusuf’un (aleyhisselâm) su kabıdır. Buna göre münadiler, kral derken muhtemelen Hazreti Yusuf’u kastediyorlardı. Çünkü o gün kendisi kral adına hareket ediyor ve Mısır’ın azizi olarak biliniyordu. Nitekim kardeşleri Hazreti Yusuf’a iki yerde “Ey Aziz!” diye hitap ediyorlar.137 Dolayısıyla olayın muhatabı ve hükmü verecek olan burada kral değil Hazreti Yusuf’tu. Hükmü de kardeşlerinin sözleriyle verecekti. Bu arada davaya konu olan kişi Bünyamin’di. O ise suçu ne üzerine alıyor ne de inkâr ediyordu. Sessiz bir şekilde olanları izliyordu.
Olan bitenlerin seyrine dikkatlice bakıldığında ortada herhangi bir haksızlık ve zulüm görünmüyordu. Ancak olayların baştan sona sırlı bir şekilde geliştiği de bir gerçekti. Fakat bu sırlar tamamen anlaşılmaz değildir. Zahirde gerçeğe ters gibi görünen bazı şeyler, kinaye, istiare ve tevriye gibi söz sanatlarıyla hikmete uygun şekilde yorumlandığında karşılıklı konuşmalar ciddi bir mantıkî zemine oturmaktadır. Bir yandan derin düşünmeyi gerektiren ince tedbirler alınmış ve hikmetli sözler söylenmiş, diğer yandan da yalana girilmemiş, yalan mânâsına gelecek sözlerden kesinlikle kaçınılmıştır.
Su kabının yüklere saklanıp sonra oradan çıkarılması, âyette bir plan ve tedbir olarak nazara veriliyor. Ardından da “Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır.” deniliyor. Büyük bir gerçeği ifade eden bu cümlenin, bir su kabının yüklere konulup çıkarılması gibi küçük bir hâdisenin arkasından gelmesi ne ifade ediyor? İlk bakışta bu iki şey arasındaki irtibat tam anlaşılmayabilir. Ancak Bediüzzaman Hazretlerinin de temas ettiği gibi,138 Allah’ın ilim ve icraatlarının büyük küçük her şeyi içine aldığını göstermek için bazen küçük şeylerle büyük prensipler ve hakikatler yan yana zikredilir. Bununla aslında Kur’ân’ın dört ana konusundan biri olan tevhid vurgulanmış olur. Kur’ân’a baştan sona bakıldığında bütün âyetlerin tevhid etrafında döndüğü rahatlıkla görülür. İster tevhid-i ulûhiyet isterse tevhid-i rubûbiyet olsun, her çeşidiyle tevhid nazara verilir. Burada su kabının saklanıp bulunması vesilesiyle Allah’ın birliği, her şeyin, her olayın O’nun ilmi dahilinde olduğu hatırlatılıyor. Böylece çok küçük bir olay üzerinden en büyük hakikate kapı açılıyor.
Ayrıca dikkat çekici bir nokta da şudur: Bünyamin’in Mısır’da alıkonulması, ardından kardeşlerin tekrar gelmeleri, en son Hazreti Yakub’un (aleyhisselâm) ailesiyle beraber gelip Mısır’a yerleşmesi ve orada tevhid dinini yaymaları gibi çok büyük olaylar, bu küçük olayın arkasından meydana gelmiştir. Zahirde öyle küçük ve sıradan bir hâdiseden böyle büyük neticeler elde edilmez gibi görünür. Ancak bütün bilenlerin üstünde her şeyi, her yeri, bütün zamanları bilen Allah, bazen böyle büyük neticeleri küçük şeylere bağlar. Böylece en cüzi şeyleri de en büyük icraatları da bildiğini, ilminin mutlak olup sınırlandırılamayacağını ifade eder. Ayrıca O (celle celâluhu), küçük sebeplerden büyük neticeler yaratır ki; bu neticelerin meydana gelmesinde görev alanlar, kendilerini olduklarından büyük görüp gurura kapılmasınlar.
Tarihî hâdiselere baktığımızda büyük hâdiselerin küçük gayretlere bağlı olarak geliştiğine dair pek çok örnek görebiliriz. Yüce Allah mini mini gayretleri almış, belli bir zaman sonra çok büyük bir faaliyete dönüştürmüştür. Mesela üç beş insan arasındaki tebliğ, eğitim ve hayır faaliyetleri, zamanla ülkelerin ilgisini çeken, toplumlar tarafından kabul gören bir harekete dönüşebilir. Daha ileride bir dünya meselesi hâline de gelebilir. Varılan neticeyle başlangıçtaki küçük hareketler arasında doğrudan bir irtibat kurmak ve doğru orantı aramak mümkün değildir. Fakat Allah çıkılan noktayı da gelinen safhayı da daha ileride ulaşılacak ufukları da siz daha yola çıkmadan bilendir. Her şeyi bilen Allah, ileride gerçekleşmesini murad ettiği büyük aydınlanmalar için önceden kalplere küçük ışıklar mahiyetinde ilhamlar verir ve adım adım geleceğe yürümeyi nasip eder.
Âyette كِدْنَا “Plan kurmayı öğrettik.” ifadesiyle Hazreti Yusuf’a bir plan öğretildiği, bir yol gösterildiği, bir çare sunulduğu belirtiliyor. كِدْنَا kelimesi ‘keyd’ kökünden gelir. Keyd, aslında “oyun, hile” demektir. Ancak bu hile, Türkçedeki “hile” mânâsında değildir. O, Allah’ın ilminin bir tecellisi olarak Hazreti Yusuf’a öğretilen bir plandır. Hazreti Yusuf, adım adım bu planı uyguluyor. Bu uygulama Hazreti Yusuf’a vahiy yoluyla da bildirilmiş olabilir, ilham yoluyla da. Bununla beraber كِدْنَا ifadesinden, planın vahiyle geldiği ihtimali daha güçlü görünmektedir. Demek ki Allah, arkasından gelecek büyük ve hayırlı neticeler için Hazreti Yusuf’a küçük bir plan uygulatıyor. Fakat burada sebepler planında Hazreti Yusuf’un fetanet ve firasetini de unutmamak gerekir. Allah’ın peygamberlere verdiği o akılları aşan firaset ve mantığı, Hazreti Yusuf’un icraatlarında da görüyoruz. O, kendine ait fetanet ve firasetiyle Allah’tan gelen vahyi alıp uyguluyor ve böylece en küçüğünden en büyüğüne kadar olaylar hikmet dolu bir örgü ve ahenkle ilerliyor.
Dikkat çekici diğer bir husus da Hazreti Yusuf’un icraatta bulunurken konumunu ve durumunu kimseye belli etmeden hareket etmesidir. En başta kendisinin kim olduğunu açıklasaydı belki de olaylar bu şekilde gerçekleşmeyecekti. Burada, yapılan işlerde usulüne göre hareket etmekle beraber, konum ve durumunu belli edip olayların seyrini olumsuz etkilememe gibi bir incelik görülüyor. Bir yandan şeffaf hareket tarzı, diğer yandan bazı şeylerin zamansız olarak ortaya dökülmemesi şeklinde hassas bir denge gözetiliyor.
Hazreti Yusuf ana-baba bir kardeşi Bünyamin’i yanında alıkoymasının, ileride beraber eda edecekleri misyonla yakından alâkası vardır. Çünkü Yusuf (aleyhisselâm) peygamber olacaktı, Bünyamin de onun misyonuna yardım edecekti. Peki, Hazreti Yusuf, Bünyamin’i yanına almak için neden böyle bir yola başvurmuştu?
Bu konuda şu mülahazalar akla gelebilir: Bir defa o dönemde böyle taktikler kullanılıyordu ve bunda o zamanki hükümlere göre mahzur görülmüyordu. Bu bir aldatma, yalan söyleme, iğfal etme değil, ileriye yönelik bir kısım maslahatlar için meşru dairede bir çare üretmekten ibaretti. Bu çareyi üretirken ciddi bir zarar da söz konusu olmuyordu. Zarar söz konusu olsaydı şeriat buna izin vermezdi. Bir kısım küçük sıkıntılar yaşansa da bu, gelecekteki büyük hayırlarla telafi ediliyordu.
Diğer yandan, açıktan dinin kurallarına aykırı olmayan bir işten maksat neyse, hüküm ona göre verilir. Hazreti Yusuf’un Bünyamin’i yanında alıkoymaktan maksadı onu köleleştirmek, bir daha babasıyla asla görüştürmemek değildi. O bir peygamberdi ve ileriye yönelik bir kısım genel fayda ve maslahatları hedefliyordu. Önce Bünyamin’i alıkoyacak, onu bulunduğu ortamdan kurtaracak, ardından bütün aileyi yanına çekecek ve bu yolla bütün ülkenin aydınlanmasını sağlayacaktı. Bunu yaparken kimseyi endişeye sevk etmeyecek, insanlarda huzursuzluk meydana getirmeyecekti. İşte böyle büyük maslahatlar için başvurulan taktik edalı çareler, o maslahata göre hüküm alıyor ve mahzurlu görülmüyordu.
Konu ile doğrudan alâkalı olmasa da burada özellikle Hanefi mezhebinde uygulanan hiyel (çareler/çözümler) meselesine temasta fayda mülahaza ediyoruz.
Hanefi mezhebinin imam ve müçtehitleri, çözümsüz kalan bazı meselelere çözüm bulma adına bazı yollara başvurmuşlar ve içinden çıkılamayan problemlere bilinen metotların dışında farklı fakat meşru yollarla çareler aramışlardır. Meselenin suistimale açık bazı yönleri olsa da bu, çözümü gereken ama normal yollardan bir türlü çözülemeyen meselelerde dinin genel prensiplerine aykırı olmayacak şekilde bir çözüm arayışıdır. Bu çarelere genel olarak hîle-i şer’iyye denir. Buradaki hîle kelimesinin Türkçedeki karşılığı çare, çözüm ve çıkış yoludur. Yoksa aldatma, yanıltma mânâsındaki hile değildir. Mesela dört karış büyüklüğünde boynuzu olan bir koçu kurban olarak adayan kişinin bu hayvanı bulamadığında ne yapacağı sorusu İmam Ebu Yusuf’a geldiğinde o, boynuzun çocuk karışıyla ölçülebileceğini söylemiştir. Burada ne bir aldatma ne de bir yanıltma vardır. Çünkü adak adayan kişi, karış kelimesini kullanmıştır ama kimin karışı olduğunu söylememiştir. Kelimenin herhangi bir kayıt koymadan mutlak olarak kullanılması, onun herhangi bir insan karışı olabileceği mânâsına gelir. Dolayısıyla bu bir çocuk karışı da olabilir. Böylece zor durumda kalan ve çare bulamayan bir Müslümana, dinî bir kuralı uygulamada kolaylık sağlanmış olur.
Bu muamele, başka değil sadece meşru neticeye meşru yollarla ulaşmanın farklı bir yoludur. İçinde aldatma ve yalanın olmadığı ama aynı zamanda maksadın yerine gelmesine yardımcı olan bir çözümdür. Hazreti Yusuf’un bu uygulaması da bu türden hile-i şeriyelerin meşruiyeti için kullanılan bir örnek olarak kabul edilmiştir. Malum olduğu üzere geçmiş peygamberlerin şeriatlarındaki uygulamalar, eğer Kur’ân ve Sünnet tarafından reddedilmemişse, bizim için de geçerlidir.
137 Yusuf sûresi, 12/78, 88.
138 Bediüzzaman, Şualar, s. 235 (On Birinci Şua, Onuncu Mesele).