ZAAFLARA YENİK DÜŞMEME
İnsan mahiyetinde irade, his, şuur, latife-i rabbaniye, sır, hafî, ahfâ gibi insanın manevî yönünü ilgilendiren önemli mekanizmalar vardır. Bununla birlikte şeytanın nüfuz edebileceği, nefse ait olumsuz bir kısım duygular, mekanizmalar da bulunmaktadır. Bunlara insanın zaafları da denebilir. Bediüzzaman Hazretleri, “Hücumat-ı Sitte Risalesi”nde bu zaafların önde gelenlerini ele almış ve bizleri bu konuda uyarmıştır. Bunlar makam tutkusu, korku, tamah, ırkçılık, enaniyet, rahat ve rehavet arzusudur. İnsanın zaafları elbette bunlarla sınırlı değildir. Bu konuda daha birçok özellik üzerinde durulabilir.
Nefse ait bu eğilimler ve zaaflar kişilere göre de farklılık gösterebilir. Yani herkesin imtihanı ayrı olabilir. Mesela bazıları makam tutkusuna kapılır ve o makamda kalabilmek, o makamın gücünden istifade edebilmek için pek çok günah irtikâp eder. Bazılarının ise makam-mansıp sahibi olma gibi bir derdi, hedefi yoktur. Bu tarz insanlar, kendilerine müdürlük, genel müdürlük, milletvekilliği veya bakanlık gibi mevkiler teklif edilse bile dönüp bakmazlar. Ancak onların da paraya, servete karşı zaafı olabilir. Onu elde etme adına meşru-gayrimeşru her yolu kullanabilirler. Helal-haram demeden ceplerini, kasalarını doldurabilir, başkalarının hakkına girebilirler. Servet karşısında dize gelebilir, en yüce değerlerinden bile tavizler verebilirler. Bazılarını da ne makam tutkusu ne de para dize getirebilir; fakat onlar da cismanî ve şehevî arzularına takılır, benliklerindeki hayvaniyete yenik düşerler. Bugüne kadar niceleri bunların kurbanı olmuş, nice aileler bu yüzden dağılmış, nice toplumlar içten içe çürüyüp gitmiştir.
Günümüzde de çokları şehvetine yenik düşebiliyor ve bu yüzden başkalarının istismarına açık hâle gelebiliyor. İnsî ve cinnî şeytanlar bu silahı kullanmak suretiyle nice kâmet-i bâlâyı zincire vurup onlara istediklerini yaptırıyorlar. Böyle bir fenalık işlediklerinde, bu durumun ortaya çıkmaması için değişik tavizler vermek zorunda kalıyor ve bu yüzden zulüm ve haksızlıklar karşısında seslerini çıkaramaz hâle geliyorlar. Onların bu durumlarından istifade eden ve böylece ellerini kollarını zincire vuran kimseler ise istedikleri melanet oyunlarını rahatlıkla sahneliyorlar.
Öyle kimseler de vardır ki bu sayılan zaafların hiçbiri yoktur onlarda. Ne dünya malına bel bağlarlar ne makam arkasında koşarlar ne de bohemliğe özenirler. Fakat bunların zaafları da korkudur. Küçük bir tehdit karşısında bile mukavemet gösteremez ve hemen dize gelebilirler. Bir fail-i meçhule kurban gitme veya sahip oldukları imkânları kaybetme korkusuyla kendilerine dayatılan her şeyi yapabilirler. Kötü niyetli kimseler; parayla, makamla, şehvetle elini kolunu bağlayamadıkları bu tipleri korkuyla etkisiz hâle getirir, hatta ellerine ayaklarına pranga vurarak onları halayık gibi kullanabilirler.
Bunların yanında, tamah, açgözlülük ve doyma bilmeme de insan için önemli zaaf noktalarından biridir. Niceleri bu zaafları sebebiyle batmıştır. Bu duygunun kaynağı, tevehhüm-ü ebediyet ve tûl-i emeldir, yani hiç ölmeyecekmiş gibi yaşama arzusu ve bu arzu sebebiyle aşırı şekilde dünyaya bağlanma. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) insanın tamahkârlığını ifade sadedinde şöyle buyuruyor: لَوْ أَنَّ لِابْنِ آدَمَ وَادِيًا مِنْ ذَهَبٍ أَحَبَّ أَنْ يَكُونَ لَهُ وَادِيَانِ، وَلَنْ يَمْلَأَ فَاهُ إِلَّا التُّرَابُ “İnsanoğlunun bir vadi dolusu altını olsa, bir vadi daha ister. Onun gözünü topraktan başka bir şey doyuramaz.”121
İnsan için imtihan unsuru olan zaaflardan bir diğeri de şöhretperestliktir. Parmakla gösterilir olma, takdir edilme, bir yâd-ı cemil bırakma arzusu da nicelerinin ayağını kaydırmıştır. Bu duygu bazılarında o kadar güçlüdür ki sadece hayattayken değil, ölüp gittikten sonra bile şöhretlerinin devam etmesini isterler. Cenazelerine kalabalık kitlelerin katılmasını, kubbeli, süslü mezarlar içinde yatmayı arzular, mezar taşlarına yazılan yazılarla ilgilenirler. Ölüp giden bir insan için bunlar ne işe yarar bilmiyorum. Münker Nekir böyle şeylere bakmaz. Evet, nam ve şöhret sahibi olma isteği bugüne kadar çoklarını dize getirmiş, onlara ne mesaviler ne mesaviler işletmiştir.
Bu tür zaafların kurbanı olan kimseler, insaniyetlerinin hakkını verememiş, hayvaniyetlerine yenik düşmüşlerdir. İnsanî vasıflar açısından eksiktirler, mefluçturlar (felçlidirler). Bu tür zaaflar, bir güve gibi onların insanlığını yer bitirir ve medeni cesaretleriyle kendilerini ifade etmekten, hak ve hakikati haykırmaktan alıkoyar. Dolayısıyla onlar, zulüm ve haksızlıklar karşısında dilsiz şeytan kesilir. Bundan dolayı ışığı söndürülmüş, gündüzü gece, baharı kış hâline getirilmiş şu talihsiz dünyada eli kolu bağlanarak bir felçli gibi yaşamaya mahkûm edilmiş pek çok zavallı vardır. Bu tali’siz dünyanın mazlumiyet, mağduriyet, mahkûmiyet yeri hâline gelmesinin bir sebebi de budur. Bunun arkasında ise yine bizim zaaflarımız, boşluklarımız, hata ve kusurlarımız vardır.
Esasen insan fıtratı bu tür duygulara açık olarak yaratılmış ve insanın mahiyetine bunlar derç edilmiştir. Bunların zaaf hâline gelmesi, yönünü yanlış tarafa çevirmekten kaynaklanır. Kişi, hidayet kaynağı olan dinin temel disiplinlerine sımsıkı sarılır, takva ile Allah’ın himayesine girer, haramlardan kaçınma ve farzları yerine getirme noktasında hassas davranırsa, her şey yerli yerine oturur ve o, bu tür zaaflardan ve onların vereceği zararlardan korunur. İmanı ve takvası, günahlara karşı bir kalkan vazifesi görür. Hatta bu zaaflara karşı verdiği mücadele sebebiyle ibadet sevabı kazanır.
Evet, bize düşen vazife, yukarıda sayılan-sayılmayan imtihan unsurları karşısında sürekli uyanık olmaktır. Bunun için şeytanın hile ve desiselerine, dürtü ve vesveselerine karşı sık sık surları gözden geçirmeli, sürekli restorasyon yapmalı, gedik ve çatlakları kapamalı, onun girebileceği hiçbir menfez, açık kapı bırakmamalıyız. İnsî ve cinnî şeytanların içimize nüfuz etmesine, kalb ve ruh dünyamıza sızmasına, nefs-i emmareyi harekete geçirmesine meydan vermemeliyiz. Nefsin arzu ve isteklerine karşı iradenin hakkını vermeli, her tür günah karşısında yiğitçe durmasını bilmeliyiz. Maddi imkânların, makam-mansıbın, şan u şöhretin, cismaniyet ve şehvetin vs. kulu, kölesi olmamalıyız. Geçici dünyevî nimetlere gönlümüzü kaptırmamalı, gözümüzü Allah’ın ebedî ihsanlarına dikmeliyiz. Meşru dairedeki zevk ve lezzetlerin keyfe kâfi olduğunu bilmeli, asla harama adım atmamalıyız.
İşte bu duruş, insanı hayvaniyet derekelerine düşmekten korur ve onun insanî kemâlât semalarında pervaz etmesini (uçmasını, dolaşmasını) sağlar. İnsan-ı kâmil ufkuna giden yolun erkânı budur.
121 Buhârî, rikâk 10; Müslim, zekât 116-119.