Yusuf sûresi, 12/89-90

قَالَ هَلْ عَلِمْتُمْ مَا فَعَلْتُمْ بِيُوسُفَ وَأَخِيهِ إِذْ أَنْتُمْ جَاهِلُونَ ۝ قَالُۤوا أَئِنَّكَ لَأَنْتَ يُوسُفُ قَالَ أَنَا يُوسُفُ وَهَذَۤا أَخِي قَدْ مَنَّ اللهُ عَلَيْنَۤا إِنَّهُ مَنْ يَتَّقِ وَيَصْبِرْ فَإِنَّ اللهَ لَا يُضِيعُ أَجْرَ الْمُحْسِنِينَ

“Artık zamanı geldiğini düşünerek Yusuf: ‘Siz, Yusuf ile kardeşine yaptığınız cahilce muameleyi hatırlıyorsunuz değil mi?’ dedi. ‘Aa! Sen, yoksa sen Yusuf musun?’ dediler. O da: ‘Evet ben Yusuf’um, bu da kardeşim! Bunca şey yaşadıktan sonra Allah bizi lütfuna mazhar etti. Şu kesindir ki, kim takva dairesine girer ve başına gelenlere sabrederse, Allah da böylesi iyilik yapan ihsan ehlinin mükâfatını asla zayi etmez.’”

Adım Adım Tanışmaya Doğru

Hazreti Yusuf, kendilerine ve ailelerine zarar dokunduğunu söyleyerek kendi perişanlıklarını arz eden kardeşlerine artık gerçekleri açıklama zamanı geldiğini düşünüyordu. Zira çok aciz ve muhtaç durumdalardı. Özür ve tevbeye hazır hâle gelmişlerdi. O da onlara kendini tanıtmaya başlayacaktı. Fakat bu arada onlara mazeret olarak bir açık kapı bırakarak “Cahillik yapabileceğiniz bir yaşta, çocukluk hâlinizde, Yusuf’a ve onun kardeşine bilmeden neler yaptınız?” dedi. Onları utandırmak istemiyor ve “Bilmeden yaptınız.” diyordu. Yani daha çocuktunuz, ehil değildiniz, doğruyu yanlışı birbirinden ayıramıyordunuz. Hazreti Yusuf’tu bu! Konuşunca öyle konuşurdu. Ayıplarını yüzlerine vurmazdı. Kardeşleri o âna kadar Hazreti Yusuf’u tanımamış, o kadar gelip gitmelerine rağmen Mısır’ın yerlileri olan Kıptilerden onu ayırt edememişlerdi. Aslında onu bazı ipuçlarından yola çıkarak tanıyabilirlerdi. En azından şüphelenmeleri gerekirdi. Belki yöresel kıyafetler içerisinde olduğundan onu tanımamış olabilirler. Fakat bundan ziyade meselenin psikolojik yönü ağır basıyordu. Zira onların dertleri başlarından aşkındı. Tek meseleleri vardı; o da erzak alıp memlekete dönmekti. Sadece buna yoğunlaşmışlardı. Başka şeyleri detay sayıyor ve onlara dikkat etmiyorlardı. Bu sebeple azizin Hazreti Yusuf olabileceğini hiç tahmin edememişler, bundan şüphe bile duymamışlardı. Günümüze gelene kadar Kur’an-ı Hakîm’in derli toplu pikolojik bir tefsiri yapılabilmiş olsaydı, bu ve benzeri söz ve davranışların psikolojik temellerini daha iyi görme imkanımız olacaktı. İnşaallah, bu zamana kadar yapılamayan çalışmalar bundan sonra yapılır ve biz de istifade ederiz. Zira bu, Kelâmullah olan Kur’an’ın hakkı, Kur’an talebelerinin de vazifesidir.

Hâdiseler, geçmişten günümüze birbirine benzer şekilde cereyan ettiğinden, onlarda her asra olduğu gibi günümüze de ilham olacak şeyler vardır. Bu yüzden onlara alıcı bir gözle ve ibret nazarıyla bakılmalı, onlar vesilesiyle gelecek olan ilhamlara açık durulmalıdır. Bu açıdan bakılırsa Hazreti Yusuf ile kardeşlerinin yaşadığı her bir olayda günümüzle örtüşen bazı yönler bulunabilir. Onları görebilirsek işte o zaman Kur’ân’dan gerektiği ölçüde istifade etmiş oluruz. O olaylara bizimle alâkası olmayan, geçmişte olup bitmiş hâdiseler nazarıyla bakarsak, onlardan ne ders alabiliriz ne ibret ne de ilham. Bu açıdan Kur’ân’a vicdanla yönelip onun ne anlattığını anlamaya çalışmamız gerekir ki içten gelerek “Kur’ân, tam bana/bize göre!” diyebilelim. Bunu diyemiyorsak, ona çok uzaktan bakıyor ve onu geçmişte inmiş, o dönemin insanlarının problemlerini çözmüş yabancı bir kitap gibi değerlendiriyoruz demektir. Doğrusu bu, değerlendirme kelimesi ile ifade edilemeyecek kadar yanlış bir bakış açısıdır. Âlemlerin Rabbi Allah’ın evrensel bir mesaj olarak gönderdiği Kur’an-ı Azîmüşşan, bundan fersah fersah uzak bulunmaktadır.

Yusuf sûresini okurken, herkesin kendisini Yusuf gibi görmesi, “Ben bir Yusuf’um!” demesi lazım. Arada sadece peygamberlik farkı vardır. “Ben peygamber değilim ama bir insan olarak onun taşıdığı duyguları taşıyorum, onun çektiklerini hissediyorum. Ben bir Yakub’um, onun acılarına ortak oluyorum, yıllarca çektiği evlat hasretini paylaşıyorum. Ben bir Bünyamin’im, Yahuda’yım, Rubin’im, ben şuyum, ben buyum diyerek Kur’ân’da anlatılan o şahıslarla içte bir buluşma olmazsa onların yaşadıkları hissedilmez, onlara hep uzaktan bakılır, o kıssalar Shakespeare’in anlaşılması zor bazı hikâyelerine döner ve okuyana bir şey kazandırmaz. Hâlbuki Kur’ân kıssaları ve o kıssalardaki şahıslar insanlığın serüvenini anlatır. Hayatla uyum içindedir. Hakikattir, hayal değildir. Bundan dolayıdır ki Kur’ân’ı anlamak için toplumun içinde bulunmak, insanlarla iç içe yaşamak, zorluklarla yaka paça olmak ve böylece meydana gelen olayları doğru okumak gerekir. Fakat Üstad Hazretlerinin de üzerinde durduğu “sathî nazar” meselesi, asrın insanını Kur’ân’ı anlamaktan uzaklaştırmış ve ona çok şey kaybettirmiştir.151 Kur’ân’dan uzaklaştıkça hayatın her tarafında bulunma gibi bir misyon bırakılmış, bu kısır döngü nihayet Kur’ân’a yabancılığı beraberinde getirmiştir.

Hazreti Yusuf’un, kendisi için muhsin sıfatını kullanması, kendi makamına uygun bir vasıflandırmadır. Çünkü o, nefsini günahlardan uzak tutup tezkiye etmiş nefs-i mutmainne sahibi bir zat olarak, kendisi hakkında böyle diyebilir. Bu bir tahdis-i nimettir. Yani Allah’ın kendisine bahşettiği nimetleri ilan edip anlatmaktır. Kur’ân’da diğer peygamberlerin de bazen Allah’ın kendilerine olan lütuflarını zikredip tahdis-i nimette bulunduklarına şahit olunur.


151 Bkz.: Bediüzzaman, İşârâtü’l-i’câz, s. 90, 91, 113; Sözler, s. 148, 496.

-+=
Scroll to Top