Yusuf sûresi, 12/93

اِذْهَبُوا بِقَمِيصِي هٰذَا فَأَلْقُوهُ عَلٰى وَجْهِ أَبِي يَأْتِ بَصِيرًا وَأْتُونِي بِأَهْلِكُمْ أَجْمَعِينَ

“Şu gömleğimi alın, babamın yanına varıp yüzüne sürüverin, o zaman gözü açılacaktır! Sonra da bütün aile efradınızı toplayıp yanıma gelin!”

Hazreti Yusuf Gömleğini Babasına Gönderiyor

Hazreti Yusuf’un (aleyhisselâm) babasına gönderdiği gömlek ile ilgili olarak, onun Hazreti İbrahim’den kalma gömlek olduğu, Hazreti Yusuf’un Mısır’a giderken onu yanında bir muska gibi taşıdığı yönünde bazı rivayetler vardır.158 Menkıbe şeklinde nakledilen bu rivayetler muhtemelen Eski Ahit’ten ya da Talmut’tan alınmıştır. Kur’ân ve Sünnet-i Sahiha’da bu konuda bir bilgi bulunmadığından ve meselenin tahkiki de mümkün olmadığından dolayı böyle durumlarda hâdiseye ihtiyatla yaklaşmak; herhangi bir iddiada bulunmamak ve mülahaza dairesini açık tutmak en iyisidir. Nitekim müfessirlerimiz de bu ve benzeri konulara genellikle ihtiyatla yaklaşmışlar ve “Rivayet edilmiştir ki…” ifadesini kullanmayı âdet hâline getirmişlerdir.

Bir gömleğin kapanmış göze sürülmesiyle gözün açılması nasıl mümkün olur? Bu bir mucizedir, olağanüstü bir olaydır. Doğrudan Cenab-ı Hakk’ın kudretiyle olmuştur. Sebeplerle izahı çok mümkün değildir. Böyle bir şey sıradan insanlarda yaşansa buna Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle ‘ikrâm-ı ilahî’, Allah dostlarının elinde meydana gelirse ona ‘keramet’ denir.159 Peygamberlerin eliyle olunca da ‘mucize’ olarak adlandırılır. Mucize ve keramet gibi olağanüstü olayları anlamada bize yardımcı olacak pek çok hâdise meydana gelir/gelmektedir. Mesela dua edildiğinde baş veya diş ağrısı geçebiliyor. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) değişik ağrı ve sızılara karşı hep dua tavsiyesinde bulunmuş ve çoğu zaman bu ağrılar şifa bulmuştur. Mesela elinizi ağrıyan yere koyuyorsunuz ve اَللَّهُمَّ رَبَّ النَّاسِ مُذْهِبَ الْبَأْسِ اِشْفِ أَنْتَ الشَّافِي لاَ شَافِيَ إِلَّا أَنْتَ شِفَاءً لاَ يُغَادِرُ سَقَمًا “Ey insanların Rabbi, ey sıkıntıları gideren Allahım, bana şifa lütfet, zira Sen şifa verensin, Senden başka şifa veren yoktur. Hem öyle şifa ver ki geride hiçbir rahatsızlık kalmasın”160 şeklinde dua ediyorsunuz ve ağrınız sızınız geçebiliyor.

Burada Üstadın verdiği ölçüyü unutmamak lazım. Onun yaklaşımıyla hastalığın kendisi duanın önemli bir sebebidir. Hastalığının kalkması için dua eden kimse, duasıyla adeta duanın kendisini kaldırmak istemektedir. Oysaki dua ile dua kaldırılmaz. Bazen de Cenab-ı Hak sürekli dua etmemizi istediği için hemen şifa vermeyebilir.161 Dua ile alâkalı bu mülahazalara sahip olsak da bunları duadan önce değil duadan sonra düşünmek gerekir. Çünkü duadan önce bunları düşünmek, tam bir konsantre içerisinde dua etmeye mani olur. Hâlbuki dua esnasında konsantrasyon çok önemlidir. Bu sebeple, Efendimiz’in buyurduğu gibi hasta kimse el ağrıyan yere konmalı ve tam bir konsantrasyon içinde, yürekten, beynin nöronlarının harekete geçtiğini duyarcasına dua etmelidir.162 Böyle olduğu takdirde Allah’ın izniyle en onulmaz hastalıklar bile şifa bulur. Bazen olur ki ibadetlere, yapılan hizmetlere mâni durumlar olur, tam konsantre ile dua edilir, Allah hemen onları bertaraf eder. Tıbben ya da fiziken izahı mümkün olmasa da bunlar birer vakadır ve bugüne kadar kim bilir kaç defa yaşanmıştır. Neden olmasın ki! Nitekim insanın bedeniyle ruhu arasında sıkı bir irtibat vardır. Ruha ait bir sıkıntı bedene vurabildiği gibi bedendeki arızalar da ruha tesir eder. Bugün sıkıntı, stres ve anguazların insanın fizikî yapısı üzerinde meydana getirdiği arıza ve hastalıklar inkâr edilemez. Öyleyse meseleyi ruh beden beraberliği içinde değerlendirmek gerekir.

Hazreti Yakub’un (aleyhisselâm) şifa bulmasını da belki ruh beden etkileşimi içerisinde değerlendirmek mümkündür. Fakat burada olağanüstü bir olaydan bahsediliyor. Bir gömlek vesilesiyle, daha önce kapanmış bir göz açılıyor. Bunun tıbbî açıdan sebeplerle izahı çok zor görünüyor. Beden ve ruhun irtibatı açısından da mesele yoruma açık duruyor. Fahreddin Razî’nin, gömleğin gelmesiyle Hazreti Yakub’un (aleyhisselâm) inşirah duyması ve bu inşirah sayesinde gözlerinin açılması şeklinde yaptığı izahlar163 da zorlamalı bir yorum gibi görünüyor. O yüzden, mucize deyip meselenin oluş şeklini Allah’a havale etmek gerekir. Fakat işin keyfiyetini Allah’a havale etmek, giyilmiş gömlek ile görmeyen gözün açılması arasındaki irtibatı araştırmaya, bu konuda yeni bir şeyler ortaya çıkarmaya çalışmaya mâni değildir. Burada dikkat çeken husus, mucizenin oluş keyfiyetini ısrarla maddî bir kısım şeylerle izah etmeye kalkmamak, zorlama yorumlara girmemektir. Bu, Allah’ın kudret tecellisiyle meydana gelmiş bir mucizedir. Hazreti Yusuf, Allah’tan gelen bir vahiyle gömleği babasına göndermiş, Hazreti Yakub’un gözleri de onu sürer sürmez, ameliyat yapılmış gibi mucizevî bir şekilde açılmıştır.

Mısır’a Davet

Bütün gerçekler ortaya çıktıktan sonra Yusuf (aleyhisselâm), Mısır’dan Kenan’a, ailesinin yanına gitmiyor; aksine ailesini Mısır’a getiriyor. Psiko-sosyal açıdan bunun sebep ve hikmetleri üzerinde durmak gerekir. Şu mülahazalar akla gelebilir: Daha önce de üzerinde durduğumuz üzere, Mısır’ın idare ve toplum yapısı içinde bir kast sistemi vardı. Dışarıdan gelen insanları kabul edip kendilerinden biri olarak görmeleri kolay değildi. Hazreti Yusuf’un ise orada bir kredisi, itibarı vardı. Bu krediye rağmen, Kenan’a gidip gelmesi idarî yapıda ve toplumda şüphe uyandırabilirdi. İdarî refleksle hareket edip, nerelere ve neden gittiğini, kimlerle görüştüğünü sorgulayabilirlerdi. Hem oradan çıktığında bir daha oraya dönebilir, gelip eski konumuna sahip olabilir miydi? Bu tür durumlardan dolayı Hazreti Yusuf hep onların gözünün önünde olmayı tercih etmişti.

Diğer yandan onların, görkemli, göz alıcı, aynı zamanda ilim irfan sahibi bir aile olarak Mısır’a yerleşmeleri, Mısırlıların Hazreti Yusuf hakkındaki kanaatlerini pekiştirmeye vesile olmuştur. Yani onun soyu, nesebi bilinmeyen meçhul biri olmadığını, asil bir soydan geldiğini bu vesileyle görmüşlerdir. Hazreti Yusuf’un Kenan’a gidip gelmek yerine tamamen oraya yerleşmesi, onun misyonu açısından da uygun olmazdı. Zira ülkenin merkezinde olmak, tanınma, nüfuz elde etme ve insanlara ulaşma açısından her zaman daha avantajlıdır. O, bu avantajları kullanarak vazifesini eda etmiş ve ideallerini gerçekleştirmiştir.

Başka bir zaviyeden baktığımızda meselenin zamana bağlı götürülmesi gerektiğini de düşünebiliriz. Yani Hazreti Yusuf’un yaptığı işlerin bir süreç içerisinde olması gerekiyordu. O bir senarist değildi. Oturup senaryo yazar gibi olacak olayları yazıp sonra da ona göre rolünü oynamıyordu. Belli bir ideal etrafında fakat biraz da olayların gelişmesine göre hareket ediyor, halkın hazım gücünü hesaba katıyor, gereken yerlerde müdahale ediyor, fakat bütün bunları vahiyle ve vahyin gölgesinde sürdürüyordu. Bu arada kim bilir kaç tane problemi çözüyordu.

Hazreti Yusuf’un ailesini Mısır’a yerleştirmesinin entegrasyon açısından da değerlendirilmesi gerekir. O, ahlakı ve takip ettiği siyaset sayesinde orada iyi bir entegrasyon örneği ortaya koymuştur. Öncelikle kendini her seviyeden insana sevdirmiştir. İdarecilerin konumlarına, yerli halkın örf ve âdetlerine karşı saygılı davranmıştır. Halkın faydasını ve idarenin hassasiyetlerini gözetmiştir. İdarede söz sahibi olduğunda, halka âmirane ve baskıcı yaklaşmamıştır. Onlara asimile olma endişesi yaşatmamıştır. Kral başta olmak üzere insanlar onun getirdiği dini kabul etmişse bu, Hazreti Yusuf’un zamana yayarak oluşturduğu sevgi, hoşgörü ve diyalog atmosferi sayesinde olmuştur.

Şimdi bu açılardan Türkiye’deki Kürt vatandaşlarımızın durumuna baktığımızda onlara karşı çok büyük yanlışlıkların yapıldığını görürüz. Asırlardan beri yaşamış oldukları topraklarda o güzel insanların üzerine son zamanlarda hep kaba kuvvetle gidildi. Topla, tüfekle, baskıyla, sindirmeyle meselelerin halledileceği zannedildi. Onlara bir ideoloji dayatılmaya çalışıldı. Akıllıca bir diplomasi takip edilmedi. İnsani değerler ayaklar altına alındı. Cinayetler işlendi, katliamlar yapıldı ve maalesef bunlara karşı durması gereken kesimlerden ciddi bir ses yükselmedi. Konuşulması gereken pek çok mesele konuşulmadı, hepsinin üstü kapatıldı. Böyle kaba kuvvetin ve dayatmanın olduğu yerde elbette pozitif bir gelişme beklemek mümkün değildir. Elbet bir gün, makul düşünen insanlar bunları konuşacaktır. Hem de gürül gürül konuşacaklardır. Zamanı gelecek, orada yapılan haksızlıklar, yapanların yüzlerine çarpılacaktır.


158 Bkz.: es-Semerkandî, Bahru’l-ulûm, 2/209; es-Sa’lebî, el-Keşf ve’l-beyân, 5/254.

159 Bediüzzaman, Mektubat, s. 417 (Yirmi Sekizinci Mektup).

160 Buhârî, tıb 38. Ebû Dâvûd, tıb 9; Tirmizî, cenâiz 4.

161 Bediüzzaman, Lem’alar, s. 264 (Yirmi Beşinci Lem’a, On Yedinci Deva).

162 Müslim, selam 67; Ebû Dâvûd tıb 19; Tirmizî, birr ve sıla 29, daavât 126.

163 Bkz.: er-Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb, 18/165.

-+=
Scroll to Top