ZAMANIN RUHUNA UYGUN HAREKET ETME
Bugüne kadar seleflerimiz, Allah’ın adını dünyanın dört bir yanına ulaştırmak için yaşadıkları dönemin şartlarına göre ciddi bir mücadele ortaya koymuş, ellerinden geleni yapmışlardır. Bu iş bazen sofi ve erenlerin eliyle gerçekleştirilmiş, bazen tüccarlar vasıtasıyla, bazen de fetihler yoluyla. Aşılmaz denilen surları aşmış, ulaşılmaz denilen yerlere ulaşmış ve gittikleri yerlerde sulh, huzur ve adaletin temsilcisi olmuşlardır. Ne var ki içinde yaşadığımız dünya artık onların yaşadığı dünya değildir. Her şey, sadece sosyal, siyasî ve iktisadî şartlar değil; kültürler, felsefeler, anlayışlar başkalaştı. Dolayısıyla i’lâ-yı kelimetullah adına takip edilmesi gereken yol ve yöntemlerin de çağın gereklerine uygun olması gerekiyor. Aksi takdirde muvaffak olunması çok zordur. Hatta maksadın aksi bir netice bile ortaya çıkabilir.
Bediüzzaman Hazretleri, maddî kılıcın kınına girdiğini, medenilere galebe ikna ile olacağını ifade ederk106 günümüzde takip edilmesi gereken doğru yola işaret ediyor. Bugün Selçuklu, Osmanlı; Ukbe İbn Nafi, Tarık İbn Ziyad da olsa herkesin takip etmesi gereken hareket tarzı budur. Onlar, kendi dönemlerinin şartları dolayısıyla problemleri çözme adına yer yer kılıca başvurmak, güç kullanmak zorunda kalmış olabilirler. Fakat günümüzde sahip olduğumuz değerleri muhtaç sinelere duyurabilme başka yolların bulunmasını gerektiriyor. Doğru yöntemleri tam bulabildik mi bilemiyorum. Ancak şimdilik bulduklarımızla amel ediyoruz.
Dünyanın hâl-i hazırdaki durumuna bakınca, durmamız gereken yer, almamız gereken tavır çok net görünüyor. Her tür şiddet ve radikalizmden uzak duruyor; eğitimle, diyalogla, sevgiyle, çözülmez zannedilen kronik problemlerin çözüleceğini düşünüyoruz. Bunun dinin ruhuna en uygun hareket tarzı olduğuna inanıyoruz. Fakat en iyisini biz yapıyoruz diye bir iddiada bulunmuyoruz. Tamamen Allah’ın lütfu olarak varlık kazanan güzel işler asla aidiyet mülâhazasına bağlanmamalı, bağlanıp heder edilmemeli. “En doğru, en isabetli, en makul ve dinin ruhuna en uygun yol, bizim yolumuzdur.” gibi enaniyet ve kibir kokan sözlerden uzak durulmalıdır. Fikir ve aksiyon adına ortaya konulan şeyler, İmam Âzam, İmam Gazzâlî ve Bediüzzaman gibi büyük zatların mülâhazalarıyla birebir örtüşse bile mü’mine düşen vazife mahviyet ve tevazudur. Eğer mevcut içtihat ve yorumlarımızdan daha güzelini bulacak olursak, hemen mevcut fikirlerimizden dönmesini bilmeliyiz.
Tarih felsefecilerinin de üzerinde durduğu gibi, Müslümanlar zorla girdikleri yerlerden bir şekilde dışarı atılmışlardır. Ama gönülleri fethederek, sevgi iksirini kullanarak girdikleri yerlerde kalıcı olmuşlardır. Mesela Endülüs’e bu gözle bakabilirsiniz. Müslümanlar asırlarca orada kalmış, göz kamaştırıcı bir medeniyet kurmuş ve Batı üzerinde ciddi tesir bırakmışlardır. Buna rağmen bir süre sonra çok acı bir şekilde oradan çıkarılmışlardır. Aradan asırlar geçmiş olsa da ne zaman orada meydana gelen hâdiseleri düşünsem gözlerim dolar. Kendime göre bir kısım hikmetler ve maslahatlar bularak hafakanlarımı bastırmaya çalışsam da şimdiye kadar İslâm’ın bu yitik coğrafyası karşısında duyduğum hasret ve elemi hafifletmenin bir yolunu bulamadım.
Demek ki bu tür yerlerde yaşayan insanlar sizi kabul etse bile, içlerinde bir yara kalıyor ve bu yara, size karşı zamanla bir tepkiye dönüşüyor. Şartlara göre bu tepki, şiddetini artırıyor. Bir gün geliyor ve onlar, sizi bulunduğunuz yerden sürüp çıkarıyorlar. Hatta geride bıraktığınız âsâr-ı bergüzideleri de (seçkin eserleri de) yakıp yıkıyor, mal ve servetlerinizi yağmalıyor, milyonlarca insanı katlediyorlar. Bu, üzerinde önemle durulması gereken bir meseledir.
Temsilin Gücü
Öncekiler, eksiğiyle gediğiyle kendilerine düşeni yapmaya çalışmışlardır. Bizim için önemli olan, bizim ne yaptığımızdır. Bir mü’minin asıl hedefi, Allah’ın rızasını kazanmaktır. Değil dünya sultanlığı, âhiret nimetleri bile onun için maksud-u bizzat olmamalıdır. Allah rızasını kazanmanın en büyük vesilesi ise, daha önce defalarca vurguladığım gibi, O’nun nam-ı celil-i sübhânîsini dünyanın dört bir tarafına götürmektir. Bu, gaye ölçüsünde bir vesiledir. Kimse onu görmezden gelemez. Ne acı ki, birkaç asırdan beri Müslümanların böyle bir derdi olmamıştır. Böyle gelmiş ama böyle gitmemeli. Bazı kimseler bunu dert edinmeli, ciddi bir aksiyon ortaya koymalı ve bu yolda karşılaşacakları sıkıntı ve zorluklara da katlanmalıdır. Bugün itibarıyla Cenâb-ı Hakk’ın önlerine açtığı imkânlar nelerse bunları çok iyi değerlendirmeli, onların üzerinde yoğunlaşmalı ve hizmetlerini o noktadan yürütmelidirler. Gelecekte karşılarına daha farklı sünuhat ve tuluat çıkacak olursa o zaman da onları değerlendirmeliler. Bizim gibi günah ve levsiyat asrında yaşayan insanlar için bundan daha büyük bir kefaret vesilesi ve kurtuluş yolu olamaz.
Biz tüm kalbimizle, İslâm’ın en kâmil ve eksiksiz din olduğuna, Cenab-ı Hakk’ın bu din sayesinde insanlığa sunduğu nimetlerini tamamladığına ve günümüz insanlığının onun sunduğu mesaja muhtaç olduğuna inanıyoruz. Yine şuna imanımız tam ki, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), Cennet’e giden yolları gösteren, bundan dolayı insanlığın mutlaka izlemesi gereken, aldatmayan bir rehberdir. Bu bakımdan O’nun bütün yönleriyle dünyaya tanıtılması gerekmektedir. Biz de, bu hayatî vazifeyi ifa etmek üzere yollara düşmüş yolcularız.
Bazı mütemerrit ve mutaassıplar bundan rahatsız olacaktır. Düşmanlığa kilitlenmiş kimseler, sizi yolunuzdan döndürmeye çalışacaklardır. Fakat meseleyi, sadece bu tür zalim ve mütecavizlere bağlayıp ufku kapkaranlık görmüyoruz. Nitekim şimdiye kadar tanıştığımız ve birlikte olduğumuz insanlar, hep takdirlerini ve güzel temennilerini dile getirdiler. Çok az istisna dışında şikâyet edene, rahatsızlık gösterene rastlamadım. Dolayısıyla sadece negatif durumlara bakıp ümidimizi kırmamalı, karamsarlığa düşmemeliyiz.
İnsanlığa sunacak bir mesajı olduğunu düşünen adanmışlar sözleriyle muhataplarına bir şey anlatmadan önce tavır ve davranışlarıyla mükemmel bir temsil ortaya koymaya bakmalıdırlar. Zira söz, bir kısım tabiatlarda rahatsızlıklara sebebiyet verebilir, sağa sola çekilebilir, ondan, sizin aklınıza bile gelmeyen mânâlar çıkarılabilir. Temsil ise güven verir ve onun inandırıcılığı çok daha yüksektir. Eğer biz, Allah’ın insanlığın hayır ve maslahatı için ortaya koymuş olduğu ilâhî sistemi arızasız ve kusursuz şekilde yaşayabilirsek, insanların etkilenmemesi, büyülenmemesi mümkün değildir. Onca hırpalanmamıza rağmen hâlâ aile düzenimiz, insanî ilişkilerimiz, civanmertliğimiz insanları etkiliyorsa çok laf söylemeye lüzum yok zannediyorum. “Gelin şöyle olun, böyle yapın.” demek yerine, başkalarını çağırdığımız değerleri cezbedici ve imrendirici bir güzellikte temsil edelim. Bunu; başkası görsün diye değil, kendimiz için, Allah’la olan münasebetimiz adına, kulluğumuzun gereği olarak yapalım ve ne yapacaklarına dair kararları başkalarına bırakalım.
Doğru Üslubu Yakalama
Evet, temsil çok önemlidir; ama sözün ehemmiyeti göz ardı edilmemelidir. Temsilin yanında söze de ihtiyaç duyulan zamanlar olacaktır. Mesela temsilde kapalı kalan noktaların şerh edilmesine lüzum duyulabilir. O zaman da üsluba çok dikkat edilmelidir. Nerede, ne zaman, ne denileceği çok iyi tayin edilmelidir.
Öncelikle, muhatabımızla aramızdaki ortak noktalar öne çıkarılmalı, daha çok onlar üzerinde durulmalıdır. Zira her şeyden önce aradaki uçurumun kapatılmasına ihtiyaç vardır. Sizin anlattıklarınızla kendi düşünce sistemleri arasında bir kısım koordinatlar yakalarlarsa söylenenleri daha kolay kabul ederler. Bunun için de muhatabın tâbi olduğu din, içinde yetiştiği kültür ortamı, bilgi seviyesi ve hissiyatı göz önünde bulundurulmalı ve reaksiyona sebebiyet vermeyecek bir üslup tercih edilmelidir.
Muhatap olduğumuz insanlar dine karşı mesafeliyse evrensel insanî değerler üzerinde durabilir, birçok meselemizi onlar üzerinden anlatabiliriz. “Hastalar Risalesi”, “İhtiyarlar Risalesi”, “İktisat Risalesi” gibi kaynaklardan hemen herkesin şöyle böyle dikkatini çekecek mevzular seçebiliriz. Namaz, oruç, zekât, hac ve kurban gibi ibadetleri anlatmamız gerekiyorsa bunların hikmetlerini ve maslahatlarını öne çıkarır, şahsî ve içtimaî hayatımıza bakan yönlerini ele alabiliriz.
Farklı din mensuplarıyla yapacağımız görüşmelerde, onların da fikir birliğine vardığı inanç esasları üzerinde durabiliriz. Bütün dinlerde şöyle böyle bir yaratıcı fikri mevcut olsa da hiçbir dinde Zat-ı Ulûhiyet, İslâm’daki gibi isim ve sıfatlarıyla detaylı bir şekilde ortaya konulmamıştır. Farklı ad ve unvanlarla Allah’tan bahsetseler de onların ulûhiyet ve rubûbiyet hakikatleri hakkındaki düşünceleri, İslâm’ın ortaya koyduğu ölçüde ve mükemmeliyette değildir. Muhataplarımızın seviyesine göre, anlayabilecekleri bir şekilde onlara bu konularda bilgi verilebilir.
Her din mensubu, kendi peygamberinin en üstün olduğuna inandığı için İnsanlığın İftihar Tablosu’ndan bahsetmemiz reaksiyona neden olabilir. Onlar, bu konuda itirazda bulunabilirler. Dolayısıyla onlarla bir araya geldiğimizde mutlak mânâda nübüvvet hakikati üzerinde durma ve peygamberlere ait vasıfları anlatma daha faydalı olacaktır. Aynı şekilde Hıristiyanlık ve Yahudilikte net çizgileriyle ortaya konmuş ve İslâm’da olduğu ölçüde çerçevesi belirlenmiş bir haşr u neşr akidesi yoktur. Siz, Kur’ân’ demeden, Allah Resûlü’nden bahsetmeden âyet ve hadislerde anlatılan hususları net bir şekilde ortaya koyduğunuzda zannediyorum gönül rahatlığıyla kabul edeceklerdir.
Anlatılan hususların tesirli olması için, muhataplarla ciddi arkadaşlık ve dostluk bağlarının kurulması da çok önemlidir. Karşılıklı ziyaretlerde bulunarak, hediyeleşerek, yardımlaşma ruhuyla hareket ederek hiçbir şekilde feda edilmeyecek ve vazgeçilmeyecek yakın arkadaşlıklar tesis etmeliyiz. Bu konuda olabildiğince civanmert ve centilmen davranmalıyız. Önyargıların silinip gitmesi ve insanların birbirini dinleyecek hâle gelmeleri adına kurulacak dostlukların çok büyük önemi vardır. Bunu yapabildiğimiz takdirde, sunacağımız mesajlar onlar nazarında daha değerli hâle gelecektir. Unutmamalıyız ki; Efendimiz’in sunduğu mesajın, içinde yaşadığı toplum tarafından hüsn-ü kabul görmesinin en önemli sebeplerinden biri, nübüvvetinden önceki dönemde emniyet ve sadakat timsali olarak bilinmesi ve herkesçe sevilmesidir.
Makuliyet ve Sebeplere Riayet
İnsanın kendisini i’lâ-yı kelimetullah davasına adaması ve bütün işleri ihlâs ve samimiyetle yapması muvaffakiyet adına çok önemlidir. İhlâsla ve güzel niyetlerle yapılan ameller az da olsa Allah nezdinde makbul olur ve değerler üstü değerlere ulaşır. Fakat atılan adımların semere vermesi ve kalıcı olması için niyet ve ihlâsın yanında bilgi, tecrübe ve mantık da gereklidir. Mesela şiddet kullanmak insanî/İslâmî değildir. Aynı zamanda dini tebliğde de şiddete başvurmanın hiçbir mantığı yoktur. Bugün birileri tarafından yapılan ve maalesef İslâm’a nispet edilen terör saldırıları, canlı bombalar bütünüyle dinin ruhuna aykırıdır ve hiçbir mantıkla açıklanamaz. Zira terör ve şiddetle hiçbir yere varılamaz. Bir yere ulaşılsa bile orada kalıcı olunamaz. Çünkü bu tür eylemler geride kin, nefret, gayz ve öfke bırakır. Gün gelir; bu öfke, ona sebep olanları da boğar. Yapılan işlerin insanlar nazarında kabul görmesi ve kalıcı olması isteniyorsa hem güzel niyet ve düşüncelerle yola çıkılmalı hem murad-ı ilâhîye uygun hareket edilmeli hem de akıl ve mantık sonuna kadar kullanılmalıdır.
Bir başka önemli nokta da şudur: Ortaya koyduğunuz güzel işlerin benimsenmesi veya en azından bu işlere ilişilmemesi için meselelerinizi bir dünya meselesi hâline getirmelisiniz. Öyle ki dünya üzerinde hegemonya kurmak isteyen, çatışmadan beslenen veya kin ve nefretlerinin kurbanı olmuş bir kısım zalim ve mütecavizler size engel olmak istediğinde, sizi başkaları savunmalı, “Hayır, bunlara ilişmeyiniz, bunlar insanlık adına çok güzel işler peşinde koşuyorlar.” demelidir. Siz, bir taraftan insanlığın sulh ve selameti adına dur durak bilmeden koşturmalı; diğer yandan da ortaya koyduğunuz güzelliklerin heba edilmemesi adına bütün sebeplere riayet etmelisiniz.
Bizim Cenab-ı Hakk’ın inayetine, hıfz u himayesine itimadımız tam olsa da projelerimizi bu gibi ekstra lütuflar üzerine bina edemeyiz. Her zaman söylediğimiz gibi, dinimiz bize, sebeplere uymada âdeta bir esbapperest gibi davranmayı, Allah’a tevekkülümüzde de âdeta bir “cebrî” gibi düşünmeyi öğretir. Her şey Rabbimizin yaratmasıyla, O’nun inayetiyle, lütf u keremiyle meydana gelir. Ama kuldan, Allah’ın ekstradan gelecek lütfuna değil, yapacağı plâna uygun hareket etmesi istenir. Ekstra lütuflar üzerine hüküm bina edilecek olsaydı bunu en başta Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) yapardı. Ama O, hiçbir işini böyle yapmadı ve harikulâdeler kuşağında plânlamadı. Cenab-ı Hak dileseydi Mekke’nin azılı düşmanlarının tepesine göklerden bir meteor gönderiverir ve işlerini bitirirdi. Ne var ki; Allah Resûlü (sallallâhu eleyhi ve sellem) bir beşerdi ve beşere imam olmuştu. Sebepler dünyasında yaşıyordu. Rehberliği de buna göre olmalıydı. Allah her zaman mü’minlere ekstra lütuflarda bulunsa da onlara düşen vazife, içinde yaşadıkları şartlara göre yapılması gerekli olan işlerde boşluk bırakmamaları, kusur etmemeleri ve almaları lazım gelen her tür tedbiri almalarıdır.
Evet, insanlığın faydası adına gerçekleştirilen projelerin korunması, bin bir emekle ortaya koyulan birikimlerin heder olmaması, yarın birileri tarafından zayi edilmemesi, insanlığa sunulan hizmetlerin kalıcı olması adına bugünden ne kadar tedbir alınsa değer. Cizvitlerin, Urartuların yaptığı gibi, iç içe surlar örülmelidir ki, kötü niyetlilerin elleri oraya ulaşmasın, Allah’ın inayet ve keremiyle başlamış ve devam etmekte olan bir açılıma halel gelmesin, dünyanın dört bir tarafında cihanpesendâne hizmet veren güzel insanların emekleri zayi olmasın.
Bu güzel açılımın hiç durmadan yoluna devam etmesi için bir araya gelmeli, beyin fırtınası yapmalı; aklı eren insanlara danışmalı, en makul ve realist yollar ve yöntemler nelerse onları bulmaya çalışmalıyız. Bu konuda herkesin fikrinden istifade etmesini bilmeliyiz. Ufkumuzu aydınlatacak, yürüdüğümüz yolda bize önemli doneler verecek ve hareketimizi hızlandıracak alternatif düşüncelere, farklı yol ve yöntemlere açık olmalıyız.
Sabır ve Teenni
Konuyla ilgili olarak üzerinde durulması gereken bir başka husus da şudur: Eğitimle, diyalogla, kültürel faaliyetlerle veya insanî yardımlarla hizmet götürdüğünüz toplumların ve milletlerin ortaya koyduğunuz projeleri benimsemesi, kabul etmesi ve sahip çıkması zamana bağlıdır. Her şeyden önce muhataplarınıza güven vadetmelisiniz. Bunun için de içinde yaşadığınız toplumun bir parçası hâline gelmeniz, bünyenin içine girip onunla bütünleşmeniz gerekir. İçinde yaşadığınız toplumda, bünyenin içine girmiş yabancı bir cisim gibi kalır, ona entegre olamazsanız bir gün oradan sökülüp atılırsınız. Onlar sizi benimsemeli ve kendilerinden biri olarak kabul etmelilerdir ki size tepki göstermesin ve mesajınızın doğruluğundan şüphe duymasınlar.
Evet, bir topluma entegre olma, onun bir parçası hâline gelme, içinde eğreti durmama zamana vabestedir. Acele edilmemesi, konjonktürün müsaade ettiği ölçüde hareket edilmesi gerekir. Bazen ani ve dikey yükselmeler tepki toplayabilir. Özellikle kendi geleneklerine, dinlerine bağlı toplumlar yabancı gördükleri kimselerin ortaya koydukları projeleri hazmedemez ve reaksiyon gösterirler. Mesela bir ülkede sizin birdenbire onlarca okul açmanız, oradaki güçlü lobileri rahatsız edebilir. Sizin hiçbir şekilde idareyle, siyasetle işiniz olmasa da, onlar bunu bilmedikleri ve henüz sizi tanımadıkları için endişe duyabilirler. Kendi hesabınıza bazı şeyler yapacağınızı zannedebilirler. Onların da öteden beri yaptıkları bir kısım hesapları vardır. Hesaplarının karışmasını istemezler. Bu bakımdan sadece kendi projelerinize ve ideallerinize odaklanmamalı, her hamlenizde ve açılımınızda içinde bulunduğunuz toplumun çıkarlarını, sizden beklentilerini ve dünya adına yapmak istediklerini de hesaba katmak zorundasınız. Ortaya koyacağınız faaliyetlerin bunlarla uyum içinde olmasına dikkat etmelisiniz. Yani fasl-ı müşterekleri çok iyi belirleyerek buradan hareket etmelisiniz. Yürüdükleri yolda bir engel teşkil etmediğinizi, dünya üzerindeki genel politikalarına zıt yanlarınız olmadığını görmeliler. Yoksa kendi ülkenizde bile size rahat verilmediği gibi, yabancı ülkelerde de rahat verilmez.
Hâsılı; düşünce ve aksiyon iç içeliğiyle çıktığımız bir yolda, ideallerimizin peşinden koşarken, yukarıda zikrettiğimiz hususların da çok iyi hesap edilmesi gerekir. Böyle hassas dengeler üzerine kurulu bir dünyada her şeyi düşünebilmek, doğruyu bulabilmek ve başarılı olabilmek gerçekten çok zordur. Allah yanıltmasın ve istikametten ayırmasın.
106 Bediüzzaman, Tarihçe–i Hayat, s.54 (İlk Hayatı).