Yusuf sûresi, 12/97-98
قَالُوا يَۤا أَبَانَا اسْتَغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَۤا إِنَّا كُنَّا خَاطِئِينَ قَالَ سَوْفَ أَسْتَغْفِرُ لَكُمْ رَبِّي إِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ
“Evlatları ise şöyle dediler: ‘Ey bizim şefkatli babamız! Bizim günahlarımız için Allah’tan mağfiret dile. Zira biz yanlış içindeydik.’ O şöyle cevap verdi: ‘Sizin için ileride Rabbimden af dileyeceğim. Şüphesiz Gafûr da O’dur, Rahîm de!’”
Büyük Pişmanlık Vakti ve Af Talebi
Hazreti Yusuf’un kardeşleri, “Günah işledik.” diyerek ikinci itiraflarında bulunuyorlar. Daha önce geçen 90. âyet-i kerimede Hazreti Yusuf’un kendisine, burada ise babalarına pişmanlıklarını itiraf ediyorlar.
Âyetteki خَاطِئِينَ kelimesi, günah işleyenler demektir. Kelimenin kökü olan خَطِئَ, yalın hâliyle ‘günah işlemek’ anlamındadır. İf’âl kalıbına girdiğinde ise ‘hata etmek’ mânâsına gelir. “Hata” kelimesi Arapçada, zulüm kelimesi gibi farklı anlamlar içeren bir sözcüktür. En küçük yanılmalara hata dendiği gibi en büyük günahlara da hata denebilir. “Ümmetimden hata kaldırılmıştır.”166 buyuran Allah Resulü burada, kastî olmayan, en hafif, en küçük hata ve yanlışı kastetmiş ve bunun insana vebal olarak yazılmayacağını bildirmek istemiştir. Yusuf sûresinin yirmi dokuzuncu âyetinde şahitlik yapan şahıs, Zeliha’ya hitaben “Sen günah işleyenlerden oldun!” derken aynı kelimeyi kullanır.167 Burada büyük bir günah söz konusudur. Kur’ân’da bu kelime cehenneme giren inkârcı için de kullanılır.168 İnkar ise günahların en büyüğüdür. Bütün bu örneklerde de görüldüğü üzere kelime, bünyesinde birbirine yakın fakat aynı zamanda farklı manalar barındırmaktadır.
Oğullarının af talebine babaları hemen “Ben affettim, Allah da sizi affetsin.” şeklinde karşılık vermiyor. O gün her şey vahyin emirleri istikametinde cereyan ettiğinden meseleyi Allah’ın emir ve takdirine havale ediyor. O’ndan gelecek bir vahiy ya da ilham bekliyor. Zamanı O’nun belirlemesini istiyor. Yoksa cibillî yakınlıktan dolayı çocuklarını ya da anasını babasını düşünüp hemen istiğfara sarılsaydı, Allah’tan itap görebilirdi. Nitekim geçmiş peygamberlerden bu konuda Cenab-ı Allah tarafından ikaz edilenler vardı. Mesela Hazreti İbrahim (aleyhisselâm), babası için istiğfar etmekten menedilmişti. Hazreti Nuh, tufan hâdisesinde oğlu için çırpındığından dolayı itap görmüştü. Bunları bilen Hazreti Yakub’un Allah’tan bir vahiy ya da ilham gelmeden çocuklarını affetmesi mümkün değildir. Nitekim bir rivayete göre Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Amine vâlidemizin kabrini ziyaret etmeden önce Cenab-ı Allah’tan izin istemiş, Allah Teâlâ, “Ziyaret et fakat istiğfar etme!”169 buyurmuştu.
İstiğfar, Allah’tan günah ve kusurların bağışlanmasını talep etmek demektir. Bazı tefsirlerde ifade edildiğine göre Yakup (aleyhisselâm) çocukları adına istiğfar etmek için cuma ya da cumartesi gününü bekliyordu.170 Belki duanın kabulü için mübarek bir zaman dilimini beklemiştir. Bunlar muhtemel olmakla beraber şu hususlar da düşünülebilir: Yakup (aleyhisselâm), çocuklarını kendi etrafında toplamak ve dine hizmette istihdam etmek maksadıyla onlar için hemen istiğfar edebilirdi. Fakat bunu yapmadı. Belki Yusuf (aleyhisselâm) ile buluşup onu gözüyle gördükten sonra içinde bir inşirah hasıl olacak, Allah’a şükran duygularıyla dolup taşacaktı. Ardından Yusuf ile Bünyamin’in hissiyatlarını da dinleyecekti. Ve işte tam bu esnada, yakalayıp yaşadığı bu yüksek ufku değerlendirerek çocukları için istiğfar edecekti. Yani istiğfar için kendine zaman tanıyıp kalbinin istediği kıvama gelmesini bekleyecekti. Bu arada babalarının istiğfarını bekleyen çocuklar o süreyi endişeyle geçireceklerdi. Bu da onlara ibadet sevabı kazandıracaktı. Zira insan, yaptığı hatalar karşısında endişe ve korku duyduğu sürece ibadet ediyor gibi sevap kazanır. İşte bütün bunlar bir peygamber firasetidir. O firaset, meseleye çok değişik açılardan yaklaşarak istiğfarı ileri bir zamana ertelemiştir. Bunları yapan insan bir peygamber olduğundan, yapılanları basite almamak, kendi düşüncelerimizin darlığına hapsederek yorumlamamak ve peygamberin icraatlarında daha derin hikmetler aramak gerekir.
Bir peygamber, hareket ve tavırlarını vahye göre planlar. Peygamberin Allah nezdindeki büyüklüğü buradadır. Evet, bir peygamber her adımı Hakk’ın muradını gözeterek atar. İnsanları toplayayım, organize edeyim, onlarla bir devrim yapayım diye düşünmez, herkese cennet biletleri dağıtır gibi hareket etmez. Temkinli hareket eder. Allah’ın emirlerini harfiyen yerine getirir. Hep aklıma gelir: Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir taraftan cahiliye toplumunun kökleşmiş yapısı içinde inkılaplar meydana getirirken diğer taraftan da abdestin en ince kurallarına kadar dikkat ediyordu. Abdest alan birinin ayağının arkasında biraz kuru yer kaldığını görünce onu ciddi şekilde uyarıyordu.171 İşte en büyük işler ile en ince meseleleri dengeli bir şekilde beraber götürmek peygamberliğin önemli özelliklerinden biridir. Ayrıca, Cenab-ı Allah büyük işlerdeki muvaffakiyeti bu kabil ince hususlardaki dikkat ve hassasiyetimize bağlamışsa biz kullarına ona karşı çok saygılı olmak düşer.
Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek hayatlarında buna dair yüzlerce örnek vardır. Bu dünyada büyüklerden büyük değişimler, dönüşümler meydana getiren ve Allah’a karşı mükellefiyetlerinde çok hassas olan biri olarak O, ahirete ait meselelerde de bir o kadar temkinli hareket etmiştir. Mesela “Mahşerde eşini tanır mısın ey Allah’ın Resulü?” diye soran Âişe validemize hemen “Tanırım.” dememiş, üç yerde hatırlayamayacağını ifade etmiştir.172 Çünkü O, vahye, Allah’ın muradına bağlı olarak düşüncesini ortaya koyuyor, öyle hareket ediyor ve ona göre disiplinler oluşturuyordu. O hep “Her şey Allah’tan!” diyerek yaşıyordu. Yani her şey Allah’tan başlıyor, Allah’tan geliyordu. Allah Resulü de hep Allah’tan gelen emirlerle hareket ediyor, kendinden konuşmuyor, kendinden hareket etmiyordu. Allah Resulü’nün hayatında bu konuda o kadar çok örnek vardır ki insafla bunlara bakan birinin “Muhammedün Resulullah” dememesi mümkün değildir.
166 İbn Mâce, talak 16.
167 Ayrıca bkz.: İsrâ sûresi, 17/31.
168 Hâkka sûresi, 69/37.
169 Müslim, cenâiz, 108; Ebû Dâvûd, cenâiz 81; Nesâî, cenâiz 101; İbn Mâce, cenâiz 48.
170 Bkz.: et-Taberî, Câmiu’l-beyan, 13/65;. es-Sa’lebî, el-Keşf ve’l-beyân 5/257
171 Buhârî, ilm 3, 30, vudû 6, 8; Müslim, tahâret 25-28, 30.
172 Ebû Dâvûd, sünnet 25; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/101.