Yusuf sûresi, 12/86

قَالَ إِنَّمَۤا أَشْكُو بَثِّي وَحُزْنِۤي إِلَى اللهِ وَأَعْلَمُ مِنَ اللهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ

Hazreti Yakup, ‘Dağınıklığımı, keder ve hüznümü sadece Allah’a arz ediyorum. Hem sizin bilemediğiniz birçok şeyi Allah tarafından vahiy yolu ile biliyorum.’ dedi.”

‘Hâlimi Allah’a Arz Ediyorum!’

Etrafındakilerin ithamlarına maruz kalan Hazreti Yakup (aleyhisselâm), hâlinin anlaşılamaması karşısında her hâlini gören bilen Allah’a yöneldi ve “Dağınıklığımı, hüznümü Allah’a şikâyet ediyorum.” dedi. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle Hazreti Yakub’un bu tavrı, Allah’ı kullarına şikâyet değil kendi hâlini Allah’a şikayettir.143 Bu dua aynı zamanda sabr-ı cemilin de bir yönünü teşkil etmektedir.

Âyetteki بَثَّ kelimesinin, şiddetli hüzün dışında, yaymak, sermek, dağıtmak mânâsı da vardır. İnsana nispet edilip masdar hâlinde kullanılınca ise kalbî ve ruhî dağınıklık mânâsına gelir. Yakup (aleyhisselâm), bu kelimeyi kendisi için kullanmışsa da bizim Allah’ın o seçkin kuluna ‘dağınık’ dememiz doğru olmaz. Çünkü bu, onun Rabbiyle arasındaki münasebetle alâkalıdır. Peygamberler ve diğer büyükler, Allah karşısında derin bir muhasebeye girerler. Bütün hâllerini Allah’a arz eder ve içli içli O’na yalvarırlar. Bu esnada kullandıkları ifadelerle âdeta kendilerini yerden yere vurabilirler. Allah ile olan irtibatlarına bağlı olarak kendileri hakkında ağır ifadeler kullanabilirler. Fakat biz o muhasebe, sorgulama ve arz-ı hâl ifadelerini alır aynen onlar için kullanırsak hem onlara hem de onların Allah’la münasebetlerine karşı saygısızlık etmiş oluruz.

Mesela Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Tâif dönüşü yaptığı o içten tazarruda kendini Allah’a nasıl arz ediyor! Nasıl “Allahım, güçsüzlüğümü, zaafımı ve insanlar nazarında hakir görülmemi Sana şikâyet ediyorum.” diyor.144 Şimdi oradaki ifadeleri alıp Allah Resulü hakkında kullanarak, –hâşâ– ona dağınık, zayıf, dayanıksız demek insanı baş aşağı götürür. Çünkü bu ifadeler tamamen onun Allah’la arasındaki münasebetle alâkalıdır. O, başka değil bu ifadelerle Allah’a yalvarmış, içini dökmüş, bu ifadelerle soluklanmış, rahatlamış, bu ifadelerle teselli olmuş ve inşirah bulmuştur. Öyleyse Allah’ın seçkin kulları olan peygamberlerin Allah’a arz-ı hâlde bulunurken kullandıkları ifadeler hakkında çok dikkatli ve dengeli düşünüp konuşmamız gerekir. Onlar hakkında söyleyeceğimiz her sözü endazeden geçirmemiz icap eder. Üstad Hazretlerinin de dikkat çektiği üzere, bir sözü kim, kime, niçin ve hangi makamda söylemiş, bunları nazar-ı itibara alarak düşünmemiz gerekir.145 Sadece büyükler için değil sıradan insanlar hakkında da bu saygı ve hüsnüzan korunmalıdır. Yani bir kul, Allah’a karşı hâlini arz ederken kendini hırpalayan, yerden yere vuran sözler kullanabilir. Peygamberlerin kendileri için söyledikleri sözleri alıp kendisi hakkında kullanabilir. Hatta kendisini bir merkep seviyesinde görmeyebilir, şahsına kelp nazarıyla bakabilir. Fakat başkası o insan hakkında bu kelimelerle konuşsa hem ayıp hem de gıybet etmiş olur.

Peygamberler ve diğer büyükler, hâllerini Allah’a şikâyet ettikleri zaman bunu, gayretullaha dokunsun da birilerinin başına felaket gelsin diye de yapmazlar. Onlar kendilerini sorgular, kendileriyle yüzleşir ve nefis muhasebesi yaparlar. Eğer neticede bu dua ve yalvarışlar gider gayretullaha dokunursa, arş-ı izzet gayrete gelir de insanların başına belalar yağmaya başlarsa o ayrı bir meseledir. Fakat bir peygamber, şahsına yapılan eza ve cefadan dolayı ümmetinin helakini istemez. Aksine o, rahmeti gazabını geçmiş olan Allah’ın rahmetiyle tecelli etmesini ister. İnsanlar için hidayet, adalet ve istikamet talep eder. Fakat insanlar sözden, hâlden anlamıyor, taşkınlıklarına devam ediyor, bir türlü ıslah olmaya yanaşmıyorlarsa işte o safhada peygamber meseleyi Allah’a bırakır. İnsanların şerrinden, olayların dehşetinden O’na sığınır.

Bizim gibi sıradan insanlar, büyükler gibi dayanıklı ve sabırlı değiliz. Bize iki tokat vursalar tahammül edemeyebiliriz. Ancak o büyük kâmetler, çarmıha gerildiklerinde bile “Sana geliyorum Rabbim!” diyerek ölümün yüzüne gülerek giderler. Nesimî gibi;

“Başıma koy erre neccar,

Sen’den dönmezem!” derler.

Bu yüzden onların yaptıkları duaya, biz onlardan daha muhtacız. Onların dualarını aynen alıp biz de içimizi öyle seslendirebiliriz. Yakup (aleyhisselâm) gibi “Allahım, dağınıklığımı ve tasamı Sana şikayet ediyorum!” diyebiliriz. Efendimiz gibi “Allahım, güçsüzlüğümü, zaafımı ve insanlar nazarında hakir görülmemi Sana şikâyet ediyorum!” diye iç dökebiliriz.

Hazreti Yakup, oğlu Yusuf’un arkasından senelerce hazin hazin ağladı. Belki bir peygamberin bu kadar hüzünlenip ağlamasını yadırgayanlar olabilir. Fakat bilinmelidir ki bu onun için asla bir kusur ve eksiklik değildir. Nitekim Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem), oğlu İbrahim’in vefatında hüzünlenmiş, ağlamış ve ardından “Göz yaşarır, kalp mahzun olur. Ancak şu dil, Allah’ın hoşnut olmayacağı bir şeyi söylemez.” buyurmuştu. Hazreti Yakup da ne kadar kederlenip ağlasa da hâlini Allah’a şikâyet etmiş, kendini sorgulamış ve hep O’nun takdirine razı olmuştur. Âyette de görüldüğü gibi yaptığı şey en fazla ‘yâ esefâ’ demekten ibarettir. “Âh Yusuf!” demiş inlemiş, bundan daha öte bir söz sarf etmemiştir. Aslında daha evvel de arz ettiğimiz gibi Hazreti Yakub’un hüznü, daha ziyade misyonu hesabına bir hüzündür.

Ne geçmiş peygamberlerin ne de Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) getirdiği hükümlerde musibetler ve ölümler karşısında göğsüne dizine vurarak dövünmek, saçını başını yolmak, bağırıp çağırmak ve ağıt yakmak yoktur. Bugün hâlâ bu tür cahiliye âdetlerinin devam ettiği yerler vardır. Ölen birinin ardından oturup, “Kaşı şöyleydi, gözleri böyleydi, henüz yirmi yaşındaydı, daha dün bir çocuktu, kucağımıza alıp severdik, sen değil ben ölmeliydim!” şeklinde Allah’a karşı şikayet kokan ağıtlar yakar, ellerini göğüslerine, kafalarına vurur ve bir mümine yakışmayacak hâller sergilerler. Hâlbuki bir mümin, ölüm ve diğer musibetler karşısında Allah’a tevekkül eder, dişini sıkıp sabreder ve asla hafifmeşrep davranmaz, şikayet kokan sözler sarf etmez. İmanıyla, vakarıyla dimdik durarak etrafına güven verir, sabır telkin eder.

Bir insanın, evladını kaybettiği hâlde sağlam bir duruş sergilemesi, yutkunup durması, derdini Allah’a açması, ölen evladının acısından dolayı diğer evlatlarını kırmaması, onları kaybetmemeye çalışması gibi hâl ve davranışlar, onun için öyle büyük faziletlerdir ki hadiste de ifade buyurulduğu üzere insana yüz şehit ecri kazandırır.146 Yakup (aleyhisselâm), peygamber olmanın yanında işte böyle bir derinlik de taşıyordu. Bir evladı kaybetmekten çok daha fazla acı ve ızdırap veren musibetler sarmalı içinde bulunduğumuz şu zaman diliminde, Cenab-ı Hak, bize de aynı ruh hâletini lütfeylesin!

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Hazreti Yakub’un hüznü sadece evlat hasretine matuf değildi. Onun esas derdi, Hazreti İbrahim’den tevarüs ettiği emaneti bırakacak birini kaybetmiş olmasıydı. Emaneti taşıma ve emin ellere teslim etmenin derdini taşıyordu. Aynı şeyler bizim için de geçerlidir. Din bir emanettir. O, en başta Allah Resulü’ne, sonra Raşit Halifelere, ardından asırlara ışık tutmuş diğer zatlara, son devirde de çağın sözcüsü Bediüzzaman’a ait bir emanettir. Bu aziz emanete gelebilecek en küçük bir zararın, sinelerde çok derin bir yara gibi hissedilmesi lazım. Günümüzde böyle bir hassasiyetin kalplerde yeterince hissedildiği söylenemez. Merhum Mehmet Akif bu duygulara şöyle tercüman olur:

“Hey sıkılmaz, ağlamazsın bari gülmekten utan.

…………..

Zevke dalmak şöyle dursun, vaktiniz yok mateme;

Davranın, zira gülünç olduk bütün bir âleme.”

Evet ağlamayanlar utansın, gülenler de gitsinler ağızlarına bir fermuar vursunlar!..

Âyetin sonunda Hazreti Yakup (aleyhisselâm), “Allah’ın bildirmesiyle sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum.” diyor. Demek ki kendisine gelen, gösterilen bir şeyler vardı. Ona Hazreti Musa’ya gelen vahiy gibi bir vahyin gelip gelmediğini bilmiyoruz. Fakat vahy-i gayr-i metlüv dediğimiz ilham, yönlendirme şeklinde bazı esintiler, bilgiler gelmiş, Allah onu farklı şekilde yönlendirmiş olabilir. Bundan dolayıdır ki bazı şeyleri seziyordu. Çünkü baştan beri olaylar esrarengiz şekilde gelişiyordu: Yusuf gidip dönmüyor, bir kurdun onu yediği söyleniyor ama kanlı gömlek hiç parçalanmamış olarak geliyor, daha sonra Bünyamin esrarengiz bir şekilde gidip Mısır’da kalıyor, ayrıca Yusuf’un dikkat çeken sırlı davranışlarından bahsediliyordu. Hazreti Yakup bütün bu olup bitenlerden şüpheleniyor ve bir şeyler bekliyordu. Bu beklentisini عَسَى اللهُ أَن يَأْتِيَنِى بِهِمْ جَمِيعًا “Ümidim var ki Allah kaybettiklerimin hepsini tekrar bana lütfedecektir.” ifadeleriyle seslendiriyordu. Zira o, sıradan bir insan değil, bir peygamberdi ve peygamber firasetiyle hareket ediyordu.

Yüksek firaset sahiplerinin, engin sezgilerinin yanında, hâdiseleri kavrayıcı, kuşatıcı değerlendirmeleri vardır. Hazreti Yakup da te’vîl-i ehâdîste bulunup olan biten şeyleri yorumlayıp değerlendiriyordu. Demek ki yorumlama özelliği onun genlerinde vardı, ondan Yusuf’a (aleyhisselâm) geçmiş ve onda inkişaf etmişti. Evet o, hâdiselerin çehresinde kim bilir nice sırlar okuyor, ne mânâlar seziyordu. Fakat her şeyin bir vaktinin olduğunu da biliyor, bir “yâ Sabûr!” çekiyor ve zamanın çıldırtıcılığına karşı sabrediyordu. Zamanın çıldırtıcılığı tabiri bize şunu anlatır: Allah’ın vaadi vardır. Kur’ân-ı Kerim’de değişik âyetlerde de ifade buyurulduğu gibi, şunu yaparsanız şu olur, bunu yaparsanız bu olur deniliyor. Fakat bunun için bir takvim verilmiyor, zaman tayin edilmiyor. Bu yüzden yapılması gerekenleri yapıp intizara geçiyorsunuz. Size düşeni eda edip gerisini Allah’a havale ediyor ve beklemeye koyuluyorsunuz. “Meded yâ Râb!” diyor ve intizar-ı subh-u dîdâr147 ediyorsunuz!


143 Bediüzzaman, Lem’alar, s.162 (On Yedinci Lem’a).

144 İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 1/211-212; İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 2/266-269; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 3/136. Hâdisenin bazı kısımları için bkz.: Buhârî, bed’ü’l-halk 7; Müslim, cihâd 111.

145 Bkz.: Bediüzzaman, Sözler, s. 467 (Yirmi Beşinci Söz, İkinci Şule, Üçüncü Nur).

146 İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 7/73; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, 5/74.

147 Gülyüzlü sultanın, pırıl pırıl ışık saçan edasıyla çıkıp geleceği zamanı beklemek.

-+=
Scroll to Top