Zamanın Altın Dilimi

Öteden beri hemen herkes, içinde bulunduğu zamandan şikâyet etmiş ve daha iyi günlerin özlemiyle inlemiş durmuştur. Cismaniyet ve bedenî hazları itibarıyla kendini bohemliğe salmış, “Geçmiş-gelecek masal hep, eğlenmeye bak ömrünü berbat etme.” diyen bir kısım bön kimseler istisna edilecek olursa, çoğu kimse ya geçmişe vurgun veya geleceğe tutkundur. Umumiyet itibarıyla genç ve serâzât gönüller daha ziyade hülyalarında kurdukları bir gelecekte, yaşını başını almış dünün olgun insanları da hep geçmişte yaşarlar.

Aslında geçmişin ayrı bir mânâsı, geleceğin ayrı bir kıymeti, hâlin de ayrı bir değer ve ifadesi vardır. Zamanı, en kıymetli dilimi itibarıyla hayallerimizde kurduğumuz geleceğin sırça saraylarında veya geçmişin semavileşen parlak sahifeleri arasında aradığımız sürece, onun, mutlak değerlendirilmesi gerekli olan altın dilimini görmezlikten gelmiş; düne ve yarına göz yumup, sadece bugünle bütünleşip, bugünle teselli olduğumuz zaman da çok önemli iki hayatî menbaı kaybetmiş oluruz.

Geçmiş, hem bugünümüze hem de yarınlarımıza kaynak olabilecek bereketli bir menba bugün de, geleceğin fide ve fidanlarını yetiştiren mübarek bir meşcerelik ve millî bir sermaye iken, maziyi romantik duygu ve düşüncelere açılmış bir arşiv gibi görüp değerlendirmek, bugünü de serâzâd gönüllerin şehrayin zamanı sayıp hezeyanlar içinde geçirmek, kazanmak kuşağında kaybetmekten başka bir şey değildir.

Yaşayışlarını cismaniyetin mahbesinde sürdürenler, bütün bir gençlik dönemlerinde, hayatlarının parlak bir tâli’ ve ebedî bir huzur içinde geçeceğini sanır; kendileriyle beraber her şeyin de fâni olduğunu hiç mi hiç düşünmezler. Düşünme mevsimi gelince de nasıl düşüneceklerini bilemeden “esef”ler ve “hasret”lerle inler ve şöyle derler: Meğer dünyaya geldiğimiz andan itibaren her şey bize veda etmeye başlamış. Meğer yüzümüze gülen her şey birer “elveda” tebessümüymüş de bizler anlayamamışız! Nasıl olmuş da üç beş saatliğine tenezzühe çıktığımız bu piknik yerine bağlanıp kalmışız da, iki adım ötesini görememişiz! Meğer dünyaya geldiğimiz aynı gün, çıkışa hazırlanma mesajını da almışız. Ve o gün-bugün hep bir meçhul çukura doğru kaymışız da bunun farkına bile varamamışız. Şimdi görüp sevdiğimiz, sevip bağlandığımız her şeyin, süratle bizden uzaklaştığını müşâhede ediyor ve “elveda” demeye fırsat bile bulamıyoruz.

Elveda gençliğe, güzelliğe! Elveda zevk u sefâya! Elveda neşeye, huzura, çığlığa! Elveda ümit meşaleleri arasında çalımlı çalımlı yürüdüğümüz aydınlık günlere! Elveda mutluluk hülyalarına, saadet düşlerine! Elveda bütün arzulara, rüyalara, emellere..!

Bu boğucu sis ve duman içinde bunlar, daha mezara girmeden ölür; ölülere karışır ve her lahza birkaç ölümü birden yaşarlar. Böyleleri için bir daha da bu ayrı ayrı hesapların uyuşarak aynı yekûna varması ve birbirinden kopan unsurların bir araya gelerek o eski günlerin bir kere daha yaşanması mümkün olamaz.

Dünü bugünle, bugünü de yarınla bir arada mütalâa edebilen ruh insanlarının varlık ve hâdiselere bakışları ise, tamamen başkadır. Hatta bunlardan çok fazla okuyup düşünme fırsatını bulamayanlar bile, hayat ve ölüm hakkındaki düşünceleriyle diğerlerinden daha derli toplu, anlayışlarıyla daha derin, değerlendirmeleriyle de daha isabetli, daha tutarlıdırlar. Ruh insanının, her şeye derin bir alâka ile konup kalkan bakışları, basiret ve itinalı davranışları, vazife şuuruna sımsıkı bağlı hareketleri, fâni zaman ve mekânların, ebedî zaman ve mekânlara varacağını bilen vicdanı, ölüm girdaplarında dahi, onun ruhuna saadetlerin en erişilmezini duyurur.

Onun olgun ve duygun nazarında, bütün dünya ve fâni varlıklar, ölümsüz birer mânevî varlığa, bu âlemdeki bütün parlak ve göz kamaştırıcı şeyler de uhrevî kıymetlere ulaşır; gafletli sinelerin burkuntularına rağmen, o çiçekten çiçeğe konup kalkan arılar gibi, hazdan haza uçar durur.

Böylelerinin parlak çehrelerinde, tevazu’ mahviyet, vakar ve emniyetin birleşmesinden hâsıl olan büyüleyici hâl, onların meleklerle atbaşı gitmelerinin nişanı, ilhama açık gönüllerinin bin bir vâridâtla dolup taşması, ruhanilerle içli dışlı bulunmalarının emaresidir. Onlarda fizik, metafizikle iç içe ve fizik metafiziği tamamlayıcı mahiyette, madde ise âdeta mânânın değerli bir buudu gibidir. Üzerlerinde, hem muhteşem devletler kurmuş şanlı bir soya mensup olmanın gizli, derin sezişleri, hem de Allah kelâmı, peygamber beyanına açık, Kur’ân dinlemiş nurlu gecelerin uhrevî iklimlerinde “hû” deyip pervaz etmelerinden kalma derin bir safvet, ürperten bir vakar ve düşündüren bir ciddiyet taşıp durmaktadır. Sanki her halleriyle, sessiz ve sözsüz bir şeyler anlatmakta ve en büyüleyici hutbeler irad etmektedirler.

Onların canlı ve sımsıcak dünyalarında, her şey bir başka lezzet, bir başka halâvetle doğar ve zaman üstü bir çizgide cereyan eder. Geçmiş zaman, bin bir modeliyle geleceğin rengârenk kostümlerini hazırlar. Gelecek, ihya edilmeyi bekleyen bir arazi gibi, yüksek mefkûre ve hülya derinliğinde hâdiselere bağrını açar bekler. İçinde bulunduğumuz zaman bir mekik gibi bu iki kutup arasında gelir-gider ve kendi dilimini örer.

Bu aydınlık dünyada, fânilerin akıp gidişinde bile, hep ebediyetin teselli verici nağmeleri duyulur ve varlığın ölümlülükten ölümsüzlüğe kaydığı hissedilir. Burada eşya o kadar çarpıcı, o kadar sıcak; dört bir yana canlılık dağıtan hava öyle latîf, öyle temiz; bizleri ipek gibi yumuşak kollarıyla saran atmosfer öyle şefkatli, öyle duygulu; ötelerden göz kırpan yıldızlarıyla, uyuyan hislerimizi uyaran gökyüzü o kadar muhteşem, o kadar büyüleyicidir ki, görüp uyanmamak, uyanıp arkasındaki şefkatli eli hissetmemek, hissedip sevgi ve mutluluğa ermemek mümkün değildir.

Ah, iman ne müthiş bir iksir, mâneviyat ne tükenmez bir hazine, geçmiş ne temiz bir kaynak, gelecek ne bereketli bir bahçe ve hâl, bin bir dinamiğiyle ne büyük bir sermaye..!

-+=
Scroll to Top