Yüzleşme

Soru: Herkesin kendi nefsini karşısındaki bir kanepeye oturtup, sonra da insaflı, hâzık ve rasyonel bir hekimin hastasını muayene etmesi gibi onu sorgulaması gerektiğinden bahsediliyor. Nefsi sorgularken insaflı, hâzık ve rasyonel olmayı nasıl anlamalıyız?

Cevap: Mü’minin, yapıp ettiklerini hemen her gün gözden geçirip hayırlı faaliyetlerini ve güzelliklerini şükürle karşılaması; inhiraflarını ve günahlarını da istiğfarla gidermeye çalışması; bu şekilde sürekli nefsiyle hesaplaşması, kendi kendini sorgulaması ve her zaman muhasebe duygusuyla dopdolu yaşaması gerekir. Bazen “insanın kendiyle yüzleşmesi”, bazen “nefsin sorgulanması” ve bazen de “nefis muhasebesi” olarak isimlendirdiğimiz bu amel, insanın arzularını, hırslarını ve davranışlarını denetlemesi, doğru veya yanlışlarını vicdanının süzgecinden geçirip bir değerlendirmede bulunması şeklinde gerçekleşir.

Hakikî bir mü’min ömrünü nefsiyle mücadele ederek sürdürür. Kalbine uğrayan hâtıralara ve kafasından geçen düşüncelere bile parola sorar. Her işinde nefsânîliğini aşmaya çalışır; çok defa en güzel ve en mâkul davranışlarından dolayı bile kendi kendini sorgular. Her akşam eksik ve yanlışlarını bir kere daha gözden geçirir; her sabah hatalarını giderme, ahiret hesabına kaçırdığı fırsatları telafi etme ve ötelere azık hazırlama azmiyle hayata açılır.

Tirmizî’de geçen bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ) en büyük mahkemede hesaba çekilmeden önce dünyadayken sık sık nefsi sorgulamayı akıllılık ve mü’minlik emaresi olarak zikretmiş; Hazreti Ömer Efendimiz de Allah Resûlü’nden işittiği bu hakikati farklı bir üslûpla seslendirerek şöyle buyurmuştur: “Ahirette hesaba çekilmeden evvel kendinizi hesaba çekin. Ötede amelleriniz tartılmadan önce burada kendiniz tartın. En büyük arz ve mahkeme için şimdiden gerekli hazırlıklarınızı yapın. Bilin ki, o gün huzura alındığınızda size ait hiçbir şey gizli kalmayacak ve bütün sırlarınız bir bir sayılıp dökülecektir.”1

Karşı Kanepedeki Nefis

Dolayısıyla, Allah’a ve ahiret gününe inanan bir insan, yanlışları ve doğruları, hataları ve isabetli tavırları, kaybettikleri ve kazandıkları zaviyesinden her gün bir kere daha nefsiyle yüzleşmeli ama bunu kötülük ve fenalıklarını deşeleyip kendini aşağılamak suretiyle yapmamalı; aksine, nefsini karşısındaki bir kanepeye oturtup, onu “rasyonel, insaflı ve hâzık” bir hekimin hastasını muayene etmesi edasıyla sorgulamalıdır.

Evet, nefsiyle yüzleşen insan, evvelâ onu farklı bir varlık gibi görüp muhatap almalı, onun hakkındaki tenkitlerini, takdirlerini dile getirmeli ve onun cevaplarını dinlemelidir. Sonra da ortaya konan düşünceleri, tevcih edilen soruları, nefisten gelen itirazları veya kabulleri bir hakeme arz etmeli ve onun değerlendirmelerine kulak vermelidir. İşte o hakem, olsa olsa insanın en doğru söyleyen sistemi, yani vicdanı olabilir. Bundan dolayı, nefis muhasebesinde vicdanın sesini dinlemek, onun ölçülerini esas kabul etmek ve nihaî kararı ona tasdik ettirmek gerekir.

Nefsi ele alırken ve onu değerlendirirken akla uygun, ölçülü ve hesaplı davranarak onun mahiyetini de göz önünde bulundurmak icap eder. Nefis mekanizması, her türlü şehevî arzu, istek ve kaprislerden; bazı hikmetlerle belli gayeler için insana verilen kin, nefret, öfke, hiddet ve inat gibi duygulardan meydana gelmiştir. Bundan dolayı, dünden bugüne ruhun “terbiye”sinden ve kalbin “tasfiyesi”nden bahsedilirken nefis için de “tezkiye” ifadesi kullanılmış; nefsin tabiatında bir kirlilik bulunduğu için onun saflaştırılıp özüne döndürülmesi söz konusu edilmemiş ve “nefis tasfiyesi” denmemiştir. Nefis kendi konumunda değerlendirilerek, onun kirlerinden temizlenmesi ve ondaki şerre açık istidat ve temayüllerin hayır hesabına kullanılır hâle getirilmesi hedeflenmiş; bu da “nefis tezkiyesi” tabiriyle ifade edilmiştir.

Diğer taraftan, nefis; kibir, gurur, bencillik, haset, kin, öfke, düşmanlık gibi şeytanî hususiyetlerine rağmen, onu kalb ve ruhun arkadaşlığına yükseltebilecek önemli bir potansiyeli de özünde taşımaktadır. O, ciddi bir seyr u sülûkla şeytanî hususiyetlerinden birer birer sıyrılabilir; üzerindeki cismaniyete ait zulmetleri arka arkaya yırtıp emmârelikten kurtularak, levvâme, mülheme, mutmainne, râdiye, mardiyye ve sâfiye gibi mertebelere sıçramak suretiyle müzekkâ (temizlenmiş) hâle gelebilir. Ayrıca nefis, insandaki metafizik gerilimi tetikleyen çok önemli bir unsur sayılır. O, insanı sürekli uğraştırır; onun gaflete düşmesine asla fırsat vermez ve insandaki mücadele azmini biler. Onun içindir ki, insanı sadece mânâ yönüyle ele alıp terbiye etmek veya onu vicdan mekanizmasından ibaret kabul ederek yalnızca ruh terbiyesi ve kalb tasfiyesiyle meşgul olmak yeterli değildir. Aynı zamanda, nefsin tezkiyesi ve insana verilen negatif duyguların da hayır istikametine çevrilmesi gerekir.

Ne var ki, Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle, nefs-i emmâre, levvâmeye veya mutmainneye inkılâp etse bile onun tesiri hiçbir zaman bütün bütün yok olmaz. Çünkü o, silâhlarını ve cihâzâtını sinirlere, hassasiyetlere ve çeşitli mevzulardaki aşırı titizliğe devreder; onlar da onun vazifesini âhir ömre kadar sürdürürler. Nefs-i emmâre çoktan öldüğü hâlde, onun tesirleri yine görünür. Bu hususa dikkat çeken Üstad Hazretleri der ki, “Ben bir zaman enaniyetini bırakmış ve nefs-i emmaresi kalmamış büyük evliyanın da şiddetli bir surette nefs-i emmareden şikayet ettiğini gördüm, hayrette kaldım. Sonra kat’î bildim ki, âhir ömre kadar mücahede-i nefsiyenin sevabdar devamı için, nefs-i emmarenin ölmesi üzerine onun cihazatı damarlara ve hissiyata devredilir, mücahede devam eder. İşte o büyük evliyalar, bu ikinci düşmandan ve nefsin vârisinden şikâyet ederler.”2

Kur’ân-ı Kerim, Hazreti Yusuf’un kıssası münasebetiyle nefse itimat edilemeyeceğini açıkça dile getirir ve Zeliha’nın “Doğrusu, ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü Rabbimin merhamet edip korudukları hariç, nefis daima fenalığı ister, kötülüğe sevk eder. Şüphesiz Rabbim gafurdur, rahimdir (affı ve merhameti boldur.)”3 dediğini nakleder. Müfessirler arasında, bu ifadenin, Hazreti Yusuf’a ait olduğu kanaati daha yaygındır. Fakat, bu sözü, nefsini tezkiye etmemeye matuf olarak Hazreti Yusuf’un söylediğini farz etmek uygun düşse bile, peygamberlerin doğuştan nefs-i mutmainne sahibi oldukları ve Yusuf Nebi (aleyhisselâm) için de nefs-i emmareden bahsedilemeyeceği düşünülünce; ayrıca, âyetin siyakına bakılınca Zeliha’nın söylediğini kabul etmek daha doğru olsa gerektir. Zira söz konusu âyette, Zeliha’nın konuşmasından sonra başka bir kâil, yani sözü söyleyen açıkça belirtilmemiştir; bu da onun sözünün devam ettiğini gösterir. Haddizatında, bu söz kime ait olursa olsun, asıl üzerinde durulması gereken mesele, Kur’ân’ın onu nazara vermiş ve nefs-i emmareye itimat edilemeyeceğini bildirmiş olmasıdır.

Demek ki, bu mevzuda sürekli teyakkuzda olmak, hep titiz davranmak ve asla nefse güvenmemek lâzımdır. Hazreti Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Tezkiyesiz nefs-i emmâresi bulunmak şartıyla, kendi nefsini beğenen ve seven adam başkasını sevmez. Eğer zâhirî sevse de samimi sevemez; belki ondaki menfaatini ve lezzetini sever. Daima kendini beğendirmeye ve sevdirmeye çalışır. Ve kusurunu nefsine almaz, belki avukat gibi kendini müdafaa ve tebrie eyler.”4 İşte, nefsi karşı koltuğa oturtup ona bazı sorular tevcih ederken, onu bu yapısı ve cibilliyetiyle ele almak gerekir. O, kendi cibilliyeti istikametinde tezkiye edilmez ve serbest bırakılırsa mütemerrid bir karaktere bürünür. Fakat, arz etmeye çalıştığımız hususiyetleri gözetilerek rasyonel bir şekilde ele alınıp tezkiyeye tâbî tutulursa, o zaman da, bir farklılaşma yaşar, hayvâniyet ve cismaniyet üstü bir mahiyete ulaşır; artık, ruha ve kalbe bütün bütün zıt olmaz.

Muhasebede de İnsaflı Olmalı

Bir diğer husus; insan kendiyle yüzleşirken, nefsiyle hesaplaşırken ve bir mânâda onu masaya yatırıp analitik bir mülâhazayla ona bakarken çok insaflı olmalı; merhamet ve adâlet dâiresinde hareket etmeli; her hak sahibine hakkını vermesi gerektiği gibi nefsinin hakkına da riayetkâr davranmalıdır. Muhasebede de hakkı gözetip adâletten ayrılmama esastır. Her insan, kendi seviyesine göre nefsini sorgulamalı; ona yönelttiği isteklerinde kendi kemalât eşiğini ölçü edinmeli; ondan tabiat üstü beklentilere girmemelidir ki dini zorlaştırmış, omuzuna yüklediği ağırlıkların altında kalmış ve ümitsizliğe düşmüş olmasın.

Başka bir münasebetle arz ettiğim, Ebu’d-Derdâ ile Selman-ı Farisî efendilerimiz arasındaki konuşmada da aynı hususa işaret vardır. Hazreti Selman, sürekli oruç tutan, yatağa hiç girmeyen, neredeyse gecenin tamamını kıyamda geçiren Ebu’d-Derdâ Hazretleri’ne Peygamber Efendimiz’den işittiği şu nasihati hatırlatır: “Senin üzerinde Rabbinin hakkı var, nefsinin hakkı var, ehlinin de hakkı var. Her hak sahibine hakkını ver.”5 Evet, İslâm’da ruhbaniyet yoktur; o insanı bütün mahiyetiyle değerlendirir. Yogiler gibi yemekten-içmekten tamamen uzak duranlara, aylarca aç susuz kalanlara ve Allah’ın helâl kıldığını yasaklayanlara, “Ey iman edenler! Allah’ın size helâl kıldığı o güzel ve temiz nimetleri kendinize haram kılmayın, haddi aşmayın! Çünkü Allah, haddini aşanları asla sevmez. Allah’ın size rızık olmak üzere yarattığı şeylerden helâl ve temiz olarak yeyin! Kendisine iman ettiğiniz Allah’a karşı gelmekten sakının!”6 der; müntesiplerine denge, itidal ve istikamet telkin eder.

İmam Birgivî’nin “Tarikat-ı Muhammediye” isimli kitabına “Berika” adıyla bir şerh yazmış olan İmam Hadimî, ya kendi başından geçen veya başkasından naklettiği misalî bir mahkeme hâdisesini anlatır. Hâdiseyi yaşayan insan her kimse, onu, “hakkında şikâyet var” diye mahkemeye çağırırlar. Mahkeme salonunda, bir köşeye büzülmüş, pusmuş, acayip kılıklı, tanımadığı birini görür. O tuhaf davacı, “Bu zat, benim hakkımı vermiyor; yemiyor, içmiyor, yatmıyor” diye şikâyetlerini sıralayınca, davalı, onun kendi nefsi olduğunu anlar. Mahkeme heyeti, “Bu senden şikayet ediyor; tabiatını ve genel durumunu hiç hesaba katmadan, kendi kafana göre onu bazı şeylere zorluyormuşsun” mânâsına gelen sözlerle dava konusunu açıklığa kavuşturur. O zat, “Fakat, beni Allah’ın yolundan alıkoymaya çalışan, sürekli günahlara çağıran ve âdeta helâkimi hazırlayan budur, nefsimdir.” diyerek savunmasını yapar ve mahkemeyi kazanır. Gerçi, şikâyet etmek nefsin şiarıdır; onun heva ve heves yörüngeli şikâyetlerine kulak vermemek gerekir. Ne var ki, ona karşı muamelelerde de insafı elden bırakmamak esas olmalıdır.

Ayrıca, nefsi sorgularken, içinde yaşadığımız şartları da hesaba katmak icap eder. Evet, nefse yüz vermemek ve onu asla şımartmamak gerekir. Bu açıdan, içinde neş’et ettiğimiz iman ve İslâm atmosferi, Cenâb-ı Hakk’ın bize bahşettiği dine ve imana hizmet etme zemini çok büyük bir avantaj olarak görülüp, bu büyük nimet karşısında nefislerimizin şikâyet etmeye kat’iyen hakkı olmadığı düşünülebilir. Fakat, dünyanın hâl-i hazırdaki durumu ve çok kötü olan şartların dini hassasiyetleri korumaya mani bulunduğu da mülâhaza dairesine alınmalı; özellikle öğretmen, üniversite hocası, doktor, vs.. gibi hayat-ı içtimaiyede bir vazife gören, mecburen çarşı ve pazarın, cadde ve sokağın isine-pasına bulaşan insanların hâli de kendi şartları içerisinde hesap edilmelidir. Bir insanın bu şartları gözetmeden nefsini hesaba çekmesi, bir yönüyle, ona tabiatının üstünde bir teklifte bulunması ve onu ‘teklif-i mâlâyutak’a maruz bırakması mânâsına gelebilir. İşte o durumda nefsin şikayet etmeye hakkı olabilir; hatta nefsine insafsızca yüklenen insanın davayı kaybetme ihtimali de vardır.

Dolayısıyla, insan, her meselede olduğu gibi, muhasebede de ölçülü ve dengeli davranmalıdır. Her şeyden önce, muhasebenin yeis ağırlıklı olmamasına çok dikkat etmelidir. Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Bu din kolaylık üzere vaz’ edilmiştir. Hiç kimse kaldıramayacağı mükellefiyetlerin altına girerek dini geçmeye çalışmasın; galibiyet mutlaka dinde kalır.”7 şeklindeki beyanı da bu konuda bize önemli bir ölçü vermektedir. Öyleyse her fert, kendiyle yüzleşirken nefsini levmetme çıtasını sorumluluklarının altında ezilmeme ve yenik düşmeme sınırında tutmalıdır. Bu sınır, her insanın mânevî hayatına ve Cenâb-ı Hak’la münasebetine göre çeşitlilik arz eder; onu da en doğru şekilde herkesin kendi vicdanı belirler.

Ey Gafil, Uyuma!

Nitekim, ebrâra sevap kazandıran öyle meseleler vardır ki, mukarrebîn için onlar günah sayılmaktadır. Bu itibarla da ebrâr kendi mesuliyet anlayışları açısından, mukarrebîn de onlara has muhasebe enginliği zaviyesinden nefis sorgulamasında bulunmalıdırlar. Meselâ, bir insanın gece yarısı kalkıp “Seven sevdiğinin yanına gitti; âşık maşukuyla buluştu; Rabbim, ben de Sana geldim.” diyerek sabaha kadar gözyaşları içinde namaz kılması takdire değer bir ameldir. Fakat bu amel mukarrebînden bir kula aitse, o bu amelinin muhasebesini kendine göre yapacak ve belki de şöyle diyecektir: “Gece boyunca mânevî füyuzatla dolup taştım; gözyaşlarımla yanaklarımı yıkadım. Fakat, acaba amelimdeki gaye ve hedef bu mânevî füyuzâtı yakalamak mıydı? Yoksa, o tatlı dakikalarla alacağım her şeyi alıp ahiret azığımı tükettim mi?” İşte, bu da bir muhasebe ve nefsi sorgulamadır; ama has dâirede ve bazı insanlara mahsus bir mülâhazadır. Henüz gece namazını hayatının çok önemli bir parçası hâline getiremeyenler için böyle bir muhasebe teklifi, ifrattır ve onların omuzuna altından kalkamayacakları bir ağırlığı yüklemektir. Belki ikincilerin muhasebesi, gece namazına temâdî üzerinde dönecek; onlar yaz-kış, uzun geceler-kısa geceler ayırımı yapmadan teheccüt namazına devam etme hakkında nefislerini sorgulayacak; bu konudaki tembellik ve tenperverliklerini asla affetmeyip İbrahim Hakkı Hazretleri’nin “Kalk ey gafil, uyuma” diye kendilerine seslendiğini duyar gibi olacaklardır. Ben, ne zaman onun şiirini okusam, sanki o heybetli sesini duyuyor gibi olur ve âdeta “Uyuma!.” diye inlediğini işitirim:

“Ey dîde nedir uyku, gel uyan gecelerde

Kevkeplerin et seyrini, seyrân gecelerde

Bak hey’et-i âlemde, bu hikmetleri seyret,

Bul Sâni’ini, ol âna mihman gecelerde

Çün gündüz olursun nice ağyar ile gafil

Ko gafleti dildârdan utan gecelerde

Dil, Beyt-i Hudâ’dır, ânı pak eyle sivâdan

Kasrına nüzul eyler o Sultan, gecelerde.”

Evet, kulluk devam ister; ibadetlerinde bir kesintinin olması, nurlu gecelerine bir fasılanın girmesi lâubâlîliğe delalet eder. Ne kadar ara vereceğin mevzuunda hükmü kim söyleyecek? Kaç dinlenme faslı yaşayacağına kim karar verecek? Yoksa, bu meselede hakemlik nefse mi ait? Şayet, hakemliği nefse kaptırmışsan, artık onun elinden kurtulman ve yeniden toparlanman çok zor olacaktır. Öyleyse, “Gel uyan gecelerde”; evrâd u ezkârını ihmal etme, Allah’la münasebetini kavî tut! O’na yakın olmak için bazı vesileleri değerlendiriyorsun; namaz kılıyor, rükua gidiyor, secdeye varıyor ve el açıyorsun. Niçin bunları daha derin eda etmek için geceleri de değerlendirmeyi düşünmüyorsun? İşte, bütün bu mülâhazalar da belli bir seviyenin insanları için muhasebe solukları ve nefisle yüzleşme ifadeleridir.

Meselenin bir diğer yanı da, temâdî (sürüp gitme) ve sürekliliktir. Nefis tezkiyesi adına ne yapacaksak, onu mütemadî yapmamız gerekir. Kalbimizi ve ruhumuzu sürekli beslememiz icap eder. Hayatımızda inkıtaya asla meydan vermeden, Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle, dua ve tevekkülle meyelân-ı hayrı güçlendirmemiz; istiğfar ve tevbe ile de meyelân-ı şerrin kökünü kesmemiz lâzımdır.8 Günahlarımız karşısında sürekli tir tir titrememiz ve devamlı sevap iştiyakıyla gerilmemiz iktiza eder.

“Kulum, seni Affettim!”

Şahsen, bir insanın hata, kusur ve günahlarını yazıp kaydetmesine taraftar değilim. Onları herkes kendi zihnine yazmalı; başka kimseye açmamalı. Melekler bile bilmemeli hata ve günahları. Onları sadece gizli-açık her şeye nigehbân bulunan Allah bilmeli. O’nun rahmeti geniştir. Kim bilir, bir hadis-i şerifin işaret ettiği gibi, Cenâb-ı Hak kulunu karşısına alır, günahlarını itiraf ettirir: “Şunu, şunu yaptın ama bunları ketmettin, gizledin. Yani, açıktan açığa günah işleyen ve günahlarından hiç sıkılmayan fâsık u fâcir değildin, muvakkat isyanlarının hicabını yaşıyordun. O gün sen setrettin, Ben de bugün seni affediyorum” der. İşte, ahirette “Setrettin, setrettim; kulum, seni affettim” hakikatini duymak ve öyle bir avantajı kaçırmamak için, yazmak suretiyle hata ve günah listesi yapılmasını uygun bulmuyorum. Bununla beraber, bir insan, hayatın bir basamağında, yirmisinde, otuzunda ya da kırkında, bir gününü ayırıp çocukluğundan o güne kadar yapıp ettiklerini tek tek yazsa; bütün hayatını gözden geçirip nefsini hesaba çekerek onun kötülüklerini bir bir saysa; fakat, bunu hayatının sadece o gününde yapsa, bu davranışı nefis muhasebesi adına yeterli değildir. Çünkü, biz belki her gün, aklımıza gelen bazı şeylerle içimizi Cenâb-ı Hakk’a dökmeli; günahlarımızı tasrih etmeden, onları açıktan açığa söylemeden, kayda geçmelerine ve o kayıtların bizi zor durumda bırakacak şekilde karşımıza çıkmasına fırsat vermeden istiğfar etmeli; tevbe, inâbe ve evbe kalelerine sığınmalıyız. Her gün bir kere daha kendimizle yüzleşmeli, hayatımızın muhasebesini yapmalı ve nefsimizle hesaplaşmadan yatağa girmemeliyiz.

Bu zaviyeden el-Kulûbu’d-Dâria gibi dua mecmualarına bakarsanız, Hak dostlarının evrâd u ezkârda mütemadî oldukları gibi, nefsi sorgulama ve istiğfarda da sürekliliği esas aldıklarını görürsünüz. Hazreti Ali (kerremallahu vechehû), Hazreti Üsame (radıyallâhu anh), Muhyiddin İbn Arabî, Hasan Şazilî ve İmam Cafer-i Sâdık gibi mâneviyât âleminin sultanlarının “Üsbûiyye” adıyla andıkları ve haftanın her günü belli bir bölümünü okudukları hizibleri, virdleri, gece zikirleri, duaları, istiğfarları, istiâzeleri, tesbihleri, tehlilleri, salavât ve na’tları vardır.

Meselâ; Hasan Basrî Hazretleri, İstiğfar Üsbûiyyesini Cuma gününden başlatıp her gün bir bölüm okuyor. Bir hafta bitince tekrar başa dönüyor ve yine günlük hizbini sürdürüyor. Devamlı nefsini sorguluyor ve her gün defalarca istiğfar ediyor. Hizbine, Cenâb-ı Hak karşısında âciz, fakir ve muhtaç bir kul tavrıyla istiğfar ederek başlıyor. Sonra salât u selâm okuyor. O hazret, duanın kabulü için gerekli olan evsâfı hâiz bir münacatta bulunuyor; öyle ki, onun her cümlesinde Hasan Basrî ufkunu görüyorsunuz. Nefsini en kötü bir adam gibi hesaba çekiyor; bir taraftan, hatanın en çirkinini yapmış ve günahın en büyüğünü işlemiş, böylece kalbî hayatını tamamen berbat etmiş ve ruh dünyasını bitirmiş bir insan gibi kendisine bakıyor ve çok içli sözlerle istiğfara yapışıyor. Diğer taraftan da, en büyük şefaatçi olan, kendisiyle teyid edilen ve ona dayandırılan her duaya kabul mührü vurduran, ama kendisi payandasız kabule karin bulunan salât u selâma sığınıyor; af beratı almak için Allah Resûlü’nü şefaatçi yapıyor. Öyle ki, istiğfarı salât u selâm, onu da yeni bir istiğfar takip ediyor ve hazret sanki her istiğfarda nefsini bir kere daha tokatlıyor. Çok samimi bir şekilde Cenâb-ı Hakk’a içini döktüğü aynı anda kendisiyle yüzleşiyor, nefsiyle hesaplaşıyor.

Ömür Boyu Gözyaşı Cezası

Bir başka hak dostu, günahlar sebebiyle âdeta dilinin tutulduğunu, emr-i ilâhîye itaatsizliğin utancından dolayı iki büklüm olduğunu ve ne diyeceğini bilemez hâle geldiğini, kulluğun hakkını verememe gafletinin şiddetiyle sesinin kısıldığını ifade ettikten sonra, Cenâb-ı Hakk’a doğrudan ve vesilesiz seslenmeye yüzü olmadığını, onun için de, efendisi ve istinadgâhı kabul ettiği Abdülkadir Geylânî Hazretleri’nin Hak katında makbul ve kapıcı tarafından tanınan sesiyle rahmet kapısını çaldığını belirterek en samimi sözlerle içini döküyor. Öyle ki, münacatının bir bölümünde, “Ey günah ve kusurlarla âlûde kullarını çokça bağışlayan Gaffâr ve ey günahkârların hata ve isyanlarını setreden Settâr! Benim günahlarımı da bağışla. Bütün çareleri tükenen, yolları daralan, yüzüne karşı kapılar kapanan, doğru yolda olanların izinde yürümek kendisine güçleşen, sayılı günleri geçip gitmekte olduğu hâlde nefsini gaflet meydanlarından, isyan vadilerinden, sefalet ve sefahet alanlarından bir türlü kurtaramayan şu âciz kuluna merhamet et” diyor ve âdeta “Bittim” diye inliyor.

Onları tanımayan, ruh enginliklerine vakıf olmayan ve onların muhasebe ufkunun nerelere vardığını bilemeyen nâdanlar, bu yakarışları işitince, “Bu adam ne günahlar işlemiş ki böyle; ben o günahlara girmediğime göre bu sözleri söyleyemem” diye düşünebilirler. Oysa, bu sözler mukarrebînin gönül ızdırabını ifade etmektedir. Onlar, bizim sevap vesilesi saydığımız ve fazilet olarak kabul ettiğimiz pek çok söz, fiil ve davranışı kendi ufukları itibarıyla günah saymaktadırlar. Biz şu toplum içinde hiçbir şey yapmasak, sadece bir kere sokağa çıkıp evimize girsek, onların günah sayıp ömür boyu ağladıklarının kat kat fazlası masiyete bulaşmış olabiliriz. Gelin görün ki, o hak dostlarının gözleri bir an masivaya kaysa, onlar ömür boyu gözyaşı döker; o hatadan dolayı ölüm döşeğinde bile ızdırap çeker ve nefislerini sürekli levmederler.

Nefsi sorgularken dikkat edilmesi gereken son bir husus da, sahasını gereği gibi öğrenip işinin ehli hâline gelen, mâhir ve mütehassıs bir doktor tavrıyla ona muamelede bulunmaktır. Bağırıp çağırmadan, nefsi bütün bütün arsızlaştırmadan ve kırıp dağıtmadan, içine düştüğü vartadan kurtarma niyetiyle ona yaklaşmak tedavi adına çok önemli bir adımdır. Aslında, bedenî rahatsızlıklarda bir hekimin rehberliği istikametinde tedavi, perhiz ve diyet ne ise, hâzık bir hekim gibi nefis muhasebesinde bulunmak ve onun tezkiyesi adına gerekenleri yapmak da aynı şeydir. Bedene ait hastalıklarda, tabibin tavsiyeleri esas alınması gerektiği gibi mânevî rahatsızlıklarda da bir kâmil mürşidin öğütlerini tutmaya ihtiyaç vardır.

Hastaya Göre Tedavi

Doktorların “Hastalık yok hasta var.” mülâhazasını nefis tezkiyesine de tatbik ederek, her insanın başlı başına bir âlem olduğu ve dolayısıyla her ferdin mânevî rahatsızlıklarının tedavisinin de kısmen bile olsa farklı yöntemler gerektirdiği söylenebilir. Meselâ; cismaniyet ve bedenin baskısından kurtulamayan bir nefis için zühd çok önemlidir; ona kesben olmasa da kalben dünyayı ve içindekileri terk etme dersi verilmeli ve sürekli “terk-i dünya” telkininde bulunulmalıdır. Bütün himmet ve gayretini uhrevî hazlara ve füyuzât hislerine bağlayan bir insana her an Hakikî Matlûb, Hakikî Maksûd hatırlatılmalıdır. Yediği içtiği mevzuunda lâubâlî ve dikkatsiz davranan bir nefse, “Bu bir bardak çayı getirdiler ama burası bir vakıf binası; acaba bu çay nereden gelmişti, parasını kim vermişti? Ya bunu içmek benim hakkım değilse; ya bu başka birine ait bir paketten demlenmişse?” gibi sorular tevcih edilmeli ve nefis bu mevzuda sorgulanarak harama açık bir zeminden hemen uzaklaştırılmalıdır. Heva ve hevesine uymak için boş alanlar ve yalnız koylar arayan birinin önüne din-i mübîn-i İslâm’a hizmet etme ve onunla dirilme imkânları koyulmalı ve onun hayırlı insanlar arasında hayırlı faaliyetlerle meşgul olması sağlanmalıdır. Bir başkası, devrilmeden ayakta kalabilmek için iyi bir refike ihtiyaç duyuyorsa, onu da salih bir arkadaşla tanıştırmalı; yalnız kalıp cismanî arzulara dalmasına, o suçuna ceza olarak da bir şeytanın musallat olmasına ve “Kim Rahman’ın hikmetlerle dolu olarak gönderdiği Kur’ân’ı göz ardı ederse, Biz de ona bir şeytan sardırırız; artık o, ona arkadaş olur.”9 âyetinin tokadını yemesine fırsat verilmemelidir. Evet, nefse tedavi edici bir tavırla yaklaşmak ve öyle muamelede bulunmak lâzımdır.

Eskiden şimdinin sağlık ocakları ve teşhis-tedavi merkezleri gibi mânevî mualece merkezleri vardı. Oralarda hâzık hekimler bulunurdu. Onlar âdeta birer insan sarrafıydı ve muhataplarını çehresinden okurlardı. Hemen herkesi durum, konum ve vaziyetinden, hatta kılık ve kıyafetinden, tavır ve davranışlarından bir bakışta teşhis eder, sonra da mâhir bir hekim gibi mualecede bulunur ve tedavi ederlerdi. Her insanı özel durumuna göre değerlendirir; onun arınması için ne türlü bir yoldan geçmesi lâzımsa, öyle bir yoldan geçirir; tabiatına ve karakterine göre hususi bir tedavi usûlü uygulamanın yanı sıra ona belli sorumluluklar da yükleyerek insan-ı kâmil olma ufkunu gösterirlerdi.

Maalesef, bugün o merkezleri ve o mâhir hekimleri bulmak çok zor. Mânevî rahatsızlıkları tedavi edecek sağlık ocakları hiç yok denecek kadar az. Hatta, bir insanın acil muayeneye ihtiyacı olsa, onu götürebileceğiniz bir mânevî hastalıklar için acil servis bile yok. Dahası, acil servis ya da tedavi merkezi zannederek başvurduğunuz yerde hastanızı daha kötü bir hâle sokmaları muhtemel. Öyle ki, ruhî depresyona girmiş, bir çeşit şizofreniye tutulmuş ve bir nevi paranoyaya yakalanmış bir insanı falan psikiyatri uzmanına gönderiyorsunuz; bakıyorsunuz ki, hastanız daha da fenalaşmış. Çünkü, hastanızı ona gönderirken seçici davrandığınız doktor bile, inançlı bir insan olmasına rağmen, Freud’çu mülâhazalarla yaklaşıp hastanıza “Nefsinin gemini biraz serbest bırak, onun isteklerini yerine getir.” diyebiliyor. Susuzluktan dudağı çatlayan hastaya deniz suyu içirerek onun ciğerlerini iyice kavurabiliyor; suya karşı ihtiyacını şahlandırabiliyor.

Bir Türk atasözünde; “Yarım hekim candan, yarım hoca da dinden eder.” denir. Bu açıdan, nefsin sorgulanması, gemlenmesi, frenlenmesi ve “tezkiye” dediğimiz ameliyeden geçirilmesi için de hâzık bir hekime ihtiyaç vardır. O mânevî tabib, farklı karakterlerin farklı tedavi usûlleri istediğini bilen, muhataplarını bütün husûsiyetleriyle tanıyan ve onları her zaman şefkatle kucaklayan bir sevgi ve müsamaha kahramanı olmalıdır. Zira, Niyazî-i Mısrî’nin hoş ifadeleriyle söyleyecek olursak:

“Mürşid gerektir bildire Hakk’ı sana hakka’l-yakîn

Mürşidi olmayanların bildikleri güman imiş

Her mürşide el verme ki yolunu sarpa uğratır,

Mürşidi kâmil olanın gayet yolu âsân imiş…”

1 Tirmizî, kıyâmet 25; İbnü’l-Mübârek, ez-Zühd 1/103; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 7/96.

2 Bediüzzaman, Kastamonu Lâhikası s.199.

3 Yûsuf sûresi, 12/53.

4 Bediüzzaman, Lem’alar s.335 (Yirmi Sekizinci Lem’a).

5 Buhârî, edeb 86, savm 51, teheccüd 15; Tirmizî, zühd 64.

6 Mâide sûresi, 5/87-88.

7 Buhârî, îmân 29; Nesâî, îmân 28.

8 Bediüzzaman, Sözler s.509 (Yirmi Altıncı Söz, İkinci Mebhas).

9 Zuhruf sûresi, 43/36.

-+=
Scroll to Top